Örümcek Ağındaki Kız / The Girl in the Spider’s Web: A New Dragon Tattoo Story
İşveç’in soğuk havası Uruguaylı yönetmene sert geliyor!
‘Örümcek ağındaki kız’, daha önce çekilen bölümler (ve tabii ki filmlerin uyarlandığı romanlar) itibariyle aşina olduğumuz bir ortamın içinde ve hatırladığımız ana karakterlerin dünyasında geçen bir politik gerilim filmi. Bu filmi sadece oldukça ses getirmiş ‘Ejderha dövmeli kız’, ‘Arı kovanına çomak sokan kız’ gibi filmlerin basit bir devamı gibi görmek biraz haksızlık olabilir çünkü bu yeni bölüm seyirciyi her ne kadar çok şaşırtmasa ve bizi taşıdığı ortama çok yeni bir bakış getirmese de, romanların ve önceki filmlerin ruhuna ihanet etmeyen, sert, gerilimli ve karanlık bir dünya yaratmayı başarıyor.
Ancak filmin hikayesinin gerçekleştiği soğuk, karlı İsveç ortamı, karakterlerin geçmişlerinde yaşadıkları travmalar yüzünden biraz duygusuz ve duyarsız tutumları ve de en önemlisi filmdeki kilit olabilecek olayların insani bir çabadan ziyade günümüzün teknolojik buluşlarıyla hızlıca çözülmesi gibi özellikler sürekli olarak film ile seyirci arasında bir mesafe yaratıyor, hikayenin gidişatına kendimizi bırakmamızı engelliyor.
Kendi çapında bir adalet sağlayıcı ve bilgisayar korsanı olan Lisbeth Salander’a çok önemli nükleer bomba şifreleri taşıyan bir disketi bulma görevi verilir. Bu görev sırasında ortak bir geçmişi olan gazeteci arkadaşı Mikael Blomkvist’ten de yardım alan Lisbeth, aslında olayın basit bir hırsızlıktan çok daha derin olduğunun ve disketin peşinde İsveç devletinden azılı Mafya örgütüne kadar birçok kişinin bulunduğunun farkına varır. Adeta dev bir suç örümcek ağına dolanmış bu iki kişi kurtulmak için debelendikçe olayların daha da içine girmeye başlarlar.
Lisbeth karakteri bildiğimiz gibi…
İsveçli yazar ve gazeteci Stieg Larsson yarattığı ‘Millennium’ serisinden beyaz perdeye uyarlanan bu son bölümün beklentilerimizi karşıladığını kabul etmemiz gerekir: Serinin diğer bölümlerinde olduğu gibi tekinsiz ve soğuk bir ortam, devlet görevlileri ile Mafya arasındaki kirli çıkar ilişkileri ve bütün bu çürümüş ortam içinde kendi doğrularından asla taviz vermeyen iki ana karakter…
Lisbeth karakterini artık bütünüyle kavradığımızı varsayarsak, seyirci olarak bizi belli bir ölçüde şaşırtan durumun, onun bildiğimiz sert, erkeksi, saldırgan ve biraz dengesiz tutumu değil daha çok eylemeleri olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Lisbeth’in kendini beğenmiş ve sadist bir Genel yöneticiye haddini bildirdiği giriş sekansı, feminist mesajlar içerdiği kadar aynı zamanda ana karakterin etki alanını iyice genişlettiğini kanıtlar nitelikte… Başka bir deyişle bu kadın ana karakter artık sadece kendisine eziyet eden ve kötü davranan erkeklere karşı değil, etrafında aynı şekilde şiddet gören kadınlar adına da mücadele veriyor. Dolasıyla cinsel yöneliminden saç stiline her yönüyle ayrıksı olan bu karakter, karanlık bir hikayeyi sürüklemek ideal bir lokomotif görevi üstleniyor.
David Fincher bile yetmemişti…
İlk olarak şunu belirtelim: Larsson’un yarattığı bu dünya o kadar belli bir ülkeye has ve birçok açıdan donuk duruyor ki, yetenekli bir yönetmen bile bu dünyaya kendi izini bırakmakta zorlanıyor. Kuşkusuz film belli bir gerilim ve gizem taşıyor ve senaryodaki dönüşler izleyicinin ilgisini ayakta tutuyor ama filmdeki genel doku ve hikayenin İsveç gibi belli bir ülkeyle sınırlandırılmış ve buraya sıkışmış olması yönetmenin asli görevinden fazlasını yapmasını engelliyor.
Bu filmin Uruguaylı yönetmeni kadar daha önce ‘Ejdarha dövmeli kız’ın Amerikan ‘remake’ini çeken büyük yönetmen David Fincher’ın da yolunu tıkayan bizce filmin bu katı, yeni açılımlara izin vermeyen yapısı oluyor. Dolayıyla film bir şekilde akıyor, bazı açılardan seyir keyfi veriyor ve yönetmenler belli bir düzeyde becerilerini sergiliyorlar ancak hepsi sadece bu kadarla sınırlı kalıyor… Örneğin Fincher’ın daha önce yarattığı filmlere bakarsak bu sade yönetim bizi gerçekten tatmin etmiyor. Tabii ki bu filmin yönetmeni Fede Alverez bütün artılarına rağmen bir Fincher değil ve bu sebeple çok yüksek beklentiler taşımamız biraz abartılı olur…
Ah, Şu teknoloji!
Bizce filmin ikinci can sıkıcı noktası ise, hikayedeki bütün kilit ve can alıcı noktaların teknolojik buluşlar yardımıyla çözülmesi. Tabii ki günümüz teknolojisini ve sağladığı olanakları göz önüne alırsak, bir olayı araştıran ve çözüm arayan karakterlerin 50-60 sene önceki yöntemleri kullanmasını bekleyemeyiz ancak filmdeki iz bulma, yardım etme, düşmanları engelleme gibi birçok önemli eylem bir bilgisayar yardımıyla ve bazen birkaç düğmeye basmakla oluşunca bizce hikayenin gerilim dozu ciddi anlamda düşüyor. Hatta bazı yerlerde, aklımızdan ‘Bu kadar zahmete ne gerek vardı? Bunu da bilgisayarla halletselerdi!’ gibi düşünceler bile geçiyor.
Sonuç olarak barındırdığı bazı yan karakterlerin ana senaryoya bağlanmasında biraz kopukluklar yaşasa da genel olarak ambiansı, başarılı görüntü çalışması, belli bir derinlik taşıyan senaryosu ve başarılı oyunculuklarıyla ‘ Örümcek ağında kız’ rahatça izlenen hatta bazı açılardan keyif verebilen bir film. Ancak yine de hatırlatmadan geçemeyeceğiz :’ İsveç’in soğuk ve kasvetli havası yönetmen Fede Alverez’e biraz sert gelmiş!’
Yönetmen : Fede Alvarez
Oyuncular : Claire Foy, Sverrir Gudnason, Slyvia Hoeks, Lakeith Stanfield, Claes Bang, Vicky Krieps, Stephen Merchant, Christopher Convery…
Ülke: ABD