TÜRK SİNEMASINA GENEL BİR BAKIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BAĞIMSIZ TÜRK SİNEMASININ İLK YILLARI

1980’lerin sonlarıyla 1990’ların başları Yeşilçam olarak adlandırdığımız sistemin giderek tamamen yok olduğu, çoğunlukla bağımsız sinemacıların film yapmaya başladığı yıllardır.

Genelde “Bağımsız” olarak nitelendirilen sinema, örneğin Fransız Yeni Dalgası ya da Amerikan Bağımsız Sineması, genelde mevcut stüdyo sistemine karşı bir tür başkaldırı olarak gelişmişken, bu dönemde gelişmeye başlayan Bağımsız Türk Sineması, çökmüş bir stüdyo sisteminin ardından, filmlerini yapabilmek için yeni ve farklı finans kaynakları arayan bir genç kuşağın, farklı anlatım biçemleri ve yeni estetik yaklaşımları keşfetmesiyle oluşmuştur.

Yani bizim bağımsız sinemamız güçlü bir stüdyo sisteminin varlığından değil, yokluğundan doğmuştur.

1990’lardan günümüze uzanan dönem, Türk Sinemasında yepyeni bir anlayışın, yepyeni bir soluğun dönemi olacaktır.

Bu dönem geçmeden önce, 1980 sonrası Yeşilçam’ın içinde başlamış olduğu sinema serüveninde, dönemin gerçekçi siyasal atmosferinin dışında kalan bireysel öyküleriyle tematik olarak bağımsız kuşağa çok daha yakın durmuş olan Yusuf Kurçenli’den (1947 – 2012) söz etmek isterim. Kurçenli, 1973-1980 yılları arasında TRT’de drama yönetmenliği yaptıktan sonra Berlinale Akdeniz Ülkeleri Panoraması’na seçilen ilk sinema filmi ”Ve Recep, Ve Zehra, Ve Ayşe“yi (1983) çeker. 1985’te yönettiği ikinci filmi “Ölmez Ağacı” ise Berlinale Karadeniz Ülkeleri Panoraması’nda gösterilir. “Merdoğlu Ömer Bey” (1986), Sabahattin Ali uyarlaması “Gramofon Avrat” (1987) ve Melih Cevdet Anday uyarlaması “Raziye”nin (1990) ardından en siyasal içerikli filmi “Karartma Geceleri”(1990) gelir. Rıfat Ilgaz’ın II. Dünya Savaşı yıllarındaki solcu avı sırasında yaşadıklarına odaklanan aynı adlı romandan uyarlanan filmde Kurçenli, çok başarılı senaryosunun desteğiyle, bu müthiş sert politik bir öyküyü, slogan atmadan, duygusal kolaycılığa kaçmadan,bağırıp çağırmadan izleyicisinin içine alçak sesle akıtır. Kurçenli, çoğu filmi gibi senaryolarını ya tek başına ya da Ayşe Şasa ile birlikte yazdığı “Çözülmeler” (1994), “Gönderilmemiş Mektuplar” (2002) ve Osmanlı İmparatorluğunun Tanzimat Dönemi’nde Doğu Karadeniz’de Müslümanlarla birlikte yaşayan Ortodoks Hristiyanların, üzerlerinde öteden beri süren baskılar sonucu inançlarını gizlenmek zorunda kalmalarına odaklanan “Yüreğime Sor”dan (2009) sonra, memleketi Çayeli’de “Sevdaya Durmak” isimli filmin çalışmalarını sürdürürken, 1,5 yıldır yakasını bırakmayan kansere yenik düşer.

Bir diğer “geçiş dönemi” sinemacısı da, 1948 Silifke doğumlu Ümit Elçi’dir, Elçi, 1985’te Tarık Dursun K.’nın, kaçakçılık sorunu üzerinden Güneydoğu’nun feodal yapısı içinde kadın-erkek ilişkilerini de öne çıkardığı Orhan Kemal ödüllü romanından yazarla birlikte uyarladığı, sağlam senaryosu ve düzgün sinema diliyle başarılı bir ilk filmle, “Kurşun Ata Ata Biter”le yönetmenliğe başlar. Çetin Altan’ın öz yaşamsal romanından uyarlayıp yönettiği, cezaevi sürecinde sinirleri yıpranan bir yazarın sanrı ve paranoyalarına odaklanan “Bir Avuç Gökyüzü” (1987) biraz klişe anlatımına karşın eli yüzü düzgün bir çalışmadır. Kürt kültürü açısından önemli veriler sunan, Mardin, Midyat, Nusaybin, Hasankeyf ve Cizre’de çektiği ”Ehmedê Xanî’den: Mem û Zîn”i (1991), kırmanca ve alt yazılıdır. Erhan Bener’in bir işkenceci polisin yaşamına odaklanan romanından uyarlayarak yönettiği etkileyici “Böcek” (1994), Antalya Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alır.

Bağımsız Türk Sinemasının oluşm ve gelişim sürecinde, birer ikişer filmle sinemaya giren ve günümüzde de eser vermeye devam eden isimlerin arasında Ersin Pertan, Barış ve Yusuf Pirhasan, Reis Çelik, Ahmet Haluk Ünal, Tomris Giritlioğlu, Yeşim Ustaoğlu, Selim Güneş, Kutluğ Ataman, Olgun Arun, Derviş Zaim, Serdar Akar, Ümit Ünal, Cemil Ağacıklıoğlu, Tayfun Pirselimoğlu, Çağan Irmak, Özer Kızıltan, Yılmaz Erdoğan, Murat Düzgünoğlu ve Selim Demirdelen’i sayabiliriz.

1943 yılında Bulgaristan Haskova’da doğan, yedi yaşındayken ailesiyle İstanbul’a göç eden Ersin Pertan 1971’den 1988’e muhtelif gazete ve dergilerde sinema yazıları kaleme alır.

1981’den itibaren 20’nin üzerinde filmde set fotografçılığı ve/veya yönetmen yardımcılığı yapan Pertan, 1991’de Kemal Tahir uyarlaması “Kurt Kanunu”yla yönetmenliğe başlar.. 1993’te müthiş başarılı Orhan Kemal’uyarlaması “Tersine Dünya”yı çeker. 1997’de İstanbul’un fethi yıllarında geçen “Kuşatma Altında Aşk” adlı dönem filmini, 2001’de Altın portakal Film Festivali’nde Yeşim Salkım’a en iyi kadın oyuncu ödülü kazandıran “Şarkıcı”yı çeker. Son filmi “Mazi Yarası”nın (2009) gösterime girmesinden kısa bir süre önce bir beyin rahatsızlığı sonucunda yaşama veda eder.

Yenilerde yitirdiğimiz, Türk sosyalist hareketinin ve edebiyatının direniş kalemi yazar, senarist şair Vedat Türkali‘nin oğlu, 1951 İstanbul doğumlu yazar, yönetmen, senarist, şair Barış Pirhasan, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirir, sinemaya bilim kurgu türünde 1983 yapımı Badi filminin senaryosuyla başlar. Pirhasan, 1985 ilâ 1990 yılları arasında, Atıf Yılmaz‘ın yönettiği Adı Vasfiye, Aaahhh Belinda, Değirmen, Asiye Nasıl Kurtulur, Kadının Adı Yok ve Bekle Dedim Gölgeye adlı altı filmin senaryosunu yazar, Ömer Kavur’un “Körebe” ve “Amansız Yol” filmlerinin senaryolarına katkıda bulunur. Senaryosunu, yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği ilk filmi “Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal” (1989) olağanüstü duyarlı bir ozan sinemasının ilk ürünündür. Peşinden ne yazıktır ki az sayıda birkaç önemli film yazıp yönetir: Usta Beni Öldürsene (1996), O da Beni Seviyor (2001) ve Adem’in Trenleri (2007). Kanımca son yıllarda sinemamızda yapılmış en güzel filmlerden biri olan Ademin Trenleri, gerek izleyiciler gerek eleştirmenler tarafından nedense fark edilememiş, hem yönetmeninin hem oyuncuları Cem Özer ve Nurgül Yeşilçay’ın hakkı teslim edilememiş benzersiz bir filmdir.

2013 ve 2014 yıllarında TV’de senaryosuna da katkıda bulunduğu, ABD yapımı “Monk” dizisinin başarılı uyarlaması “Galip Derviş”in yönetmenliğini yapan Barış Pirhasan, 2019 yapımı ”Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu” filminin senaryosunu yazar.

Babasının izinden gitmekte olan oğlu Yusuf Pirhasan, çok sayıda televizyon dizisi yönetir, senaryosunu babasının yazdığı ilk uzun metrajı “Kurtuluş Son Durak”ta (2012), en büyük sorunlarımızdan biri olan kadına yönelik şiddete bu kez güldürü penceresinden bakar.

Fotoğraf Sanatçısı, Tiyatro Oyuncusu ve Yönetmeni, Senaryo Yazarları Meslek Örgütü Kurucusu, 1957 Ankara doğumlu Ahmet Haluk Ünal, ilk ve şimdilik tek filmi “Saklı Hayatlar”da (2011) Alevî ve Sünni toplumlarının kimlik çatışmalarının yol açtığı trajediyi yansıtır. Kocası Almanya’da işçi olan Zeynep Hanım, 1980’de Çorum’da yaşanan olaylar yüzünden, binlerce Alevî gibi yanına küçük kızı Gürcan’ı da alarak İstanbul’a kaçar. Yanına yerleştikleri Tıp Fakültesi’nde okuyan büyük kızı Nergis’in yaşadığı apartman sanki Türkiye’nin toplumsal dokusunun bir yansımasıdır. Apartman sakinleri, travmatik ruh hâliyle kimliklerini saklayan aileyi önce sahiplenir ama, oğlunun sol sempatizanı olduğunun farkında bile olmayan üst kattaki milliyetçi muhafazakâr babanın alt kattakilerin kimliklerini fark etmesiyle önyargılar devreye girer ve düşmanlıklar ortaya çıkmaya başlar…

Az sayıda kadın yönetmenimizden 1957 Antakya doğumlu Tomris Giritlioğlu, 1991 yılında Feride Çiçekoğlu uyarlaması “Suyun Öte Yanı” ile Türkiye’nin yazılmamış tarihi üzerine politik bir üçlemeye girişir. Üçlemenin Yılmaz Karakoyunlu’nun romanından uyarlanan ikinci filmi “Salkım Hanımın Taneleri”(1999), Varlık Vergisi ve Aşkale toplama kampını konu alması ve konuyu ilk kez Türkiye gündemine taşıması nedeniyle bir dönem yoğun şekilde tartışılır. Bol sayıda ödülüne ve başarılı oyunculuklarına karşın “Salkım Hanımın Taneleri”, uyarladığı senaryoda Etyen Mahçupyan’ın öyküyü tek taraflı olarak Ermeniler üzerine yoğunlaştırarak Yahudi karakterlerin neredeyse tamamını Ermenileştirmesiyle, gerek dönemsel, gerek sinemasal bir yarım başarıdan öteye gidememiştir. Benzer bir eleştiri yüzeysel bakış açısı yüzünden 6-7 Eylûl olaylarını konu alan üçlemenin 2009 yapımı son halkası “Güz Sancısı” için de geçerlidir.

1961’de Artvin’de doğan fotoğraf sanatçısı Selim Güneş’in Sabahattin Ali’nin “Ayran” adlı öyküsünden uyarlayıp yönettiği ilk ve şimdilik tek filmi “Kar Beyaz” (2011) kardeşlerini doyurabilmek için çareyi kar kış demeden ayran satmakta bulan Hasan’ın bir gününe odaklanır. 1930’larda yazılmış bir öyküyü başarıyla 12 Mart Muhtırası sonrasına taşıyan Güneş öyküsünün arka planına, Doğu Karadeniz’in küçük bir dağ köyünde yaşayan insanların yörenin sert iklimiyle ilişkisini alır. Ön plandaki, küçük bir çocuğun hasretle ayrılıklar, bekleyişler, özlemler, pişmanlıklar bekleyişler dolu yaşam mücadelesinden bir günlük kesit, her şeye rağmen insan yaşamının amacı olan umudu da yansıtır.

1961’de Ardahan’da doğan, yazar, yönetmen Reis Çelik, kurguculuk, kameramanlık ve reklam filmi yönetmenliği yapar, fotoğraf sergileri açar. 1996’da ilk kurmaca filmi “Işıklar Sönmesin”i yönetir, bunu 1998’de “Hoşçakal Yarın”, 2003’de “İnat Hikâyeleri” ve 2007’de “Mülteci” izler. Bir odada iki insanın karşılıklı satranç oynar gibi geçirdikleri gece üzerinde en yaygın sorunlarımızdan çocuk gelin olayına eğilen çarpıcı filmi “Lal Gece” (2012), Berlin Generation’da Kristal Ayı ödülünü kazanır

Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü mezunu Yeşim Ustaoğlu (d.1960), kısa ve uzun metrajlı filmleriyle çeşitli yurtiçi ve yurtdışı festivallere katılır. Kürt sorununa arkadaşlık penceresinden baktığı “Güneşe Yolculuk” (1998) ve mübadele döneminde bir Türk ailenin yanına sığınan ve tüm hayatını asıl kimliğini saklayarak geçirmiş bir kadının yolculuğunu anlattığı “Bulutları Beklerken” (2003) çok sayıda ödül kazanır. Sinemasında sanatsal ve politik öğeleri genelde çok ustaca kaynaştıran Ustaoğlu bir ailenin Alzheimer’lı bir büyük annenin etrafında kimi zaman çözülmesini, kimi zaman da toparlanmasını son derece incelikli ve ölçülü bir duyarlılıkla anlattığı “Pandora’nın Kutusu”(2008), ile o güne kadar yapmış olduklarından göreceli olarak farklı, daha kişisel, daha bireysel bir sinemaya yönelir. “Pandora’nın Kutusu”, bizim kuşağın “Tatie Danielle’i Tsilla Shelton’un ve torununu canlandıran Onur Ünsal’ın başını çektiği kusursuz takım oyunculuğu ve muhteşem finaliyle en etkileyici çalışmasıdır. “Araf”(2012), Türkiye’deki sıradan hayatların içine girerek, kahramanlarının geleceklerine dair hangi yöne bakacaklarını bilemedikleri, bir tür arafta kalmışlık halinin yaşandığı bir mikro dünyayı, her şeyin ortasında duran, her şeyin gelip geçici olduğu, bir bekleme yerinde anlatır. “Tereddüt” (2015), yolları soğuk ve fırtınalı bir gecenin sabahında kesişen, hayatları aynı ama bambaşka iki genç kadının uzun ve zorlu hesaplaşmasının öyküsüdür. Kadın olma hallerini, kadın erkek ilişkisini, aile kurumunun sorumluluklarını ve ihmallerini sorgularken, bir yandan da travma mağduru olan birinin hem psikolojik hem de adli süreçte yaşayabileceği sorunları da tartışır.

1961 doğumlu, sanat eserleri dünyanın birçok galerisinde bulunan çağdaş sanatçı, Kutluğ Ataman, başrolünde İstanbul’un olduğu ilk filmi, “Karanlık Sular”da (1994) karanlık bir cinayet öyküsü aracılığıyla eskiyle yeninin karşı karşıya geldiği bir dünyaya götürdüğü seyircisini sımsıkı yakalar. Berlin’de Türklerin yaşadığı bölgede geçen, mizah ve şiddetin etkili karışımı ikinci uzun metrajı “Lola+Bilidikid” (1998) “Almancı” toplumun ırksal ve cinsel kimlikle ilgili önyargılarını dürüstçe ele alır. Perihan Mağden’in romanından uyarlayıp yönettiği “İki Genç Kız”, fonda “Karanlık Sular”dakinden daha çıplak ve çağdaş bir İstanbul’un yer aldığı, gençlerin arasındaki ilişkilerin, hayallerinin ve umutlarının kırılganlığına tempolu ve eğlenceli bir bakıştır. Uzunca bir süre sinemadan uzak kalan, arada belgesel video çalışmalarına ve Mezopotamya Dramaturjileri adlı görsel çalışmalar serisine yoğunlaşan Ataman, 2014’de Antalya’da Altın Portakal ve SİYAD ödüllerini alan “Kuzu” ile yıllar sonra kurmacaya parlak bir dönüş yapar. Cebrail’den Hz.İbrahim’e ve Hz.İsmail’e göndermeleriyle, antik Medea efsanesini ait olduğu Anadolu topraklarına geri getiren şaşırtıcı dini ve mitolojik altyapısıyla “Kuzu”, tüm sorumlulukların kadına yüklendiği bir coğrafyada, kadının adının hâlâ anılmadığı günümüz Türkiye kırsalının gerçeği irdeler.

Özdemir Asaf ile Yıldız Moran’ın 1963 İstanbul doğumlu oğulları Olgun Arun’un 2006 tarihli filmi “Tramvay”, toplum baskısı sonucu, sınırlara gelmiş iki genç insanın, İstiklal Caddesinde, ülkemiz insanlarını temsil eden bir grup tramvay yolcusunu rehin almaları ile gelişen olayları anlatır. “böyle giderse, sonumuz bu olacak” mesajını veren bu gerilim ve kara film örneği, günümüzde, tüm dünyada yaşanan, sevgisizlik, hoşgörü eksikliği ve tahammülsüzlük üzerine belki de bir dünya sonu öyküsüdür.

Gerçek ismi Derviş Zaimağaoğlu olan 1964 Kıbrıs (Gazimağusa) doğumlu Derviş Zaim, Boğaziçi Üniversitesinde İşletme okur (1988), İngiltere Warwick Üniversitesi’nde kültürel çalışmalar dalında mastır yapar (1994). Film çalışmalarına 1991’de başlayan, 1992 ilâ 1995 yılları arasında TV yönetmenliği ve yazarlığı yapan Zaim, ilk romanı Ares Harikalar Diyarında ile 1995 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanır.

Yazıp yönettiği ilk film “Tabutta Rövaşata (1996)” ile yurtiçi ve yurtdışında birçok ödül kazanır, Rövaşata’yı yine bol ödüllü Filler ve Çimen (2000) ile Çamur (2002) izler.

Zaim, geleneksel el sanatlarını temel aldığı, bu sanatların çekim estetiğini sinema estetiği ile harmanlamaya çalıştığı ve şimdilik üçleme olarak tasarladığı bir film serisine başlamış, Minyatürü konu alan “Cenneti Beklerken”in (2005) ardından, hat sanatına yönelen “Nokta” (2008) ve gölge tiyatrosunun biçimsel niteliklerini sinemaya yansıtmayı denediği. “Gölgeler ve Suretler“i çeker. Burdur’un Hasanpaşa köyünde her sene düzenlenen geleneksel “çoban yarışması“nı öyküleyen “Devir” filminin ardından Zaim, bir balıkçının para hırsı yüzünden aşırı gaddar avlanma metotları denemesi sonunda, kendine ve yakınlarına zarar vermesi üzerinden insan doğa ilişkisisine odaklandığı “Balık” (2013) filmini çeker. Sinemasında her zaman geleneksel sanatlara yer vermiş olan Zaim, Yedi Uyurlar meselinden yola çıktığı “Rüya”ile (2016) geleneğin ve mitosların sinemasal karşılığını arar ve bu fantastik ütopya üzerinden hayatın döngüselliğini anlatır.

1964 Ankara doğumlu, 2000 Mimar Sinan Sinema TV bölümün mezunu Serdar Akar 1998’de, dedesinin sinemasına atfen isimlendirdiği ve kuruculuğunu yaptığı “Yeni Sinemacılar” gurubunun içinde birbirine geçmiş çapraz senaryoya sahip iki film yazar: “Gemide” ve “Laleli’de bir Azize”. Bir kum kosterinin personeliyle kaptanının başından geçen öykü çerçevesinde Türkiye’nin çarpık yapısına eleştiri getiren “Gemide”nin yönetmenliğini de yapar. 2000 yılında, gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak yazıp yönettiği, çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği kasabanın ve ailesinin hikâyesinin yer aldığı, yaşamını futbol sahalarında geçirmiş ünlü ve ünsüz insanların farklı umut ve beklentilerini, tutkularını ve aşklarını anlattığı, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”ı çeker. Sonrasında çektiği, bir Güneydoğu Anadolu kasabasındaki töre eleştirisi Maruf’un ardından “Yeni Sinemacılar”dan ayrılır .

Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı ve Türk sinemasında yapılmış en sert filmlerden biri olan 2006 yapımı “Barda”, bir yandan kendilerine ait sıkıntıları ve çözmek zorunda olduğu problemleri olsa da gençliğin getirdiği umutla hayata sımsıkı bağlı beş gencin birden bire hayatlarının tam ortasına giren nedensiz şiddetle yaşadıkları büyük yıkımı anlatır; bir yandan da suçluların hangi adalete göre cezalandırıldığının sorgulamasını yapar. Bu sert filmin sert finali aynı zamanda bir sinefil şakasıdır. Finalin cezalandırıcı mahkûmları kuşağın önemli yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz, Çağan Irmak, Cemal Şan, Selim Demirdelen ve Serdar Akar’dır. Serdar Akar, 12 Eylül darbesi sırasında bir polis baskınında sosyalist anne ve babası gözleri önünde katledilen bir genç kızın yaşadığı travmayı izlediğimiz siyasi nitelikli “Gecenin Kanatları”nın ardından televizyon dizilerine geçer. TV’nin efsane dizisi “Behzat Ç – Bir Ankara Polisiyesi” ni ve diziden esinlenen “Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm” (2011) ile “Behzat Ç. Ankara Yanıyor” filmlerinin yönetmenliğini yapar.

1965 İzmir doğumlu Ümit Ünal 9 Eylül Üniversitesi Sinema TV bölümünü 1985 yılında bitirir. Okul sırasında yaptığı kısa filmlerle çeşitli ödüller alır. Halit Refiğ, 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda Birincilik Ödülü alan ilk senaryosu “Teyzem”i yönetir. “Teyzem”le 1986 – 1993 yılları arasında çekilen yedi senaryosu, filmlerin yönetmenlerinin en iyi filmleri arasında yer alır: “Milyarder” 1987 (Kartal Tibet); “Hayallerim, Aşkım ve Sen” 1987 (Atıf Yılmaz); “Arkadaşım Şeytan” 1988 (Atıf Yılmaz); “Piano Piano Bacaksız” 1989 (Tunç Başaran); “Berlin in Berlin” 1992 (Sinan Çetin); “Amerikalı” 1993 (Şerif Gören); “Yaz Yağmuru” 1993 (Tomris Giritlioğlu) Ünal, 2003 yılı Yabancı Film Oscar’ı için Türkiye’nin adayı seçilen ve çeşitli festivallerde ödüller alan ilk filmi “9”u 2001 yılında yazar ve yönetir. 2004 yılında senaryosunu yazdığı her bölümünü farklı bir yönetmenin çektiği “Anlat İstanbul” adlı beş öykülü filmin bir bölümünü de yönetir. 2008 yılında yazıp yönettiği, sinemamızda benzeri olmayan bir oda sineması örneği olan “Ara”, Uluslararası 27. İstanbul Film Festivali jüri özel ödülünü ve 15. Altın Koza Film Festivali’nde en iyi senaryo ve en iyi kurgu ödüllerini alır. 2009’de sinemaya uyarlayarak yönettiği, Hasan Ali Toptaş‘ın pek çok okumaya açık “Gölgesizler” adlı romanını son derece ilginç yeni bir okuması olarak sinemalaştırır. 1970’lerin bilimkurgu filmlerine saygı duruşunda bulunan “Kaptan Feza”da (2010), ölümden kaçmaya çalışırken kırılgan bir kız çocuğunun hayal dünyasını canlı tutmaya çalışan bir adamın öyküsünü anlatır. Peşinden Uygar Şirin’in senaryosundan, mantıksal dokusu hiç aksamayan, sinemamızda az rastlanan ve psikolojik gerilim filmi “Ses” (2010) gelir.

Nar” (2011) ile yeniden ustası olduğu “oda sinemasına” dönen Ünal, farklı inanıştaki dört farklı karakterleri bir apartman dairesine hapsederek, tek bir mekânda, yarım gün gibi çok kısa bir zaman dilimi içerisinde gerilim dozunun hiç düşmeden onların kesişen hayatlarına odaklanır. Rehin alanla rehin alınana aynı mesafeden bakarak, insanlığın karanlık yüzüne karanlık bir ayna tutar. “Nar”ın ardından gelen, Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği sekizinci, yazdığı yedinci film 2018 yapımı “Sofra Sırları” kocasının sözünden çıkmayan, maddi ve manevi şiddet uygulamasını kolayca sindiren, aldatıldığını öğrense bile tepki göstermeyecek kadar ruhen körelmiş, umutsuz ev kadını “ideal eş” Neslihan’ın bilinçlenme ve özgürleşme sürecinin öyküsüdür. Bu süreçte, kocadan aşüfte komşuya, kocanın iş arkadaşlarından çiçekçi çocuğa, karşılaşılan her türlü engel aşılacak, gerekirse bunun için birkaç cinayet bile işlenecektir. Ümit Ünal bildik “seri katil filmi” kavramını alt üst ederek Neslihan’ın tragejik öyküsünü, hınzır, fırlama bir kara güldürüsü olarak anlatır. Hınzır senaryo, sevgiye ve ilgiye susamış Neslihan’ın karşısına içten pazarlıklı, paragöz ve kötü niyetli kurbanlarını çıkardığında asıl canavarın öldüren mi öldürülen mi olduğu belirsizleşerek Neslihan, seri katil olmaktan çıkıp bir intikam meleğine, giderek Robin Hood gibi ezilenlerden yana bir adalet kılıcına dönüşür. Ünal, bu karanlık ve son derece komik güldürüyü yönetirken büyük başarıyla, mekânın da filmin önemli bir karakterlerine dönüştüğü bir oda sineması olarak ele alır ve Neslihan’ın içinden çıkamadığı kısır döngünün, eve kapanmışlığın, eve kapatılmışlığın ifadesi olarak filmin neredeyse tamamını Neslihan’ın evinin içinde çeker. Bir süredir Büyükada’da yaşayan Ümit Ünal’ın küçük bir bütçeyle Büyükada’da çektiği, iki kadın arasında geçen bir aşk hikâyesini anlatan son filmi “Aşk, Büyü,vs”(2019) Altın Portakal’da SİYAD ödülünü ve Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü’nü kazanır; filmin başrolünü Ece Dizdar ile paylaşan Selen Uçer, de En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi olur. Corona günlerinden sonra izlemeyi ümit ediyoruz.

1959 yılında İstanbul’da doğan, fotoğrafları yurt dışında birçok sergiye katılan, müzik klipleri çeken, kısa filmler yapan ünlü fotografçı Cemil Ağacıkoğlu, genç bir adamın sınırlı dünyasını kadın-erkek ilişkilerine odaklanarak ortaya koyan ilk uzun metrajı “Eylül” (2011) ile Altın Koza’dan dört ödülle ayrılır. Kanser şüphesiyle ağır bir kötümserlik yaşayan kadının giderek içine kapanması, genç karı-kocanın, hastalık süreciyle birlikte birbirinden yavaş yavaş kopmasına, aralarındaki derin bağa rağmen birbirlerine ulaşamamalarına sebep olacaktır.

Ağacıkoğlu’nun ikinci filmi “Özür Dilerim” (2013), hayatı boyunca birine bağımlı yaşamak zorunda olan zekâ özürlü büyük oğul, kardeşinin sorunları yüzünden yıllardır kendini aile içinde ikinci plana itilmiş hisseden küçük oğul ve annelerinden oluşan bir aileye odaklanır. Genç oğulun düğün telaşı sırasında ağabeyin açılan kapıdan çıkarak kaybolmasıyla aile içinde çözülmeler, iç hesaplaşmalar, yaşanmaya başlayacak, aileyi bir arada tutan bağın kayıp ağabey olduğu anlaşılacaktır.

1959’da Trabzon’da doğan Tayfun Pirselimoğlu, ODTÜ’den mezun olduktan sonra Viyana’da Uygulamalı Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim ve gravür eğitimi almış, birçok şehirde sergi açmış, resimleri dünyanın birçok yerinde ortak sergilere katılmış ünlü bir ressam Dört roman ve iki hikâye kitabı kaleme alan, 1985 sonrası senaryo yazarı olarak sinemaya geçen Pirselimoğlu,o dönemde evli olduğu Yeşim Ustaoğlu‘nun ilk filmi “İz”in senaryosuna katkıda bulunur. Televizyon için iki senaryo yazdıktan sonra gözaltında kaybolan oğlunu arayan bir annenin öyküsünü anlattığı, ilk uzun metrajı “Hiçbiryerde”yi yazıp yönetir ve bu filmle 2002’de Montreal Film Festivali’nin Büyük Ödülünü kazanır.

Tayfun Pirselimoğlu, uzunca bir aradan sonra “vicdan üçlemesi” olarak adlandırdığı bir film dizisine başlar. Üçlemenin ilk filmi “Rıza” (2007), İstanbul-Adana arası taşımacılık yapan kendi halinde bir kamyon şoförünün, sahip olduğu tek şey olan kamyonunu tamir ettirebilmek için suça bulaşmasını anlatır. Üçlemenin ikinci halkası “Pus” (2009) korsan DVD işiyle hayatını sürdüren motosiklet tutkunu içine kapanık Reşat’ın öyküsüdür. Mahalledeki bir genç kıza ilgi duysa da ona da açılamayan, yaptığı küçük hırsızlıklarla hayatına heyecan katmaya çalışan genç adam, bir gün patronuna gelmiş bir paketi çalacak ve hiç beklemediği bir anda kendini karanlık işlerin içinde bulacaktır. Üçlemenin son filminde Pirselimoğlu, kamerasını bir kez daha yalnız ve iletişimsiz insanların dünyasına çevirir. Kanser olduğunu ve yakında öleceğini öğrenen bir perukçunun dükkânına saçlarını satmaya gelen kadına aşkının anlatıldığı “Saç” (2010), 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yazar yönetmenine en iyi yönetmen ve “Altın Lale Yılın en iyi Türk filmi” ödüllerini, Nazan Kesal‘a da En iyi Kadın Oyuncu ödülünü getirir.

Biraz fantastik, biraz halüsinatif, epey kafa karıştırıcı ama bir o kadar da zeki ve özgün öyküsüyle 2013’de, yazıp yönettiği “Ben O Değilim” ile Tayfun Pirselimoğlu Altın Lale’yi bir kez daha kazanırken, Dünya Prömiyerini yaptığı Roma Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü de alır. Filmi neredeyse tek başına yüklenen Ercan Kesal’ın dört dörtlük bir oyunculuk dersi verdiği “Ben O Değilim” bir tanenin kantininde çalışan orta yaşlarını süren bekâr Nihat’ın yaşadıklarını anlatır. Kantindeki genç mesai arkadaşı Ayşe bir akşam Nihat’ı evine akşam yemeğine davet eder. Nihat, Ayşe’nin hapisteki kocası yüzünden etrafta dedikodu çıkacağından endişe etse de daveti kabul eder. Evde gördüğü düğün fotoğrafı Nihat’ı alt üst eder, çünkü Ayşe’nin kocası kendisine ikizi kadar çok benzemektedir. Bu garip ilişki Nihat’ın sıradan hayatında tahmin edemeyeceği değişikliklere yol açar… Pirselimoğlu, yazıp yönettiği son filmi “Yol Kenarı” (2017) ile giriştiği farklı, ayrıksı ve ilerici yeni çizgisini devam ettirir. Bir kasabada açıklanamayan ölümler ve gizemli doğa olaylarının üzerinden bir kıyamet günü alegorisine girişen Pirselimoğlu, tutturduğu son derece başarılı kapkara gizli mizah tonlamasıyla, son dönemlerde Angeloplos’la çalışmış olduğu Andreas Sinanos’un muhteşem siyah-beyaz görüntüleri eşliğinde filmini iki saat boyunca soluk soluğa izletir.

1961 İnegöl doğumlu Ezel Akay, Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Amerika’da tiyatro öğrenimi görür. Reklam metin yazarlığı, yapım asistanlığı ve amirliği, tiyatro yönetmenliği ve oyunculuğu yapan 500’den fazla reklam filmi yöneten Akay’ın Türkiye’de yapılmış en nitelikli müzikal filmlerden biri olan ilk yönetmenlik çalışması “Neredesin Firuze” (2004) İMÇ plak dünyasına hiciv dolu bir yaklaşımla bakar.

Ezel Akay, 2006’da senaryosunu “Neredesin Firuze“nin senaristi Levent Kazak ile birlikte yazdığı, yoğun, dinamik, eğlenceli, bol konuşmalı, belki de bir parça da fazla gösterişli “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü”yü çeker. Gerçekliği tartışmalı olan iki karakterini yaşadıkları varsayılan tarihsel dönemin koşulları içinde, Karagöz ve Hacivat’ı kahramanı oldukları gölge oyununun tarzını takip ederek anlatmaya soyunan bu cesur film kimi eksikliklerine rağmen ilgiyi kesinlikle hak eder. 2009’da çektiği “7 Kocalı Hürmüz”ün yeniden yapımı, İstanbul’un bir Karagöz Hacivat oyununu andıran iki boyutlu ve renkli fonunda geçer. Bu eğlenceli ve neşeli film, renkli tiplemeleri ve vodvilimsi hareketliliği kadar, güncelle tarihiyi esprili harmanlamasıyla da çok keyiflidir. 9 yönetmenin elinden çıkan “F Tipi Film”in (2012) bir bölümünü yönettikten sonra sinemaya uzunca bir ara veren Akay, hâlen senaryosuna da katkıda bulunduğu “9 Kere Leyla”nın yapım sonrası aşaması sürecinde.

1963’de İstanbul’da doğan televizyon dizisi yönetmeni Özer Kızıltan, senaryosu Önder Çakar’a ait olan, kendi halinde, babasından kalan evde tek başına yaşamını sürdüren, zamanının çoğunu bağlı olduğu dergâhta ibadetle geçiren Muharrem’in dünyevi olan ile uhrevi olan arasındaki çatışmada giderek tükenişini anlattığı “Takva”( 2005) filmini çeker.

Gösterime girişinden itibaren, hem sinema çevrelerinde hem politik çevrelerde olumlu ve olumsuz tepkiler alan ve tartışmalara neden olan “Takva”nın getirdiği umutlar ne yazıktır ki, hiç beklemedikleri bir anda yolları kesişen ve birbirlerine büyük bir tutku ve aşkla bağlanan iki genç insanın hikayesini ağlak ve eskimiş Yeşilçam kalıplarında anlatan yeni filmi “Beni Unutma”(2011) ile (şimdilik) büyük hayal kırıklığı ile sonuçlandı

1967’ de doğan oyuncu, yazar, yönetmen Yılmaz Erdoğan‘ın senaryosunu yazarak Ömer Faruk Sorak ile beraber yönettiği “Vizontele” ( 2001), 1974 yılında başında Van’ın Gevaş ilçesine televizyon gelmesinin öyküsüdür. Erdoğan, çoğunlukla BKM oyuncularının rol aldığı bu komedinin büyük tecimsel başarısından sonra, 2004 yılında “Vizontele Tuuba” adlı bir devam filmini çeker. 2010 tarihli “Neşeli Hayat”ın ardından çektiği “Kelebeğin Rüyası” (2013), II. Dünya Savaşı döneminde Zonguldak’ta yaşayan ve genç yaşta veremden ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu‘nun hayat hikâyesini anlatır. Yılmaz Erdoğan‘ın senaryosu ve yönetmenliği kadar Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat‘ın oyunculukları hem eleştirel hem ticari başarı kazanır, film 2013’ün Türkiye Oscar adayı olur. 2016’da yazıp yönettiği “Ekşi Elmalar”la kamerasını “Vizontele”de yapmış olduğu gibi yine kendi geçmişine çeviren Erdoğan, otoriter ve sert bir babayla üç kızının 1970’lerin Hakkâri’sinde başlayıp 1990’lara kadar uzanan öyküsünü hüzünlü bir komedi alarak aktarır. Kimilerince kült film olarak görülse de, orta halli bir suç komedisi olan “Organize İşler”in (2005) devam filmi “Organize İşler Sazan Sarmalı” (2019) ilkinin düzeyini dahi tutturamaz.

1969’da Stuttgart doğumlu Selim Demirdelen, New York Üniversitesi’nde kısa dönem film eğitimi aldıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sinema/tv dalında yüksek lisans yapar. , 1998’den bu yana bağımsız reklam filmleri çeken, müzikle de ilgilenen Demirdelen, Ümit Ünal’ın yazmış olduğu “Anlat İstanbul”un beş yönetmeninden biri olarak ilk kurmaca filmini çekmiş. Yazıp yönettiği ve müziklerini yaptığı ilk uzun metrajlı filmi “Kavşak” (2010) bir muhasebe şirketinde şef olarak çalışan, verdiği küçük bir açık ve yeni bölüm şefi Arzu’nun dizginlenemeyen merakıyla rutin hayatı köşeye sıkışmaya başlayan Güven’in öyküsü. Demirdelen, muhasebecinin yaşadığı travma sonrası kendi vicdan muhasebesini bir türlü yapamayışını, eskiden bütün bir teşkilatı yöneten bir polis memurunun kendi ailesini idare edememesi ve bir çalışanın, kardeşinin hastane masrafları için şirketten para çalması hikâyeleriyle harmanlayarak anlatır.

Murat Düzgünoğlu (d.1969) , 2009’da Bitlis’te çektiği, bir anne ile dört çocuğunun didişmelerine odaklanan ilk filmi “Hayatın Tuzu”ndan sonra “Neden Tarkovski Olamıyorum?” (2014) filminde, büyük hayalleri olan ve hayatını televizyona ucuz türkü filmleri çekerek sürdüren ancak asıl arzusu hayranı olduğu Tarkovski gibi filmler çekmek olan 35 yaşındaki bir yönetmenin traji-komik hikâyesi. Son filmi “Halef” portakal hasadına yardım etmek için yıllar sonra doğduğu topraklara, annesinin yanına geri dönen Mahir ile onun ölen ağabeyinin reenkarnasyonu olduğunu iddia eden Halef’in karşılaşması üzerine kurulmuş. Avrupa sanat sinemasına öykünen filmin anlatımı ve inandırıcılıktan uzak finali Halef’in öyküsü kadar sahte ve yapay kalıyor.

Bağımsız sinemacılarımızın bir önemli özelliği de, çoğunlukla kendi içine kapanan Yeşilçam sinemasının aksine, dış dünyaya, uluslararası festivallere açık olması. Bu yazıda söz ettiğimiz sinemacıların filmleri sık sık yurt dışı festivallerinde gösteriliyor, ödüller alıyor.

Bunların paralelinde, birkaç önemli “auteur”ümüz de uluslararası sinema dünyasında başa oynamaya, en önde gelen festivallerde önemli ödüller almaya başladılar. Bir sonraki bölümde bu sinemacılara odaklanacağız.

CORONA GÜNLERİ İÇİN FİLM ÖNERİLERİ 2

Bağımsız Türk Sinemasının İlk Yılları

Ersin Pertan

1) Tersine Dünya (1993)

Ahmet Uluçay

1) Karpuz kabuğundan Gemiler Yapmak (2001)

Yusuf Kurçenli

1) Karartma Geceleri (1990)

2) Yüreğine Sor (2010)

Ümit Elçi

1) Kurşun Ata Ata Biter (1985)

2) Ehmedê Xanî’den: Mem û Zîn (1991)

3) Böcek (1994)

Barış Pirhasan

1) Usta beni Öldürsene (1987)

2) O da Beni Seviyor (2001)

3) Adem’in Trenleri (2007)

A.Haluk Ünal

1) Saklı Hayatlar (2011)

Selim Güneş

1) Kar Beyaz (2011)

Reis Çelik

1) İnat Hikâyeleri (2003)

2) Lal Gece(2013)

Yeşim Ustaoğlu

1) Güneşe Yolculuk (1999)

2) Pandora’nın Kutusu (2008)

3) Tereddüt (2015)

Kutluğ Ataman

1) Karanlık Sular (1994)

2) Lola+Bilidikid (1998)

Derviş Zaim

1) Tabutta Rövaşata (1996)

2) Filler ve Çimen (2000)

3) Cenneti Beklerken (2008)

4) Rüya (2016)

Ümit Ünal

1) “9” (2001)

2) Ara (2008)

3) Gölgesizler (2009)

4) Nar (2011)

5) Sofra Sırları (2018)

Cemil Ağacıklıoğlu

1) Eylül (2011)

2) Özür Dilerim (2013)

Serdar Akar

1) Gemide (1997)

2) Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000)

3) Barda (2006)

Tayfun Pirselimoğlu

1) Hiçbiryerde (2012)

2) Vicdan Üçlemesi: Rıza (2007); Pus (2009; Saç (2010)

3) Ben O Değilim (2013)

4) Yol Kenarı (2017)

Ezel Akay

1) Neredesin Firuze (2004)

2) Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü (2006)

3) 7 Kocalı Hürmüz (2009)

Özer Kızıltan

1) Takva (2006)

Yılmaz Erdoğan

1) Vizontele (2001) & Vizontele Tuuba (2004)

2) Kelebeğin Rüyası (2013)

3) Ekşi Elmalar (2016)

Selim Demirdelen

1) Kavşak (2010)

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz