Mudbound / Savaştan Sonra
“Orada bir kahramandım. İnsanlar sokaklarda bizi coşkuyla selamlayıp, çiçekler atıyorlardı. Burada ise sadece saban süren bir zenciyim.” Ronsel
1977 Nashville doğumlu Afro-A merikan kökenli yazar yönetmen Dee Rees mezuniyetinden sonra NYU’da öğrencisi olduğu Spike Lee’nin filmlerinde stajyer olarak çalışmış, ailesine eşcinsel olduğunu açıkladıktan sonra yazıp yönettiği, otobiyografik öğeler içeren ilk filmi “Pariah”ı 2011’de çekmiş. Çok sayıda ödül kazanan bu zarif ve olgun ilk çalışma HBO’nun dikkatini çektiğinde, ünlü biseksüel şarkıcı Bessie Smith’in yaşamına odaklanan “Bessie” (2015) adlı televizyon filmini yazıp yönetmek için HBO ile anlaşmış.
Üçüncü uzun metrajı, Hillary Jordan’ın 2008 tarihli aynı adlı romanından Virgil Williams ile birlikte uyarlayıp yönettiği “Mudbound”. Mississippi Deltasının ıslak ve çamurlu düzlüklerinde çekilen bu dönem filmi, II.Dünya Savaşı başlarından savaşın hemen sonrasına, aynı çiftlikte yaşayan, biri beyaz mal sahibi diğeri zenci kiracı iki ailenin kesişen yaşamlarına, aralarındaki ve kendi içlerindeki gergin ilişkilere odaklanıyor.
Eğer beyaz isen, 1940’lı yılların Amerika’sı gerçekten de özgürlükler ülkesidir. Ya siyahsan?
Köleliğin kaldırılmasının üzerinden 80 yıl geçmiştir ama, Louisiana ve Alabama’da zenci özgürlüğü sadece kâğıt üzerindedir. Kara derililer otobüslerde ayrı bölümde oturmakta, beyazların girdiği dükkânlara arka kapıdan girip çıkmakta, beyazlarla olası yakınlaşmalar ya da kavgalar, Klu Klux Klan eliyle ölümle cezalandırılabilmektedir. (Kanunlar mı ? O da neymiş?). Irkçılığın şiddetle sürdüğü bu dönemde bir “nigger” ancak savaşa katılıp ölebilme özgürlüğüne sahiptir. (Bilindiği gibi “nigger” karaderililer için uzun süre kullanılmış olan son derece aşağılayıcı bir tanımlamadır.).
Büyük şehirden baba yadigarı topraklarının bulunduğu kırsala büyük hayallerle göçen McAllan ailesi, çiftlik hayatının zorluklarıyla yüzleşirken, yüzyıllardır çiftlikte çalışan Jackson ailesi, yeni kazandıkları hakların bilinci ve ilk kez toprak sahibi olmanın heyecanına rağmen, ırkçı ön yargılarla boğuşmaya devam etmekte, McAllan’larin karşısında boynu bükük kalmaktadır.
Kırsal yaşamın birlikte katlanılan zorlukları, her iki tarafta yurtdışında çarpışan gençlerin varlığı, şehirden gelen Henry ve Laura McAllan (Jason Clarke & Carey Mulligan) ile yerli Hap ve Florence Jackson (Rob Morgan &Mary J. Blige) arasında kökleşmiş ırkçılığı aşan bir dayanışmaya dönüşür. Bir tek, Henry’nin Güneyli kindarlığının ve cehaletinin temsilcisi, hain ve dar kafalı babası Pappy (Jonathan Banks), Jackson’lardan nefrete etmeye, onları hınçla aşağılamaya devam etmektedir.
Savaş bittiğinde, kaba saba Harry’nin tam karşıtı, yakışıklı ve duyarlı kardeşi Jamie (Garrett Hedlund) ile Jackson’ların büyük oğlu Ronsel (Jason Mitchell) gittiklerinden daha farklı insanlar olarak çiftliğe dönerler. Savaşta yakın arkadaşlarını kaybeden pilot yüzbaşı Jamie, kendini içkiye vermiştir. Avrupa’da ilk kez insanlığının bilincine varmış, beyaz bir kadınla ciddi bir ilişki yaşamış olan Ronsel ise tekrar bir “nigger”a dönüşmekte zorlanmaktadır.
Jamie ve Ronsel, memleketlerinde devam eden ırkçılığa ve ayrımcılığa esir olmamayı seçerek olağan dışı bir arkadaşlık kurarlar. Bu dostluk, örümcek kafalı Güneyli zihniyetini çileden çıkarır ve Pappy’nin öncülüğünde, gençlerin sapasağlam dönmüş olduklarından daha beter bir savaş başlar. Kimsenin zarar görmeden çıkamayacağı bir savaş…
Dee Rees, Hillary Jordan’ın romanını okuduğunda yazarın McAllan’ların sorunlarına daha fazla odaklandığını fak etmiş. Jackson’lar hakkında yazılanlar oma hiç yabancı gelmemiş. Anneannesinin ona uzun uzun anlattığı kendi çocukluk ve gençlik anılarıyla çok müşterek yanları varmış. Uyarlama sırasında bu anılardan faydalanarak Jackson’ların öyküsünü zenginleştirerek etkileyici bir denge oluşturmuş.
Jordan’ın romanının bir özelliği de birinci tekil şahıs ağzıyla yazılmış olmasıdır. Ancak romanı bir kişi değil, 6 ana karakter, değişe değişe anlatırlar. Rees, bu ilginç anlatım şeklini filmine başarıyla uygulayarak arada bir her karakterin dış sesini anlatıcı olarak kullanmış. Bu da, filme etkileyici bir müzikal kanon ve koral efekti katmış.
“Biraz eski tarz bir film olsun istedim” dediği 134 dakikalık destansı filmi, gerçekten de izleyicinin ağzında “Giant”, “Raintree County” ya da “Days of Heaven”ınkine benzer bir tat bırakmıyor değil. Ancak, o tür filmlerden çok daha karamsar ve çok daha sert bir tat.
Bu biraz Robert Altman, biraz da Paul Thomas Anderson’un çok karakterli filmlerini hatırlatan “Mudbound”da da, bu iki büyük ustada olduğu gibi dört dörtlük bir “ensemble” oyunculuğu var. Carey Mulligan, çiftlik hayatına coşkuyla değil de yaşama içgüdüsüyle uyum sağlayan, evde kalmamak için evlendiği kocasına, anlayışlı ve çekici kardeşinin cazibesine rağmen sadık kalmaya çalışan Laura olarak çok iyi. Jason Clarke, kalın, kaba ve sevimsiz Harry olarak karısının başarılı bir antitezi.
Hap ve Florence olarak Rob Morgan ve Mary J. Blige müthiş inandırıcı bir ikili. Garrett Hedlund, karizmatik ve cazibeli Jamie’nin içkili gülümsemesiyle kontrol altına aldığı derin acıyı bire bir hissettiriyor. Kendine güvenine ve zekâsına rağmen, güçlü kişiliğini baskı altına almak zorunda kalan Ronsel olarak Jason Mitchell müthiş. Toplu oyunculuğun tek çürük elması, Rees’in tüm filme vermeyi başardığı mahrem, çok az şeyin söylendiği, ama her şeyin hissettirildiği tonlamayı kıran, aşırıya kaçan performansıyla Pappy /Jonathan Banks. O da karşı
Keşfedilmesi şart bir sinemacıdan mutlaka izlenmesi gereken çok iyi bir film. Yakında vizyonda.