The Brutalist

“The Brutalist” tasarımcı mimar Marcel Brauer”in kökenlerinden ve yapıtlarından özgürce esinlenen, gerçek hayattan alınmış gibi dursa da, senaryosu tamamen Corbet’le Fasvold’un tasarladığı kurgusal bir hikâyedir.

Amerikan Rüyasının aslında bir karabasan olduğunu, WASP olmayana karşı ayırımcılık ve ötekileştirmenin varlığını hep sürdürdüğünü, bu ABD krallığında da ezelden beri çürümüş bir şeyler olduğunu ustalıkla yansıtan destansı bir film.

OrtaKoltuk Puanı:

Türk seyircisi Brady Corbet’i isim olarak pek anımsamasa da, bekâr bir annenin tek çocuğu olarak 1988’de Arizona’da doğan, 2003 ila 2014 arası çok sayıda film ve TV dizisinde oynayan genç oyuncuyu, başrollerini James Gordon Levitt ile paylaştığı, Gregg Araki’nin başyapıtı “Mysterious Skin” (2005) filminden hatırlar. 2013’te yönetmenliğe geçen Corbet, bütün filmlerini 2012’den beri birlikte yaşadığı, kızının annesi, oyuncu, yönetmen Mona Fasvold ile beraber yazmıştır. İlk uzun metrajı “The Childhood of a Leader / Bir Liderin Çocukluğu” ile Venedik’te En İyi İlk Film, Orizzonti En İyi Yönetmen ve İKSV İstanbul’da Jüri Özel Ödülü dâhil 6 ödül kazanır. 2018’de çektiği müzikal “Vox Lux”un ardından bu yıl Venedik’te prömiyer yapan üçüncü filmi “The Brutalist” (2024) ile En İyi Yönetmene verilen Gümüş Aslan, FIPRESCI ve UNIMED Kültürel Çeşitlilik Ödüllerinin sahibi olur.

Hemen belirteyim, “Brutalist” sözcüğünün kökeni, İngilizce’de gaddar, acımasız anlamına gelen brutal değil, Fransızca bir tabir olan béton brut, yani ham betondur ve brütalizm bir mimari akımın adıdır. Brütalist Mimari’de genellikle boyasız beton, geometrik formlar kullanılır. Cepheler tek renklidir ve çoğunlukla beyaz veya uçuk gri tercih edilir.

Filmlerinde çoklukla travma ve kültür arasındaki döngüsel ilişkiyi irdeleyen Corbet, hayat arkadaşıyla birlikte Jean Paul Sartre’ın kısa romanından uyarladıkları “Bir Liderin Çocukluğu”nda faşist bir zorbanın gelişim yıllarında yaşadığı tacizi, “Vox Lux”ta okulda gerçekleşen bir silahlı saldırının bir pop yıldızının yükselişine vesile oluşunu konu edinir. “The Brutalist” İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’ye göç eden Macar Yahudisi, Bauhaus eğitimli, Holokost kurtulanı mimar László Tóth’un (Adrien Brody) 30 yılı aşkın yaşam savaşımı ele alır. Anlatının geri planında, savaş sonrası Amerikan Rüyasının tasarlanışı, ABD halkının sadece antisemit değil her tür yabancıya ve göçmene düşman oluşu, ülkede Avrupa kültürünün acı verici trajik derinliğinin kapitalizmin cahil vahşetince yenilip yutuluşunu irdeler.

İlk sekanslardaki, eski ve yenidünyayı, geçmişi ve filmin şimdiki zamanını harmanlayan görüntüler, Tóth’un travmalarını geride bırakamayacağını hissettirir. Tóth da, zorlu gemi yolculuğunun ardından Ellis Adasına ayak bastığında ilk kez Özgürlük Anıtını baş aşağı görür. Karısı Erzsébet (Felicity Jones) ve kimsesiz Zsófia (Raffey Cassidy) Avrupa’da takılıp kalmışlardır. İlk geldiğinde yoksulluk içinde kalan Tóth tek başına oğlunu büyütmeye çalışan siyahi bir işçiyle (Isaach De Bankolé) yıllar boyu sürecek bir dostluk kurar. Onu kollarını açarak karşılayan asimile kuzeni Attila (Alesandro Nivola) ile Hristiyan karısının Pennsylvania’daki mobilya dükkânında çalışmaya başlar.

Atilla’nın müşterisi, yörenin söz sahibi bir sanayicisinin oğlu Harry Lee Van Buren (Joe Alwyn), babasına bir sürpriz yapmak amacıyla kütüphanesini yenilemelerini ister. İş bittiğinde, baba Harrison Van Buren (Guy Pearce) bu pasaklı yabancıları kendisinden habersiz evine soktuğu için salak oğluna kızıp tüm ekibi kovar. Ancak bir süre sonra, mekânı olduğundan geniş ve ferah gösteren yeni tasarıma hayran olup arada Attila’dan ayrılmış olan mimarı arayıp bulur.

 

Bireyin sahiplenebildiklerinin hak kabul edildiği bu ülkede, acımasız kapitalizminin simgesi Harrison Lee Van Buren, Tóth’un benzersiz yeteneğini de sahiplenmek, üstelik ucuza kapatmak ister. Bir göçmene iş verildiğinde onun hem minnettar olması hem de kalacak bir yerle az bir maaşa çok iş yapması beklenir. Hele Van Buren siyasi ilişkilerini (tabii ki sıfır maliyetle) Erzsébet ile Zsófia’yı ABD’ye getirebilmek için kullanırsa, László Tóth onun hayal ettiği kütüphane, kültür merkezi ve kiliseden oluşan abidevi Enstitü kompleksini canını dişine takarak inşa edecektir. Tasarladığı brütalist yapının tüm işlevlerini topladığı yüksek tavanlı tek binanın Tóth’un yenilerde kurtulduğu toplama kampına benzemesi Van Buren için önemli değildir. Yetenekli göçmeni el altında tutabilmek, gönlünce yönetebilmek, kafasına göre iş yapmaya kalktığında yerine oturtabilmek ya da yok edebilmek için, milyarder iş adamına gerekli olan Tóth’un savunmasızlığı ve kırılganlığıdır.

“Para sorun değil” denip, harcamaların dolaylı olarak sıkı kontrol edilmesi, Van Buren’in sarsılmaz egoizmi ya da tutarsız hevesleri yüzünden oluşan aksamalar yüzünden kendini altın bir kafeste hissetmeye başlayan Tóth, karısına yazdığı bir mektupta “henüz özgür değiliz” der. Erzsébet’in 10 yıl kadar sonra nihayet kocasına kavuşması ailece statülerinin şartlılık ve koşulluluklarını daha da belirgin kılar. Van Buren’in (ve belki de tam bir pislik olan oğlunun) sahiplenme eylemini tecavüze kadar götürebilmiş olması, kapitalist başarının ya da başarısızlığın vahşet ve acımasızlıkta doruklara çıkabileceğinin göstergesidir.

“The Brutalist” tasarımcı mimar Marcel Brauer”in kökenlerinden ve yapıtlarından özgürce esinlenen, gerçek hayattan alınmış gibi dursa da, senaryosu tamamen Corbet’le Fasvold’un tasarladığı kurgusal bir hikâyedir. Göçmenlerin yaşamlarının ve başarı umutlarının tasvirine Berbard Malamud ve Saul Bellow’un, Tóth’un sınırsız tutkusunda Ayn Rand’ın etkisini hissetmek mümkündür ama, Corbet ve Fastvold bu etkileşimin ötesine geçerler, hatta öyküye doğal ve etkileyici bir şehvet ve cinsellik tadı da katarlar.

Lol Crawley’in yenilikçi kamera oyunları, alışılmadık açı ve kadrajları, Daniel Blumberg’in sıradışı müziği, 15 dakika ara dahil üç buçuk saati aşan süresi boyunca hiç sarkmadan izlenen yüksek tempolu filmi, baş döndürücü bir görsel işitsel şölene çevirir.

Oyuncu yönetimi dört dörtlüktür. Özellikle Adrien Brody, tutkulu karakterinin ruhunun derinliklerini, acılarını, özlemlerini, inancını ve patlamalarını nefis bir Macar şivesi ve benzersiz bir inandırıcılıkla yansıtır. Guy Pearce’in grotesk bir kapitalizmi simgeleyen, içten pazarlıklı ve sapkın karakterin esas kişiliğini, titizlik ve ihtimamla oluşturulmuş göreceli hayranlık ve sahte sevecenlikle ustalıkla kamuflajı çok başarılıdır.

Amerikan Rüyasının aslında bir karabasan olduğunu, WASP olmayana karşı ayırımcılık ve ötekileştirmenin varlığını hep sürdürdüğünü, bu ABD krallığında da ezelden beri çürümüş bir şeyler olduğunu ustalıkla yansıtan destansı bir film. Vizyonda kaçırmayın derim.

Yönetmen : Brady Corbet

Senaryo : Brady Corbet, Mona Fastvold

Görüntü Yönetmeni : Lol Crawley

Kurgu : David Jancsó

Müzik : Daniel Blumberg

Oyuncular : Adrien Brody, Felicity Jones, Guy Piarce, Raffey Cassidy, Isaach de Bankolé, Alessandro Nivola, Stacy Martin, Emma Laird, Joe Alwyn, Jonathan Hyde, Peter Polycarpou, Jaymes Butler, Matt Devere, Michael Epp, Peter Linka

İngiltere-ABD-Macaristan / Dram /225 Dk.

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz