38. İstanbul Film Festivali Notları
İlkbaharın müjdecisi İstanbul Film Festivali zengin programıyla sinefillere 12 günlük görsel bir şölen sundu.
SÜRPRİZİ BOL BİR FESTİVAL
Dünya festivallerinde öne çıkan filmlerden, klasiklerden oluşan zengin seçkisiyle 38. festival sinemaseverlere çok hoş sürprizler de sundu. Bunlardan biri bandeleon virtüözü Astor Piazzolla hakkında oğlunun yaptığı görkemli belgesel idi. Festival sonrası vizyona giren ‘Destroyer’ başroldeki Nicole Kidman’ın görkemli performansı için izlenmeyi hak ediyor.
Yunan yakın tarihinin renkli perspektifi eşliğinde dostluk mesajları veren ‘1968’, herkesin keyif aldığı bir filmdi. ‘Lanetli Kumaş’, izleyicileri bölen film oldu. Başyapıt muamelesi çeken de oldu, nefret eden de…
Program ilan edildiğinde beklenti çıtasını yükseklere koymadan izlemeye gittiğimiz 38. İstanbul Film Festivali, hoş sürprizleriyle, sinematek işlevi gören klasikleriyle ve keşifleriyle sinemaseverlere keyifli bir maraton yaşattı.
PİAZZOLLA’YA SAYGI DURUŞU
Favori bestecim, bandeleon virtüözü, ‘Tango Nuevo’nun kurucusu Astor Piazzolla’nın 50 yıldır dinlemekten usanmadığım Libertango’sunu ‘Piazzolla, Köpekbalığı Yılları’ belgeselinde tekrar dinlemek bana 38. festivalin en keyifli anlarını yaşattı.
Piyanist oğlu Daniel Rosenfeld’in kişisel arşivinden özel görüntüler ve konser kayıtlarından yararlanarak yaptığı bu belgesel, bu müzik dehasının yıllarca ülkesinin müzik dünyasıyla değil, ailesiyle de sallantılı ve çetrefil ilişkisinin içyüzüne canlı bir bakış atıyor.
Bu belgeselde, oğlu Daniel’in ağzından tango devrimini gerçekleştiren babasının son yıllarını geçirdiği Uruguay’ın sayfiye şehri Punta del Este’de “her zaman istikbale bakmalı, geçmişle ilgilenmemeliyiz” diyerek bütün bestelerini yaktığını öğreniyoruz.
Kendinden emin, inatçı ve tutkulu bir dâhinin nasıl bir baba olduğuna dair ipuçlarını Daniel’in arşiv görüntülerinde buluyoruz. Kendi orkestrasında yıllarca piyano çalan oğlunun “müziğini geliştiremiyorsun, gerileme dönemindesin” eleştirisi üzerine kendisiyle darılıp 10 yıl konuşmadığını öğreniyoruz.
Kızı Diana ile saatlerce süren sohbet kayıtlarından renkli yaşamından ilginç detaylar yakalıyoruz. Arjantin’in sayfiye şehri Mar del Plata’da 1921’de berber bir baba, terzi bir annenin tek evladı olarak doğan Astor’un, 2 yaşındayken ailesinin New York’a taşınmasından sonra 16 yaşına kadar bu şehirde yaşadığını öğreniyoruz. Sakat bir bacakla doğan Astor, ömür boyu diğerine nazaran ince bir sağ bacakla yaşadı.
Ses kayıtlarından mükemmel İngilizce ve Fransızca konuştuğunu duyduğumuz Astor Piazzolla’nın hayatının en yaratıcı dönemini, 1950’lerin başında gittiği Paris’te yaşadığını öğrendiğimiz belgeselde, eğitmen Nadia Boulanger’den ders aldığını (1954) ve Georges Moustaki ile çalıştığını öğreniyoruz.
Uçak kazasında hayatını kaybeden Arjantin tangosunun en büyük sesi Carlos Gardel ile tanışmasını, 1974’te Juan Peron’un ölümüyle sarsıldığını, ülkesini yedi yıl demir yumrukla yöneten askeri cuntanın lideri Jorge Videla ile yaşadıklarını, Piazzolla ailesinin arşiv görüntülerinden izliyoruz.
Hayatı boyunca zengin olamadan, günü gününe kazandıklarıyla geçinen, kırılgan karakterli, Piazzolla’nın 1965’te depresyona girip evini terk ettiğini oğlu Daniel’in ağzından dinliyoruz.
Piazzolla ‘Yeni Tango’ adını verdiği, caz ve klasik müzik etkileri taşıyan tango tarzı, bütün dünyada yaygınlaşmasına rağmen türün geleneksel formundan uzaklaştığı için özellikle kendi ülkesinde çok ters tepkilerle karşılaşmıştı.
Müziklerini birçok yönetmen filmlerinde kullandı. Bunlardan biri olan ‘Güney/ El Sur’u 1988 Cannes Film Festivali’nde izlemiştim. Bu film Arjantinli usta Fernando Solanas’a o yıl En İyi Yönetmen Ödülü’nü getirmişti.
En iyi bestelerini Uruguay’ın Punta del Este’sinde yazan Piazzolla hayatı boyunca balıkçılığa ilgi duymuştu. 1988’de kalp ameliyatı geçiren ustanın hayatını, ölümüne yakın yıllarda kızı Diana bir kitapta toplamıştı. Astor Piazzolla felç olduktan sonra 1992’de 71 yaşında Buenos Aires’te öldü.
GEÇMİŞİYLE YÜZLEŞEN KADIN POLİS
1968 New York doğumlu kadın yönetmen Karyn Kusama, kariyerindeki altıncı uzun metraj filminde kadın kahramanların öyküsünü anlattı.
Nicole Kidman’ın canlandırdığı geçmişiyle yüzleşen polis memuru Erin odaklı ‘Destroyer’de de öyle yapıyor.
‘Davet/The Invitation’ (2015), ‘Girlfight’ (2000) ve ‘Kana Susadım/Jennifer’s Body’ (2005) gibi filmlerinden hatırladığımız Karyn Kusama, bu kez polis departmanında saygınlığını kaybetmiş, ailesi dağılmış, fiziken çökmüş, kocası ve 16 yaşındaki kızıyla sorunları olan bir Los Angeles polisinin öyküsünü anlatıyor.
Erin, kariyerinin ilk yıllarında zorlu bir görevle karşı karşıya kalır. Tehlikeli bir çeteye gizlice sızıp onların güvenini kazandıktan sonra bilgi taşımalıdır. Ancak görev başarısızlıkla sonuçlanınca Erin insanların ölümüne neden olur.
Yıllar boyunca vicdan azabı ve pişmanlıklarıyla baş etmeye çalışan Erin, çetenin lideriyle tekrar karşılaşır, meslektaşlarından yardım almadan intikam almayı kafasına koyar. Bu suç örgütünü baştan ele alırken Erin’in bir yandan da kendi geçmişini deşmesi gerekecektir.
Film, geriye dönüşlerle Erin’in ruhsal çöküntüsünün sebeplerini açıklarken sürprizi finale taşımaya çalışıyor. Kara film yapısını yıkarak kadın bakış açısından yeniden kuran ‘Destroyer’, başrolde harikalar yaratan Nicole Kidman ve sürprizli ilerleyen senaryosu sayesinde türünün farklı örneklerinden biri oluyor.
Kariyerinin belki de en iyi performansını çıkaran, dağınık saçlı, solgun çehreli ‘çirkin’ Kidman için film izlenmeyi hak ediyor. Zaten Erin’in bakış açısından anlatılan film, merak öğesini kadın polisin nasıl bu hale geldiğini anlatmak üzerine kuruyor.
BASKETBOL SOSLU YUNAN YAKIN TARİHİ
1968 yılı denince tüm dünya ülkelerinin aklına 20. yüzyılın en büyük halk hareketi olan Fransa’daki Mayıs 68 akla gelir. Tek istisna olan Yunanistan için 1968, AEK’nin basketbol takımının Avrupa şampiyonluğunu kazandığı yıldır.
Bu tarihi gerçekten yola çıkan Tassos Boulmetis, senaryosunu da yazdığı ‘1968’ filminde, bu efsanevi maça uzanan süreci, kulübün kuruluş günlerinden yola çıkarak kurmaca bir hikâyeye yerleştiriyor ve dokunaklı bir nostaljiyle yeniden canlandırıyor.
Yalnız spordan hoşlananları değil, tüm sinemaseverleri kucaklayan içeriğiyle, polemikten uzak, dostluk mesajları veren, samimi ve içten bir film olan ‘1968’ herkese seslenen bir film.
Benim izlediğim seansta salondan çıkan tüm izleyicilerin yüzünde bir mutluluk ve beğeni ifadesi vardı. Boulmetis’in başarısının sırrı bir destan havası yaratmaktan uzak kalıp, filminde ülkesinin yakın tarihini doyurucu tespitlerle ekrana taşımasıydı.
‘1968’ biz Türklerle de yakınlık kuran bir film. Çünkü Yunanistan’da ‘mübadele takımı’ olarak bilinen iki kulüpten biri olan AEK, mübadele sonrası Atina’ya göç eden İstanbullu Rumlar tarafından 1924’te kurulan bir spor kulübü.
Filmde çocukluk yıllarının gözde futbol takımı, Rumların oynadığı Beyoğluspor’dan da bahsediliyor. Filmde Varlık Vergisi de var, 6-7 Eylül (1955) olayları da var. 1963’te EOKA’ya yardım ettikleri gerekçesiyle Türkiye’den sınır dışı edilen Yunan vatandaşları da var.
Ancak Tassos Boulmetis’in senaryosunda rövanşist duygulara yer yok; sadece durum tespiti var.
Sarı-siyah renkleri benimseyen AEK basketbol takımı, 4 Nisan 1968’de Atina’nın Olimpiyat Stadyumunda 100 bin kişinin izlediği bir maçta, Çeklerin Slavia Praha’sını yenerek kazandıkları Avrupa Şampiyonluğuna giden yolu, film arşiv görüntüleri ve olayı yaşayanların hayatta olanlarıyla yapılan söyleşiler eşliğinde anlatıyor.
İki yıl önce İstanbul Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterilen ‘Lodos/Notias’ ve ‘Bir Tutam Baharat/Politiki Kouzina’nın başarılı yönetmeni olarak hayranlığımızı kazanan Tassos Boulmetis, 1968’in mükemmel sinematografisiyle belki de kariyerinin en başarılı filmine imzasını atıyor. Bu başarısına, olağanüstü müzik partisyonuyla, Yunanlı besteci (yönetmenin fetiş işbirlikçisi) Evanthia Rebonstika’yı ortak etmek hakkaniyetli olur.
KÂBUS GİBİ BİR FİLM: LANETLİ KUMAŞ
180 filmlik festival programının en heyecanla beklenen filmlerinden biri olan ‘Lanetli Kumaş/In Fabric’, izleyicileri ikiye böldü. Bu tip kışkırtıcı, iddialı filmlere ya başyapıt muamelesi yapılır ya da nefret edilir. Ortası yok. Peşinen söyleyeyim ben ikinci sınıfa mensup olanlardanım.
Felsefi içerikli olduğunu iddia eden, deneysel ama rahatsız edici bulduğum, bu absürt, hazmı zor, aşırılığı kovalayan provokatör filmi izlemek benim için cehennem azabından farksızdı.
1970’lerin korku filmlerine paralel, Dario Argento ve Mario Bava gibi yönetmenlerin çektiği ‘giallo’ türüne saygı duruşunda bulunan ‘Lanetli Kumaş’ta, eksantrik İngiliz senarist-yönetmen Peter Strickland koyu kırmızı bir elbisenin lanetini takip ediyor. Guardiano’nun Argento ‘remake’i ‘Suspiria’da nasıl sıkıntıdan patladımsa, özgün olma iddiasındaki bu İngiliz yönetmenin filminde de bunaldığımı hissettim.
Strickland’ın iddiası tüketim toplumunu ve insanları esir almaya çalışan modacıları eleştirmek. Gerilimi karanlık bir mizahla, doğaüstü ve mistik öğelerle bezeli bir atmosfer yaşatmak ve korkutmak… Bu işi sinemada yıllardır yapan Michael Haneke, filmleriyle ödüle doymuyor. Strickland’da bu yaratıcılık ve bu beceri ne yazık ki yok.
Mevsim sonu indirimli satışlar yapan, birbirinden tuhaf çalışanlarla dolu bir konfeksiyon mağazasının göz alıcı, kırmızı renkli bir gece elbisesi ‘Lanetli Kumaş’ın baş kahramanı.
Karanlık mizahıyla film, bu elbisenin, satın alan insanlara uğursuz geldiğini, hatta ölümlerine sebep olduğunu anlatmaya çalışıyor. Peter Strickland senaryosunda bu ‘katil elbise’yi satan mağazadaki, bilmece gibi konuşan, ne dedikleri anlaşılmayan ‘cadılar’ı, çamaşır makinelerini darmadağın eden ‘lanetli elbise’yi giyen orta sınıftan iki başkarakteri ile korku atmosferi ve gerilim yaratmaya çalışıyor.
Kırmızının başı çektiği, gözü kör edecek parlaklıktaki renk ve ışık kullanımlı, renk cümbüşüyle bezenmiş stilize setleriyle ‘Lanetli Kumaş’ ancak giallo türünün hayranlarını etkileyebilecek bir film. Strickland’ın, önceki filmleri ‘Burgundy Dükü’ ve ‘Berberian Sound Studio’daki gibi eksantrik tavrını sürdürdüğü bu yeni filminde çamaşır makinesi hakkında verilen bıktırıcı uzunluktaki absürt diyaloglara katlanmak bir işkence.