Paralel Anneler / Madres Paralelas
Pedro Almodovar’ın en politik filmi
Sinemanın ilk günlerinde filmler, yaşamlarının altüst olduğu hiç akla gelmedik rastlantılarla dolu öyküleri, kahredici acıları, aşırı duygusallıktan çekinmeden kendileri gibi naif seyircilere bol bol sunuyorlardı.
Sinemanın var olan ya da düşlenen gerçeğin birebir aynası olabileceği fark edildiğinde bu melodramatik anlatı tarzı, ağlatının ve dramın karikatürleştirilerek bozulmuş biçimi olarak eleştirilmiş, küçümsenmiş ve uzak durulmuştur.
Ancak az sayıda sinemacı melodramı farklı amaç ve şekilde benimseyip bu ikincil kabul edilen türün önemli başyapıtlarını yaratmışlardır.1930’lu yılların ünlü Alman film ve tiyatro yönetmeni Danimarka kökenli Hans Detlef Sierk, ikinci eşi Hilde Jary Yahudi olduğu, kendisi de Nazi ideolojisine karşı durduğu için 1937’de Almanya’yı terk etmiş, ABD’ye göç ettiğinde de Douglas Sirk adıyla bol Technicolor renkli, piyano konçertolarını anımsatan aşırı güçlü müzikleri olan bir seri melodram çekmiştir. Bu zeki ve duyarlı Avrupalı, 1950’lerde kendisine dayatılan aşırı duygusal senaryoları sinemaya aktarırken, o ağlak öykülerin arka planına “Amerikan Usulü Yaşam” tarzının çok keskin ve sağlam bir eleştirilerini oturtmuştur. Zamanında küçümsenen, “memur rejisör” olarak görülen Sirk, günümüzde Amerikan Sinemasının en önemli yaratıcılarından biri olarak kabul edilmektedir. Çağcıl ABD sinemasında mirasçısı olarak görülen Todd Haynes da, Sirk tarzını büyük ustalıkla devam ettiren bir sinemacıdır.
Yalnız İtalya’nın değil, Dünya Sinemasının ilk büyük “auteur”lerinden, Milano’nun çok eski ve çok asil bir ailesinin son çocuğu Luchino Visconti, sadece olağanüstü bir sinemacı değil, Avrupa kültürünün tüm yanlarına derinlemesine dalan bir sanat adamı, becerikli bir müzisyen, büyük bir sahne tasarımcısı ve ünlü bir opera ve tiyatro yönetmeniydi.
Tüm zamanların en büyük esteti Luchino Visconti, romantik ve melodramatik anlatımdan ödün vermeden olağanüstü gerçekçiliğe ulaştığı “soylu meleodram”larıyla kimi yönetmenin elinde ikincil bir tür haline düşürülmüş olan melodramın en asil örneklerini verir; sinemada müziği sessizlikleri dolduran ya da heyecan, mutluluk, neşe gibi duyguların altını çizen aksesuar bir öğe olmaktan çıkararak filmin tematik bütünlüğünün önemli ve ayrılmaz bir parçası haline getirir: başta kırmızı olmak üzere renkleri, çiçekleri, tabloları ile tüm dekorları ve sahne düzenini karakterlerinin ruhsal durumunun ve anlatının bir parçası olarak kullanır.
Visconti’den bu yana, melodramı yeniden öne çıkaran, ona hak ettiği asalet unvanını iade eden sinemacı ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar’dır. İspanyol Sinemasının yaramaz çocuğu olarak hınzır bir mizah duygusu içeren filmlerle sinemaya başlayan Almodóvar uzun sinema kariyeri boyunca çok sayıda melodram çeker, hemen hepsine de o “fırlama” mizah duygusunu, imbikten geçirerek azar azar katmayı başarır.
Venedik Festivalinde prömiyer yapan, yedinci kez birlikte çalıştığı Penelope Cruz’a Volpi Kupası’nı (En İyi Kadın Oyuncu Ödülü) getiren, “Madres paralelas / Paralel anneler”de, hem melodrama döner, hem de iki kadın, iki anne, iki bebek, bir baba arayışı, aşk, ölüm, yas gibi mahrem konular üzerinden, ülkesinin faşist geçmişi ile hesaplaşmaya çalışan politik bir film yapmayı başarır.
Diktatör Franco dönemi geride kalmıştır ama falanjist cinayetlerinin ve infazlarının uğursuz anıları hâlâ tap tazedir. Öldürülüp toplu mezarlara gömülmüş olanlar belleklerden sildirilmeye çalışılsa da, unutturulmaya çalışılan, izi her zaman bulunamayan o çukurlarda, kişisel mezarında huzur bulmayı bekleyen nice ceset vardır.
“Paralel anneler”, kırklı yaşlarının başında fotoğrafçı Janis’in (Penelope Cruz), yeni tanıştığı, ülkesinin üzeri örtülmüş gerçeklerini araştıran adli antropolog Arturo’dan (Israel Elejalde) falanjistler tarafından katledilmiş insanların gömülü olduğu, yeri bilinen bir toplu mezarda kazı yapılabilmesi için destek istemesiyle başlar. Söz konusu mezarda büyük olasılıkla Janis’in iç savaş sırasında kaybolan dedesinin de bedeni vardır. Arturo elinden geleni yapacağını, ancak yakınlarına doğru dürüst bir cenaze töreni yapmak isteyenlerin ifadelerinin ve DNA’larının alınması ve hazırlanan dosyalarla birlikte ilgili mercilerden kazı izni alınması gerektiğinden, sürecin çok zaman alacağını söyler. Arada Janis ile Arturo arasında bir ilişki başlar, hâmile kalan Janis bir süre sonra Arturo’dan ayrılır ama, çocuğu doğurarak tek başına büyütmeye karar verir.
Doğumhanede kendisiyle benzer durumda olan Ana (Milena Smit) ile tanışır. Pek de arzu etmediği çoklu bir ilişki yaşamış olan yeniyetme Ana, hem zaman olarak birlikte olduğu üç kişiden hangisi olduğunu bilmediği birisinin çocuğunu taşımaktadır. Doğum öncesi Janis ne kadar kararlı ve mutluysa Ana bir o kadar şaşkın ve korkmuş durumdadır. Beraber geçirdikleri, çoklukla Janis’in Ana’ya moral vermeye çalıştığı birkaç saat, iki kadının arasında bir bağı oluşturur, aynı gün birer kız çocuğu doğuran iki kadının ayrılan yaşam yolları bir süre sonra her ikisinin de hayatını tamamen değiştirecek biçimde kesişir.
Filmin sürprizini bozmamak için konudan fazla söz etmek istemiyorum. Ancak sürpriz derken filmin hemen başlarında hissedilen durumdan değil, iki farklı katmandaki anlatıyı ustalıkla birleştiren müthiş etkileyici ve çarpıcı finalinden bahsediyorum.
Paralel anneler, sadece çocuklarını babasız büyütecek olan Janis ve Ana değildir. “Paralel anneler”, onların paralelinde ömür boyu tiyatrocu olmayı düşlemiş olan Ana’nın annesi Teresa’nın (Aitana Sánchez-Gijón), geçmişte kaybettikleri oğullarının yasını tutamamış, mezarlarına gidememiş annelerin de öyküsüdür.
Ritmin, zamanlamanın, duyguların, trajik, tahammül edilir ve eğlencelinin dengelenmesini büyük ustalıkla gerçekleştiren Almodóvar, her zaman etkileyici biçimde işlemiş olduğu kadınlar arası ilişkileri geçmişin trajik öyküleriyle başarıyla iç içe geçirir. Annelik, ebeveynlik, aile, kimlik, soy gibi çok sayıda konuyu hem günümüzün bağlamında hem geçmişle bağlantılı olarak, kimlik ve aidiyet duygusunu hem aile hem de toplumsal geçmiş üzerinden ele alır.
Penelope Cruz çok iyi bir oyuncu yönetmeni olan Almodóvar yönetiminde meslek hayatının en iyi performansını sergiler. Yorumunda annelik içgüdüsünü, kayıtsız şartsız sevgiden mükemmel dürüstlüğe, kusurlu ve kusursuz davranışlardan açığa çıkaramadığı sırlara, hem biyolojik, hem duygusal ve toplumsal olarak tüm karmaşıklığıyla var eder. Giderek daha da gençleşen ve güzelleşen Cruz, Venedikte aldığı ödülü olsun, Oscarlarda En İyi Kadın Oyuncu adaylığını fazlasıyla hak eder. Onun gibi deneyimli bir oyuncunun bu derece başarılı olması sürpriz sayılmaz tabii ki. Filmin asıl sürprizi ilk kez izlediğimiz Milena Smit’in insanın içine oturan o benzersiz Ana yorumudur. Yakında Almodóvar’ın yeni ilham perisi ve İspanyol sinemasının yeni umut verici oyuncusu olarak karşımıza çıkarsa şaşırmam. Mükemmel bir Teresa canlandıran Aitana Sánchez-Gijón’u ve izlenmesi her zaman müthiş keyif veren Almodóvar’ın fetiş oyuncusu Rossy de Palma’yı da unutmayalım.
Sonuç olarak “Paralel anneler” bir başyapıt olmasa da, ustanın bir olgunluk dönemi yapıtı, tematik olarak “Annem Hakkında Her Şey” ve “Volver”in yanında yer almayı hak eden çok sağlam bir iş.
Mutlaka izleyin derim
Yönetmen / Senaryo : Pedro Almodóvar
Görüntü Yönetmeni : José Luis Alcaine
Kurgu : Teresa Font
Müzik : Alberto Iglesias
Oyuncular : Penélope Cruz, Milena Smit, Rossy de Palma, Israel Elejalde, Aitana Sánchez-Gijón, Julieta Serrano, Pedro Casablanc, Ainhoa Santamaría, Adelfa Calvo, Chema Adeva
İspanya / Dram / 123 Dk.
Her zsmanki gibi ustalık işi bir yorum, ders niteliğinde. Tşkler