Lobeable / Elskling
“Loveable”, kişisel sinema hanemde son derece etkileyici bir ilişki filmine işaret ediyor. İlişkide ayrılık gibi spesifik bir alanı ele aldığı ve ayrılığın çetrefilli yolculuğunu her duygunun tadına vara vara anlattığı için de azımsanamayacak bir başarıya imza atıyor. Hem bireyselliğimize hem de ilişkide olan yanlarımıza dair çok şey söylüyor ve ruhsal bir çözümleme imkanı veriyor.
Lilja Ingolfsdottir tarafından yönetmenliği ve senaristliği üstlenilen, kucak dolusu ödülle döndüğü Karlovy Vary Film Festivali başta olmak üzere uluslararası birçok festivalde boy gösteren ve ülkemizde 44. İstanbul Film Festivali’nde gösterime giren “Loveable (Elskling)” Norveç yapımı bir film. Boşrolünde ise Oddgeir Thune ve Helga Guren’in yer alıyor. Gerek yönetmen / senaristinin gerekse oyuncularının sinema tecrübesi kısıtlı olmasına rağmen başrolünün de (Helga Guren) ödülle taçlandırıldığı film, evliliği sonlanmak üzere olan bir çiftin sancılı ayrılık sürecini ustaca ele alıyor. Film izlendikten sonra üzerinde detaylıca düşünmeye değer olduğundan, filme dair çıkarımlarımı yazıya dökmek istedim. Okuyacaklar adına küçük bir ikazda bulunmak gerekirse, akışıyla da oldukça bağlantılı olarak ve özellikle terapi sahnelerine dayanarak, sinematografik açıdan ziyade ruhsal bir çözümleme açısından filmi yorumlamaya çalıştığım söylenebilir. Biraz uzun ve teknik bir yazı olduğu için zaman ayırıp okuyanlara teşekkür ediyorum.
Sesin / Duygunun Tınısı
Boşanmanın zorlayıcı sürecinden geçen ve iki çocuk sahibi Marie’nin terapi odasında; bir partide tanıştığı, yakışıklı, bekar, sosyal, müzisyen ve daha önceden tanıyormuşçasına bir hisle çekimine kapıldığı Sigmund ile ilişkileri hakkında bahsetmesi suretiyle film açılışını yapıyor. Marie’nin Sigmund ile tanışma ve geçirdikleri güzel anlara dair detayları terapistiyle paylaşırken kullandığı durağan ve üzgün ses tonu bir şeylerin yolunda olmayışıyla ilgili bir ön bilgiyle hazırlayarak ilişkinin çok katmanlı yapısının içerisine bizleri alıyor. Bitkin ses tonuna görsellerin eşlik ettiği peri masalı zamanları filmin ilk 2-3 dakikası içerisinde servis edildikten sonra, film yedi sene zaman atlaması yaparak Marie ve Sigmund çiftini evli ve ikisi Marie’nin daha önceki evliliğinden olmak üzere toplamda dört çocuklu bir evli çifte dönüştürüyor.
Peri masalının ve filmin baş kahramanlarından Marie; çeşitli davranış problemleri gösteren dört çocuğun bakımından, evin idaresinden ve aynı zamanda şahsi kariyerinin ilerlemesinden sorumlu olan ve tüm bu yükleri eşi Sigmund’un zaman ilerleyişinden sonra henüz kadraja girmeyişinden kaynaklı tek başına göğüslemek durumunda kalan bir kadın figürü olarak karşımıza çıkıyor. Tabiri caizse, Marie’yi tek başına kalmışlığında, evin en büyük çocuğu olan kızından diğer çocukların bakımıyla ilgili destek almaya, okul çağındaki erkek çocuğunun unuttuğu ödevini hazırlamaya, küçük çocuklarının tuvalet gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya, eski eşiyle büyük çocuklarının nerde kalacağıyla ilgili anlaşmaya varmaya ve evin düzenini sağlamaya çalışırken çırpınır bir vaziyette görüyoruz.
Haklı Olan Kim / Ne?
Filmin başlarına tekabül eden bölümde, Marie tüm bunlarla uğraşırken nerde olduğunu merak ettiğimiz Sigmund, yaklaşık altı hafta sonra müzik aleti ve sırt çantasıyla evin kapısında belirirken ve çiftin hasret gidermeye ilişkin ritüelleri yerine getirmesi beklenirken; seyirci olarak bunalmışlığı hakkında hemfikir olduğumuz Marie’nin çocukların okul sorunlarından konu açmasına, Sigmund’un iş sohbetlerini kesintiye uğratmasına, orda olmadığı ve çocukların bakımında yeteri kadar rol üstlenmediği ve odak noktası iş yaşamı olduğu için eşini suçlamasına, evden uzakta kaldığı zaman diliminde işiyle ilgili yaşadığı zorluğu ve özlemi inandırıcı bulmamasına, meşgul olduğu projenin reddedilmesi ve yeni proje için uygun fırsat yaratamayışı hakkında dert yanmasına ve müzisyen eşinin işinden dolayı yeniden evden uzak kalmasına yönelik yoğun agresyon göstermesine denk geliyoruz. Haklı olarak veya olmayarak ya da çiftlerden birinin haklı olmasına ihtiyaç duyarak veya duymayarak Marie’nin Sigmund’a karşı tutumuna bir yandan empatik yaklaşırken bir yandan da eleştirel bakmamız söz konusu oluyor.
Haklılık konusuna gelirsek, aile ve çift terapisti hocam Murat Dokur, ilişki sorunlarında partnerlerin değil ilişkinin tarafı olmak ve yine partnerlerin değil duyguların haklılığına inanmak gerektiğini vurguladığı için, çiftimizin durumunu ve sorunlarını belki buradan yorumlamamız gerekiyor. Marie’nin saldırgan / suçlayıcı ve hatta yer yer hakaret etmeye varan sınır aşıcı tavrına karşılık, Sigmund’un sabırlı kalmaya özen göstermesi, duygularını açık ve net bir şekilde ifade etmemesi, evde bulunmadığı zamanları telafi etmek için çaba sarf etmesi ve sevgi dilini kullanmaya devam etmesi hasıl oluyor. Duygularını çatışmacı bir şekilde ifade eden ve eşinin sevgili dilini ve desteğini kabul etmeye yanaşmayan Marie ise hırçınlığının dozunu arttırıyor ve yoğun bir öfke problemi deneyimlemesine bağlı olarak profesyonel yardım alması gerektiği hakkında eşinden gelen geri bildirimleri kabul etmiyor. Çiftin evlilik ilişkisinde boşanmanın Sigmung tarafından gündeme getirilmesiyle ise kopuş gerçekleşiyor ve öfkeli ile sevgi dolu olma arasında hızlı duygusal dalgalanmalar yaşayan ve dürtüsel tepkiler veren Marie evi terk ederek başka bir evde kalmaya başlıyor.
Kaygılı-Kaçıngan Çift Bileşeni
İlişki kokteyli hazırlanırken içine katılan malzemeler nelerdir? Her kokteylin ve her ilişkinin lezzeti farklı olduğu için damak tadı konusunda bir ağız birliği etmek mümkün değil. Filmdeki çiftimizin ilişki kokteylini, kaygılı kadın ve kaçıngan erkek bileşenleri oluşturuyor. Sigmund’un ayrılık hususunda ciddiyetini kavrayan ve attığı her adımda onun sınırlarına çarpan Marie, kendi üzerinde çalışacağını fakat onun da bu çabanın bir parçası olmasını istediğini ileterek ayrılığın getireceği bedeller (fatura, çocukların bakımı vb.) üzerinden ikaz adı altında tehditkar söylemlerde bulunuyor. Ayrılığın ve tek başına kalmanın korkunç olduğunu düşünen ve kaygılı bağlanma geliştiren bireylerin tipik örneğinde olduğu haliyle, yanıt alamasa dahi defalarca eşine telefon açma, çocukların ihtiyaçlarını hatırlatma ve evde kalan eşyalarını alma gibi çeşitli bahanelerle iletişim kurma fırsatları yaratma, nasıl olmasını istiyorsa öyle olacağıyla ilgili garanti vermeyi içeren yalvarma moduna geçme, eşinden gelecek reaksiyonlara göre uyumsal konumlanma ve aldığı reaksiyonların karşılığında yoğun bir etki altına girme gibi davranışlar gösteriyor. Marie, yaşadığı mağduriyetinin anlaşıldığından emin olmaya çalışırken, partnerini manipüle etmek kaydıyla, mağduriyetini zorbalığının bir aracı haline getirdiğinin ayırdına varamıyor.
Marie’nin bu davranışları, birlikte gittikleri çift seansında da farklılık arz etmezken, çift seansı sahnesinde, Marie sıklıkla eşinin sözünü keserek, savunmaya geçen, suçlayıcı davranan, karşısındakinin hatırını kollamayan, ilişki durumuyla paralelliğine uymayacak biçimde fiziksel temas etme ihtiyacı duyan ve ilişkinin akıbetiyle hızlı bir “netleştirme” çabasına giren bir partner profili sunuyor. Filmdeki seans sahnelerinin olabildiğinde gerçeğe yakın bulduğum için takdir etmekle beraber, Marie’nin aksine Sigmund, ilişkide duygusal ifade güçlüğü yaşayan, iletişim/etkileşim kurmaktan kaçınan, olumsuz bir etkilenişe girse dahi bunu yansıtmaktan geri duran, ilişkinin geleceğiyle ilgili alacağı kararı ötelemeyi tercih eden, çatışmalardan uzak kalan, çatışma olduğu zamanlarda ortamı terk etme eğilimi gösteren, eşinin müdahaleci yaklaşımından dolayı alan ilişkide “alan” ihtiyacı içerisinde olduğunu ve sıkışmış hissettiğini ifade eden ve çift terapisi seanslarına katılım göstermemeyi yeğleyen haliyle kaçıngan bağlanma tarzını benimseyen bir birey örüntüsü veriyor. İkilinin kaygılı-kaçıngan yapılanması ise, Sigmund’u erişilmezliğini/ulaşılmazlığını koruyarak kaçan, Marie’yiyse yakınlık-bağ kurma/uzak-ayrı kalamama özelliğini koruyarak kovalayan pozisyonuna götürüyor. İronik bir şekilde, birinin “görünürdeki” isteği, diğerinin “görünürdeki” isteğinin zıddına düşüyor.
Benlik Bir Durum Var mı?
Çiftin birlikte girdikleri seansın devamında, terapistin ihtiyaç duyduğunu ifade ettiği alana sahip olamayışının ne kadarının onunla ilgisinin bulunduğu, çatışma içerisinde yer almanın niçin bu kadar zor olduğu ve Marie’nin davranışları karşısında öfkeli hissetmesi lazım gelirken bu duygunun dışavurumunu neden baskıladığı gibi sorular yönelttiğini işitirken, Sigmund’un bu sorular karşısında bocaladığını ve kaçıngan tutumunu sürdürdüğünü gözlemliyoruz. İlişkide ve seanslarda birlikte devam edip etmeyecekleri yönünde vereceği karar da kaçıngan tutumundan nasibini alsa da, bu kararı bildireceğini tarih için terapisti ile mutabık kalıyorlar. Sigmund, ilişkilerini ayrılığa taşıyan süreçte ifade etme ve kendini ortaya koyma becerisini harekete geçirmekte deneyimlediği güçlüğün payını görmezden gelerek, ayrılık sürecine ilişkin aktif bir rol üstlenmeyi ve tabiri caizse Alman usulü hesap ödemeyi reddediyor. Nihayetinde, ilişkiden uzaklaşmaya dönük bir karar aldığının bildiriminde bulunuyor. Marie’nin eşinin bu kararı aldığını öğrenmesinin getirdiği üzüntü ve şaşkınlığın akabinde, karlı havada çıplak denilebilecek bir vaziyette balkona çıktığı ve ruhundakileri haykırdığı sahnenin gerçekten etkileyici olduğunu söylemek mevzu bahis oluyor. Şu ana değin yaşadığı tüm güzel anlara, Sigmund’un aldığı ayrılık kararı bulaşıyor ve şok etkisiyle birlikte bu anların üzerine karanlık bir gölge düşüyor.
İlişki Analizi : Bildiğini Hatırlamak
Ayrılık kararı, özellikle boşanmalı ve çiftin ortak çocuklarının olduğu ayrılıklarda canının yandığını bile bile cam kırıklarının üzerinde yürümeye benziyor. Masada bir dönem afiyetle yenen ilişkiye dair ortaya bir hesap geliyor ve herkes kendi payına düşeni üstlenmek durumunda kalıyor. Gelen fatura, hem birlikte geçirilen geçmişi, hem de ayrılık sonrası bireysel yolculuğu kapsıyor. Hala, Sigmund ile ilişkisinin devamlılığı için umut besleyerek terapistin kapısında kendisini bulan Marie, faturanın her iki kısmı da kapsadığını anladıktan sonra gönülsüz de olsa bireysel yolculuğuna çıkıyor. Terapisti ile ilişkiye ve davranış örüntülerine dair detaylı konuştukları bireysel ilk seansında, Sigmund’un altı hafta sonra eve döndüğü, ilişkiyi ayrılığa götüren ve Marie’ninse onu bu kadar özel yapanın ne olduğunu anlayamadığı olayı başından sonuna değin sekans sekans incelemeye alıyorlar. Anının mümkün olduğunca objektif haliyle geri çağrıldığı ve terapist tarafından gerekli yerlerde yönlendirmenin yapıldığı bu sahne oldukça kıymetli. İlişkinin yaralanmış yanlarının ameliyata alındığı ve analize tabii tutulduğu sahnede, Marie’nin ilk farkındalıkları oluşmaya başlıyor. Bu şekilde davranarak, eşinin suçlu hissettirme, onun çocuklarla kaliteli zaman geçirdiği zaman dilimlerini kesintiye uğratma, ilişkilerinin kötü halini muhafaza etmeye çalışma ve eşini mutsuz görme motivasyonunu güttüğü ve bu motivasyonun cinsellik de dâhil olmak üzere ilişkinin birçok alanına yaydığı görülüyor.
Ayrılık Davetsiz Bir Misafir Midir?
Marie’nin Sigmund’u mutlu görmek istememesinin ve aynı zamanda ilişkilerinin ve kendisinin kötü hissedişini muhafaza etmesinin sebebi terapist tarafından irdelendiğindeyse, “Eğer verdiğim bunca şeyin karşısında mutlu olursam salak gibi görünürüm” şeklinde bir sonuca varılıyor. Marie’nin vardığı bu sonuç birçok açıdan önem arz ediyor. Birçok açının ilki, davranışları ile düşüncesi/inançları arasında bilişsel bir tutarlılık kurmaya çalışması ile açıklanabilir. Eşinin onu çocukların bakımında/evin idaresinde yalnız bıraktığını ve eşinin onu desteklememesine bağlı kendi iş hayatında da istediği başarıyı elde edemediğini düşünen Marie, gerek eşi tarafından yeterince anlaşılma gerekse düşüncesi ile davranışları arasında bir ayrıksılık yaratmama niyetiyle mutsuzluğunu koruyor ve eşinin de mutlu olmasını istemiyor. Bu durum, bilişsel açıdan oldukça anlaşılır ve mantıklı. Bir diğer ve belki de Marie’nin derinlerinde kalanı ortaya çıkartan en önemli kısım ise “verdiği bunca şey” tarifi. Evet, veriyor Marie. Zamanını, enerjisini, bireyselliğini..İlişkisi ve evliliği için sürekli fedakarlıklar yapıyor. “Vermesinin”, “vermekten” dolayı yaşadığı mağduriyeti vurgulamasının ve bu vurgulama tonlarıyla eşini ilişkiden uzaklaştırmasının/suçlu hissettirmesinin ilişkisini ayakta tuttuğuna inanıyor. Mağduriyetini bir konfor alanına eviren Marie, kendisinden daha iyi olduğunu düşündüğü ve neden onunla birlikte olduğuna bir türlü anlam veremediği eşinin, her an bunları kavrayarak ilişkiden çıkabileceğiyle ilgili bir yanlış inanıyı besliyor. Böyle davranarak ve ilişkisini sabote ederek, eşinin ilişki sahasında kalmasını hedeflerken, kendi elleriyle bir son hazırladığını ayırt edemiyor. Seansların ilerleyişiyle paralel; “bir anda” onları bulduğuna inandığı ayrılığın ve mağduru olduğu halde ilişkide “terk edilen” partner olmasının aslında çok da “ bir anda” gelişmediğini, eşinin onu terk edeceğini uzun zamandır içten içe bildiğini ve bunun alarmını veren birçok hatıranın olduğunu özümsüyor.
Ölüm Gibi Bir şey Oldu Ama :
İlişkinin mercek altına alınmasıyla, Marie’nin bireyselliğinin mutlu olması noktasında neden yeterli olmadığı ve terk edilmenin onun için ne anlama tekabül ettiği sorunsalının altı eşeleniyor. Marie’nin, terk edildiği zaman öleceğini, yok olacağını ve güzel olan her şeyin eşiyle birlikte hayatından çıkacağını düşündüğünü belirtmesi şaşırtıcı değil. Ölme/yok olma gibi kavramlar, benliğimizdeki varoluşsal kanallarla beraber, bakıma verenimize muhtaç olduğumuz erken dönem yaşantılarımıza da denk düşüyor. Bu erken dönemde, bakım verenimizin bizden bakımını, ilgisini ve şefkatini esirgemesi yani terk etmesi; öleceğimizi ve yok olacağımızı düşündürüyor. Yeteri kadar iyi anne figürünün olmayışı ve kendimizi yeterli hissetmekte eksik kalışımız da yetişkinlik dönemine sarkan bireysellik problemleri yaratıyor. Tıpkı ebeveynimiz gibi er ya da geç sevilmeye değer olmadığımızı fark edeceğini düşündüğümüz partnerlerimizle olan ilişkilerimiz de bireysellik sorunumuzdan nasibini alıyor. En sonunda korktuğumuz başımıza geliyor. Mutluluğumuzu endekslediğimiz, hayatımızın merkezine yerleştirdiğimiz ve ilişkide kalması için fonksiyonel olmayan dinamikler geliştirdiğimiz partnerlerimiz; sosyal psikolojide “kendini gerçekleştiren kehanet” şeklinde tabir edilen ve Marie’nin de deneyimlediği olguya uygun olarak bir süre sonra hayatımızdan çıkıyorlar.
Hayat Üçgeni : Anne-Kız-Aile
Terapistinin eşliğiyle birlikte Marie’nin vardığı farkındalık, onun annesini ziyaret etmesine sebebiyet veriyor. Uzun zamandır kapısını çalmadığı çocukluk evinde, biz seyircileri Marie gibi eşinden boşanmış ve yalnız yaşayan bir anne karşılıyor. Marie’nin boşanmak üzere oluşu hakkında kendi tek başına ayakta kalabilme potansiyeli üzerinden moral verme amacıyla kızıyla diyalog kuran annenin masum tavrı bir süre sonra şekil değiştiriyor ve yalnızca Marie değil bizler de onun çocukluğunun patikalarında yürümeye başlıyoruz. Annenin, Marie’nin evde kalan eşyalarını almasını talep etmesi, yemek masasında onun belirlediği yere oturmasını istemesi, çocukken kendisine sürekli servis yapılmasını bekleyen bir çocuk olduğu vurgusunda bulunması, onu kız kardeşiyle acımasız bir şekilde kıyaslaması, bir hizmetçi gibi hissettiği için bu durumun ne kadar yorucu olduğunu dile getirmesi ve vericilik-şikayet etme/suçlu hissettirmeye çalışma döngüsüne saplanması Marie’ye birini anımsatıyor. Kendini..
Anne ile yetişkin Marie, çocuk Marie ile yetişkin Marie’nin hayatındaki diğer insanların (eşi, özellikle büyük kızı başta olmak üzere çocukları ve yakın ilişki kurmakta zorlandığı arkadaşları) özdeşimlerinin kurulmasının akabinde, özveride bulunanın tüm şikayetlerine/suçlu hissetirmesine rağmen yardım çağrısında bulunmadığı ve özverinin görünürdeki memnuniyetsizliğine karşılık “ötekini” ilişkide tutmak / bağımlı kılmak gibi ikincil kazançlar barındırdığı ortaya çıkıyor. Ve annesine soruyor : “Neden içimde iyi bir şey olduğuna asla inanmadın?”. Kıymetli yazar Tarık Tufan, “Hayal Meyal” isimli romanında “Öldürücü bir sorunun hayat bulan bir yanıtı yoktur” diyor. Bazı sorular nitelik bakımından o kadar şiddetlidir ki, sorunun ağırlığı altında eziliriz ve yanıtlamak şöyle dursun sorunun varlığı dahi ruhumuzda derin sarsıntılar uyandırır. Marie’nin öldürücü sorusu da annesi tarafından yanıtsız kalıyor.
Değer Miyiz?
Annesine yaptığı ziyaret umduğu gibi gitmeyen fakat bu ziyaretten eli boş çıkmayan Marie, çocukluğundan itibaren sevilme ve değer görme ihtiyacının arzu ettiği biçimde ve nicelikte karşılanmadığını çıkarımsıyor. Bu ihtiyacının karşılanmamış olmaması bir yana, ihtiyacı duymaktan dolayı duyduğu suçluluk için kendini affediyor. Önce ihtiyacının karşılanmadığını ve ardından ihtiyacı duymanın son derece normal olduğunu anlayan Marie, öğrenilmiş bir düsturla kendini sevmeyi ve sevilmeye değer bulmayı da hiç başaramamış olduğunu içselleştiriyor. Filmin sonlarına doğru, Marie’nin ayna karşısına geçerek, bu haliyle tam, eksiksiz, harika, iyi iş çıkarmış ve sevilmeye değer olduğunu ifade ettiği ve kendine öz şefkat gösterdiği sahne hafızaya kazınır nitelikte ve oldukça dokunaklı. Edindiği içgörüyle bir yerden harekete geçmesi lazım geliyor ve o da kendini sevmekle el atıyor işe.
Böylelikle, ilişki içerisinde kurduğu dinamiklerin gerekçeleri de anlam kazanıyor. Kendini sevmediği ve sevilmeye değer biri olarak tanımlamadığından kaynaklı, Sigmund’un da onu sevebileceğine inanmıyor. Sevilmeye değer olmadığı olumsuz inancıyla, sevilme kapasitesini geliştiremiyor ve partnerine suçluluk empoze ederek ilişkisini muhafaza etmeye çabalıyor. Yine, hocam Murat DOKUR’un, ilişkide “çifte açmaza” (bireyin başkalarına birbiriyle çelişen, paradoksal buyruk ya da işaretler vererek onları hareket edemez hale getirmesi) sokanın aslında çifte açmaza giren olduğu deyişi aklıma geliyor. Marie, çifte açmazından özgürleştikçe, ilişkisi de çifte açmazından sıyrılıyor ve hafifliyor. Filmin sonunda, bir araya geldikleri sahnede, artık kendini “sevilebilir” olarak yeniden çerçevelendiren ve belirli bir dönüşüm sürecinden geçen Marie, onu sevdiğine bir türlü ikna olmadığı, sevgisine inanmadığı ve sevgisini kabul etmede zorlandığı için Sigmund’dan özür diliyor. Film, iki alternatifli bir son içerirken, her iki sona özel gönlü rahat bir şekilde filmi tamamlıyoruz.
Filme Dair
“Loveable”, kişisel sinema hanemde son derece etkileyici bir ilişki filmine işaret ediyor. İlişkide ayrılık gibi spesifik bir alanı ele aldığı ve ayrılığın çetrefilli yolculuğunu her duygunun tadına vara vara anlattığı için de azımsanamayacak bir başarıya imza atıyor. Hem bireyselliğimize hem de ilişkide olan yanlarımıza dair çok şey söylüyor ve ruhsal bir çözümleme imkanı veriyor. Karakter kurgulamaları özdeşim kurmaya ve filmin içerisine çekmeye oldukça müsait. Hikayesi, yavaş temposu ve çok da renkli olmayan kadraj çekimleri ile zorlayıcı bir yolculuğa çıkartıyor ama varmak istediğimiz durakta indiriyor. Hikaye sınırlı sayıda karakter üzerinden ilerlese de, oyuncular rollerini rahatlıkla omuzluyor ve misyonlarını fazlaca yerine getiriyorlar. Ülkemizde festival harici gösterime henüz girmemiş olmakla beraber, girer girmez herkese izlemesini tavsiye ediyorum. Şimdiden herkese iyi seyirler!
Yönetmen / Senaryo : Lilja Ingolfsdottir
Görüntü Yönetmeni : Øystein Mamen
Müzik : Emilie Skovgaard Sørensen
Oyuncular : Helga Guren, Oddgeir Thune, Kyrre Haugen Sydness, Heidi Gjermundsen, Mona Grenne, Elisabeth Sand
Norveç-Danimarka / Romantik-Dram / 101 Dk.