Bir sinema efsanesinin ardından
Delfi haber portalında yer alan bir habere göre, 20 kasımda Letonya’ya gelen ünlü Güney Koreli yönetmen Kim Ki-duk, koronavirüs kaynaklı komplikasyonlar nedeniyle hayatını kaybetmiş. Oturma izni almak için deniz kıyısındaki Jurmala şehrinde ev almaya geldiği öğrenilen 59 yaşındaki yönetmen, önceden planlanan bir toplantıya gelmeyince, endişeye kapılan arkadaşları ülkedeki hastanelerde aramaya başlamışlar, kişisel bilgilerin korunmasına ilişkin kurallar nedeniyle yönetmeni arayışlarının uzun zaman alan soruşturma sonunda yönetmenin ölüm haberini almışlar.
Kore Sineması’nın dünyaya açılmasında önemli rol oynamış olan, ayrıksı tarzıyla sinemada çığır açan bu önemli sinemacıyla 15 yıl kadar önce, “Yay” filminin gösterimi vesilesiyle davet edildiği Antalya Altın Portakal Uluslararası Film Festivali’nde tanışıp konuşma fırsatını elde etmiştim. Bu sevecen, devamlı gülümseyen, alçak gönüllü yazar-yönetmenle, Türkçeyi az bilen tercümanını bir süre sonra aradan çıkararak, sözcüklerle mimiklerin ve beden dillerinin birbirine karıştığı, Fransızca ve Tarzanca karışımı müthiş keyifli bir sohbet sürdürmüştük. 2018 yılında üç kadın oyuncun tarafından cinsel tacizle suçlanan Kim Ki-duk, konuyla ilgili olarak #MeToo hareketinin insanları diri diri gömmeye çalıştığını, film setlerinde cinsel ilişkiler yaşadığını ancak bunun hiçbir zaman karşısındaki kadının isteği olmadan gerçekleşmediğini ve kendi arzularını filmler aracılığıyla tatmin etmediğini söylemiş.
Sanatçıların, yaratıları yüzünden insani ve ahlaki yükümlülüklerinden muaf olmadıklarını, tam tersine sanatçı olmaları hasebiyle bu yükümlülükleri yerine getirirken çok daha titiz ve dikkatli olmaları gerektiğini düşünen biriyim. Deha bile olsa bir insanın bu tür davranışlarının göz ardı edilmesine kesinlikle karşıyım. Ancak, bir yandan kendisine yöneltilen tüm suçlamalardan delil yetersizliği sebebiyle beraat ettiği, diğer yandan sosyal medyadaki kimi saldırıların bazen maksatlı ya da bilgisizlik ve cehalet ürünü olduğu düşünülürse, adam ölür ölmez yeniden başlatılan sistematik linç kampanyasını da çekinceyle karşılıyorum.
Bu sebeple, yarattığı farklı sinemasal dünyayı tüm filmografisiyle bir kez daha anımsamaya karar verdim.
Güney Kore’den bir Usta: KİM Ki-duk
Güney Kore sinemasının en çok tartışma yaratan isimlerinden, kendi kendini yetiştiren ve benzersiz üslubuyla çağdaşlarından ayrılan usta yönetmen, senarist, yapımcı Kim Ki-duk, 20 Aralık 1960 ‘da Güney Kore Bonghwa’da Kyungsang’ın kuzeyindeki dağlık bir taşra köyüne doğmuş, 11 Aralık 2020’de covid-19 kaynaklı komplikasyonlar nedeniyle 60 yaşında Letonya’da ölmüş.
9 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte Seoul’e taşınan ve tarım eğitimi veren bir okula gönderilen Kim, maddi yetersizlikler yüzünden okuldan ayrılıp fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başlar. 20 yaşına geldiğinde Kore ordusunun en zor ve en zahmetli bölümü olan Deniz Kuvvetleri’ne katılır ve 5 yıl çavuş olarak görev yapar. Bu askeri tecrübeleri filmlerini nitelendiren zorlu ortamın ve insan ilişkilerine dair umutsuz bakışının ilham kaynağı olacaktır.
Çocukluğundan beri ressam olan Kim 1990’da bir uçak bileti alabilecek kadar para biriktirip, sanat eğitimi almak için Fransa’ya taşınır. Geçimini resimlerini satarak ucu ucuna kazanırken, pek de iyi olmayan Fransızcasıyla insanlarla ihtiyacı olan iletişimi kurabildiğini fark eder kelamını sinemayla da anlatabileceğini anlar. 1993’de Kore’ye dönerek resmi eğitim yokluğuna rağmen, film senaryoları yazmaya başlar ve iki senaryosu birden bir yarışmada ödül kazanır.
Kısa zamanda yönetmenliğe geçen Kim Ki-duk‘un, hiçbir zaman sinema eğitimi almamış, hiçbir zaman başka bir yönetmenin yanında asistanlık yapmamış olmasıyla, büyük olasılıkla kimsede görülmeyen bakış açısını, kendine has hikâye anlatma tekniğini ve keskin gerçeklerle düşsellik arasındaki ince çizgide dönüp dolaşan yaratıcı hayal gücünü özgür bırakma yetisini oluşturmuştur.
Çocukluğu birçok acı ve sıkıntıyla geçen Kim Ki-duk, tamamının senaryosunu da yazmış olduğu filmlerindeki karakterlerin marjinalliği ve rahatsız ediciliğinden dolayı kimi zaman psikopat olarak suçlanmış, sinemayla gerçeğin birbirine karıştığı filmleri, izleyiciyi yoğunluklarıyla şoka sokacak şekilde etkilemiştir. Kendini, fazla entelektüel bulduğu Sang-soo Hong ve Chang-dong Lee gibi çağdaşlarından açıkça ayrı tutarak aykırılığından gurur duyan Kim Ki-duk için, yaşam, şiddet ve sinema iç içe geçer. Filmleri konularından dolayı ağır eleştirilere uğrarken, tekniğinden dolayı her zaman övülen yönetmen, genellikle filmleri daha az vahşi ama aynı şekilde eksantrik ve kişisel bir damga taşıyan selefi Ki-young Kim ile kıyaslanır.
Film serüvenin başlangıcında, farklı ve etkileyici bir dille kendi yaşamını ve deneyimlerini de katmış olduğu “Ag-o”/ Timsah”(1996), vardır. Seul’de Han Nehri kıyısında yaşayan bir adamın intihara teşebbüs eden bir kadını kurtarmasıyla başlayan öykü, adamın kadına tecavüz etmesive devamlı şiddet uyarlamasıyla garip bir sado/mazo ilişki olarak gelişir.
Timsah‘ı aynı yıl, Kore’li bir askerle başarısız bir ressamın Paris’te geçen dostluk ilişkisinin anlatıldığı bir cinayet öyküsü “Yasaeng dongmul bohoguyeog”/”Vahşi Hayvanlar”izler. Her iki filmde de sistemin dışında sıkışmış, yabancılaşmış öfkeli gençlerin vahşi ve kızgın portreleri, şiddetin de açığa çıkmasının kaçınılmaz olduğu öykülerdir
Kim’in ilk yıllarındaki işlerinde görülen saldırgan enerji ve fantezi dünyası, bir sonraki filmi “Paran daemun”/”Kuş Kafesi Hanı”nın (1998) renkli atmosferinde göze çarpar. Üslubuna yeni unsurlar katan bu filmde, yönetmen sık sık geri döneceği temalarından birini ortaya koyar ve tamamen hayal kırıklığına uğramış dünya görüşüne göre, kadın ve erkek arasındaki normal durumu fahişeliğin temsil ettiğini iddia eder: Küçük bir balıkçı köyünde yaşayan bir aile, evlerinin bir odasını kiraya verir. Her zaman erkek olan bu kiracılar, az bir para karşılığı evde bu amaçla çalıştırılan “kız”la ilişkiye de girerler. Film, 23 yaşında, sevimli ve masum görünüşlü yeni bir “kız”ın eve gelişiyle başlar ve varlığının evin aynı yaşlardaki genç kızını nasıl etkilediğine odaklanır. ”Kız”, aslında potansiyeli olan, çok iyi bir çizimcidir ve her seferinde patronundan izin almak şartıyla, yakınlardaki bir sanat okuluna devam eder. Ama, bir açmazda olduğuna ve takdim edeceği tek değerin bedeni olduğuna inanmıştır. Evin genç kızı ise kendini bir başka tuzağa kapatmıştır ve büyük bir olasılıkla bu tuzaktan ancak cinsellikle özgürleşerek kurtulacaktır. İki genç kız filmin sonunda her ikisini de kurtaracak bir dengeye ulaşırlar.
2000’de çektiği Venedik Film Festivali’nde gösterilen “Seom / Ada”, yönetmen için, tam olarak anlaşılamasa da yeteneğini kabul ettirdiği bir dönüm noktasıdır. Öfke bu kez çıkış bulamayan bir içsel şiddet olarak ülkenin dingin doğa manzaraları üzerinden, kadın erkek ilişkilerindeki sado-mazoşizmi, birini sevmenin ve nefret etmenin içi çe geçişini anlattığı bir aşk öyküsüne yansır. Küçük bir balıkçılık işletmesinin sahibi olan Hee-Jin, yüzer kulübeler kiralar, bunlarla kıyı arasında sandalıyla bağlantı kurar. Dilsiz genç kadın, müşterilerinin yemek ve malzeme ihtiyaçlarını karşılar, onlara istediklerinde fahişeler temin eder, kimi zaman da bu işlevi kendi yerine getirir.
Film başladığında işletmeye olası bir kanun kaçağı olan Hyun-shik gelir. Hee-jin’le yakınlık kurmak istemesine karşın kız reddeder ve ona bir fahişe bulur. Hyun-shik kadınla sevişmez, sadece arkadaşlık eder. Üçlünün arasında garip bir ilişki oluşur. Hee-jin, Hyun-shik’in iki intihar girişimini engeller; fahişe sık sık işini bırakıp genç adamı ziyarete gelir. Kıskanmaya başlayan Hee-jin önce fahişeyi, daha sonra da onu aramaya gelen pezevengini öldürür. Hyun-shik gitmeye kalkar. Hee-jin tek sandalını vermeyerek onu engellemeye çalışır. Hyun-shik Hee-jin’e tecavüz eder. Bu kez kız vajinasına oltaların kancalarını doldurarak intihara kalkışır. Bu kez kurtarma sırası Hyun-shik’dedir. Cesetler bulunduğunda ikili kaçmaya çalışır. Film gizemli bir şekilde Hyun-shik’i bir gölün ortasında tek başına gösteren görüntü ve sandalında çırılçıplak yatan Hee-jin’in cesedi ile sona erer.
Venedik’teki gösterimi sansasyona yol açan, balık oltası kancalarını yutarak kendisini öldürmeye çalışan genç adamın çabasıyla seyircide şok etkisi yaratan filmin çarpıcı atmosferi ve nefes kesici görüntüleriyle Kim Ki-duk, Kore sinemasının 60’lı yıllardaki duayeni Yoo Hyun-Mok‘un deyimiyle “imgelerle konuşan yönetmen” olarak ünlenir.
Yönetmenin bir sonraki filmi “Shilje sanghwang”/ “Gerçek Kurmaca”, bilinç ve bilinç dışı, gerçek ve fantezi arasında kendine yer arar. Film bir Güney Koreli sanatçıyı, gerçek ve/veya sanal düşmanlarını sistematik olarak teker teker bulup öldürürken izler. Süresi 69 dakika olup gerçek zamanda, hiç tekrar çekim yapmadan çekilmiştir. Görüntüler düşük kalite video ve bilinçli olarak “kirletilmiş” çekimlerden oluşur. Bu yöntem filme, ancak canlı oyuncu performansları ile elde edilebilecek bir duygu yoğunluğu ve ancak çizgi romanlarda bulunabilen gerçeküstü bir soyut ifade verir.
“Gerçek Kurmaca”yı 2001 yılında ”Suchwiin bulmyeong”/”Adreste Bulunamadı” izler. Güney Kore kırsalında, bir Amerikan üssünün civarında geçen film, sefalet içinde yüzen bir ortamda, sırasıyla ve bu sırayla, köpekleri dövmek, içmek, sevimsiz cinsel deneyimler yaşamak ve şiddet uygulamak etrafında oluşan birkaç trajik öyküden oluşur. Yönetmenin kendisinin ve tanıdıklarının yaşamış oldukları, sömürgecilik, iç savaş ve işgal ortamındaki bu gerçek yaşamdan alınan öykülerin kahramanlarının hiçbiri için kurtuluş umudu yoktur.
2002’de “Nabbeun namja”/”BadGuy” gelir. “Bad Guy”, yönetmenin “Kuş Kafesi Hanı” ile başlamış olan “fahişeler üçlemesi”nin ikinci halkasıdır. 2004 tarihli “Samaria”yı da içine alan bu fahişe temalı filmler, bu tema etrafında çeşitlemeler olmanın ötesinde, fuhuşu ve dolayısıyla cinselliği çok ciddi bir olgu olarak ele alan yapıtlardır. Masum bir genç kızı kaçırıp onu fahişeliğe zorlayan devamlı kızgın ve şiddete eğilimli dilsiz haydut Han-ki ile kurbanı arasında filmin sonlarında garip bir aşka dönüşen ilişkiyi anlatırken Kim, cinselliği olabildiğince sevgiden uzaklara çeker ve sonunda, öyküyü götürdüğü en uzak noktada aşka ulaşmayı başarır. Fuhuş olgusunun en karanlık yüzünü görüntülerinin yoğunluğuyla oldukça rahatsızlık yaratıcı bir şekilde veren yönetmen, bu tartışmalı filmi yüzünden kimi eleştirmen tarafından “kadın düşmanı” olmakla suçlanmıştı.
2002’de Kim, deniz kuvvetlerindeki tecrübelerinden de yararlanarak, küçük bir müfrezenin içindeki çatışmaları ve mücadeleyi, Kuzey ve Güney Kore olarak parçalanmış ülkesinin yaşadığı çalkalanmaların ve kültürel çatışmaların metaforu olarak dramatize eden “Haeanseon”/ “Sahil Koruma”yı çevirir. Yönetmenin her iki ülkeyi de pençesine almış olan militarizmi güçlü bir şekilde mahkûm eden filmi, Kuzey Koreli casusların ülkesine girmesini önlemek için geceleri sahilde devriye tutan, ülkesi ve görevine fanatikçe bağlı bir Güney Kore askerinin, devriyedeyken yakaladığı sevişen bir sivil çifti düşman sanarak adamı öldürmesiyle başlar. O andan itibaren hem asker, hem öldürülen adamın sevgilisi suçluluk duygusu ve paranoya nedeniyle akıllarını yitirmeye başlarken, kaderleri de birbirine bağlanır. “Sahil Koruma”, insanın yarattığı kurumların varoluşundaki en dayatıcı takıntılar üzerinden şiddeti çıkaran bir film olarak içsel ve coğrafî sınırların anlamsızlığını açık eder.
2003 yılında kırklı yaşlarındaki budist rahibi kendisinin canlandırdığı filmi “Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom”/”İlkbahar, Yaz ,Sonbahar,Kış ve…İlkbahar” felsefi derinliği kadar, olağanüstü görselliğiyle de beğeni toplar. Yeşil ormanlarla kaplı bir vadinin ortasına saklanmış bir gölde yüzen tapınağın oluşturduğu nefis bir peyzaja yerleştirilen film, iki Budist Rahibin ve teselli için onlara gelen kayıp ruhların öykülerini anlatırken, insan doğasının temel vahşetine de odaklanır. Sinemanın aslında “hareketli resimler” olduğunu hatırlatırcasına sözün çok da makbul olmadığı öyküleri insan ruhunun derinliklerine birer yolculuk olarak tefsir eden Kim, metaforik bir anlatımla Budist bir rahibin yaşamının mevsimlerinin yansıtıldığı bu filminde, sessizliği bir çığlık kadar etkili kullanabildiğini gösterir.
2004 yılında Kim Ki-duk, hem “Samaria” ile Berlin Uluslararası Film Festivali’nde hem de “Boş Ev” ile Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü kazanır. Fahişelerle ilgili üçlemenin son filmi olan “Samaria”da, orta okul öğrencisi bir genç kız olan Jaeyong, çıkmak istediği bir yolculuk için para biriktirmek amacıyla kendini satar. Bedenini kiralayan insanlara yardımcı olduğuna inandığı için de yaptığı işten büyük bir mutluluk duyar. Yakın arkadaşı Yojin, para karşılığı erişkin erkeklerle seks yapması için ona aracılık etmektedir. Bu buluşmaların birinde polisler baskın düzenleyince Jaeyong bulundukları otelin penceresinden atlayarak intihar eder. İlâhi bir aşkla bağlı olduğu en yakın arkadaşının ölümü üzerine bunalıma giren Yojin, arkadaşı için o güne kadar ayarlamış olduğu tüm müşterilerle son bir kez buluşup onlarla bir kez yatmaya, ve her birinin parasını iade ederek çekmekte olduğu vicdan azabından kurtulmaya karar verir. Bu kez Kim, cinsellik üzerinden şiddeti Batı ve Doğu dinlerinin açmazı olarak ilân ederken görüntülerini adeta “boyamaktadır”.
İki baş kişisinin filmin sonuna kadar konuşmadıkları “Bin-jip”/”Boş Ev”/”3 iron”, “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış…ve İlkbahar” ile başlamış olan “sessizlik üçlemesi”nin ikinci filmidir. Güney Kore’de yaşayanlar, apartman dairesinde otursalar bile, akşam evlerine döndüklerinde kapılarının önünde birikmiş çok sayıda yemek ilânını toparlayıp atmaya alışıktırlar. Motosikletle dolaşan bir genç adam, her gün evlerin kapısına bu ilânları bırakır. Akşamları kapıları kontrol eden genç ilanların toplanmamış olduğu daire sahiplerinin tatilde ya da seyahatte olduğunu anlayarak boş evlere girer. Başkasına ait evlere ve yaşamlara girip çıkan bu tuhaf yabancı, tanımadığı insanların dolaplarından karnını doyurur, müziklerini dinler, banyolarında yıkanır, yataklarında yatıp uyur; bunun karşılığında evlerdeki bozuk âletleri tamir eder ve çamaşırları yıkar. Bu sadece bir teşekkür ifadesi değil, ev sahiplerine döndüklerinde şaşıracakları gizemli küçük bir iz bırakma eylemidir de. Evleri, sahipleri dönmeden terk eden genç, günün birinde farkına varmadan boş olmayan bir eve girer. Bu kocasından şiddet görmekte olan eski bir modelin evidir ve kadın bir süre evine büyük bir rahatlıkla yerleşen bu yabancıyı kendini göstermeden izler. Birbirlerinin farkına vardıklarında, adam kadını kocasının elinden kurtarır ve ikili, kelimelerin gereksiz olduğu bir yolculuğa çıkar. Mutlulukları hem yakalanmaları hem kocanın engellemesiyle zorlanacak, ancak masalsı ve sürrealist finalde tekrar birbirlerini bulacaklardır.
Sinemasının özünü görüntüleme sanatı ve jestlerin oluşturduğu Kim Ki-duk, “Boş Ev”de mistisizmi doruklarda gezerken kelimelere pek ihtiyaç duymuyor, ruhu göklere çıkarken erotizmin doruklarında geziniyor, görüntülere eşlik eden müziğin uyumunu da ziyadesiyle kullanıyor.
“Sessizlik üçlemesi”nin son halkası 2005 tarihli “Hwal”/”Yay”, yine şiirsel bir anlatımla, yine bir aşk ve tutku öyküsü üzerinden dinsel motifler eşliğinde takıntıları resmeder. 60’lık bir ihtiyar, denizin üzerindeki bir teknede, dış dünyadan koparmış olduğu ve on yedi yaşına bastığı zaman evlenmeye niyetli olduğu on altı yaşında bir kızla yaşamaktadır. Dış dünyanın karmaşıklaştırdığı bu yalın ve hüzünlü aşkın hikâyesi, yönetmenin o zamana dek yapmış olduğu on iki uzun metrajlı filmin arasında en müzikli olanıdır. Kim Ki-duk sinemasının genelinde de var olan saplantılı/dinsel unsurlarla çekilmiş olan ”Yay”, soyut gerçekçi mekânıyla (engin okyanusta iki küçük balıkçı teknesi),1960’ların bazı Japon filmlerini de anımsatır. Çektiği en karamsar ve karanlık öyküde bile olağanüstü görsel güzellikler yakalamayı bilen Kim’in iki tekne ve birkaç karış çamurlu su ile yaratmayı başardığı görsel şölen ise, tek kelimeyle büyüleyicidir.
Dünyada kişi başına en çok plastik ameliyatın yapıldığı Güney Kore’de Seh-hee ve Ji-woo’nun ilişkisi iki yıldır sürmektedir. Sevgilisinin her gün gördüğü yüzden sıkılacağına, kendisine olan duygularının değişeceğine ve ilgisinin başka kadınlara yöneleceğine inanan Seh-hee, ortaya çıkabilecek olası bir durumu engellemek için, estetik ameliyat ile yepyeni bir kadın haline dönüşmeye karar verir. Operasyona girmeden önce, sevgilisine tek kelime etmeden ortadan kaybolunca Ji-woo onu her yerde arar fakat bulamaz. Karşısına çıkan tüm kadınları çoğunlukla reddeden Ji-woo’nun, arkadaşlarının zoruyla yaratılan fırsatlar ise gizemli bir şekilde engellenir. Sonunda See-hee adlı bir kadınla tanıştığında, Seh-hee’yi hiç unutamadığını ve onu hâlâ çok özlediğini söylese de, zamanla yakınlıkları aşka dönüşür. Aynı Café’de buluşurlar, aynı heykel parkına gezmeye giderler ve Seh-hee ile çekilmiş olan resimlerdeki pozları aynen alırlar. İzleyici tabii ki, See-hee ile Seh-hee’n in aynı kadın olduğunu bilir. Yeni yüzü onu mutlu etmiş midir? Yoksa yüzünü kaybetmek kişiliğini kaybetmek mi demektir? Ya Ji-woo gerçeği öğrenince ne yapacaktır? Gerçek ortaya çıktığında roller değişecek ve “Shigan” / “Time” / “Zaman” (2006) bir fasit daire gibi kendi üzerine kapanarak sona erecektir.
Kim Ki-duk 14. filmi “Soom”/”Nefes” ile merceğini bir kez daha toplumun dışlanmışlarına çevirir ve ortaya bireyler arası iletişim yokluğu üzerine, keskin fakat melankolisiyle insanı büyüleyen bir görsel şiir çıkartır. İlgisiz kocasının yanı başında konforlu fakat amaçsız bir varoluş süren varlıklı sanatçı Yeon, eşinin kendisini aldattığını öğrendiğinde büyük bir şok geçirir ve duyduğu ağır çaresizlik onu depresyona sürükler. TV haberlerinde üç kişinin katili Jin adlı bir idam mahkûmunun intihara teşebbüs ettiğini duyan Yeon’un hayata karşı kayıtsızlığı kırılarak genç kadın, Jin’i ziyaret etmeye karar verir ve mahkûmun eski kız arkadaşı olduğunu söyleyerek hapishaneye girmeyi başarır, itiraflarla dolu monologlarla başlayan ilişkileri Yeon’un, Jin’i ziyaret ettiği dar hücrenin duvarlarında dört mevsimi canlandırmasıyla alevlenir. Yeon’un kocası kıskançlıkla ikilinin görüşmesini engellemeye çalışsa da, Yeon ve Jin’in birbirlerine duydukları sevgi tüm engelleri aşacak güçtedir…
Kim, önceki filmleri kadar yankılara gebe ve cüretkâr filmi “Bi-Mong”/”Dream”(2008) ile girift ve incelikle örülmüş öyküler yaratmadaki ustalığını yeni bir seviyeye taşımayarak düşlerle gerçeklik arasındaki sınırları iyice bulanıklaştırır: Jin, gece gördüğü kâbusta bir trafik kazasına tanık olur. Rüyanın etkisiyle, uyandıktan sonra kâbusta gördüğü mekâna gider ve kısa bir süre önce, burada gerçekten de bir kaza olduğunu öğrenir. Jin polisi, suçlamaları reddeden ve bütün gece uykuda olduğunu iddia eden olayın şüphelisinin evine kadar izler. Polis ifadesine inanmadığı Ran’ı tutukladığında Jin, Ran ile arasında açıklanamaz bir bağ olduğuna inanmaya başlar: Ran, uykusunda Jin’in rüyalarında gördüklerini gerçekleştirmektedir…
Esin tıkanıklığı çektiği bir döneme giren Kim Ki-duk, kendini dünyadan soyutlayarak bir çıkış yolu arayışını, “Bir yönetmen ve insan olarak günah çıkartmak istiyorum.” diyerek başladığı, Cannes’da prömiyeri yapılan on altıncı filmi “Arirang”da (2011) anlatır. Kariyeri ve kendi yaşamı içerisinde keşfe çıkarak anekdotlar paylaşır, çekilmemiş bir filminin senaryosunu kendi kendine tartışır, yaşam ile ölüm hakkındaki düşüncelerini izleyicilerle paylaşır ve filmin sonunda Kore halk şarkısı “Arirang“ı söyleyerek gözyaşlarına boğulur. 2011 Cannes Belirli Bir Bakış Ödülü’nün kazanan bu belgeselde Kim Ki-duk, kendisiyle veya gölgesiyle yaptığı röportajlar aracılığıyla, sinema, ün, özgünlük üzerine düşünerek dünya çapındaki başarılarını sorgular.
Aynı yıl sorunlarını atlatmış görünen Kim, 2011 San Sebastián Uluslararası Film Festivali’ne “Amen”/”’Amin” filmiyle katılır. Yazar yönetmeninin, cinsellik, hâkimiyet, inanç, yolunu kaybetme gibi gözde temalarına döndüğü bu film, genç bir Koreli kızın Avrupa’da sürdürdüğü gizemli ve acayip yolculuğa odaklanır. Gittiği hiçbir yerde bulamadığı çocuğunun babasını Venedik’ten Avignon’a arayan genç kadın, ona kendisinden çaldıklarını pey der pey iade eden gaz maskeli gizemli saldırgan röntgenci tarafından izlenmektedir.
2012’de 69. Venedik Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü alan “Pieta”/”Acı”da yönetmen, diğer filmlerinden farklı bir yaklaşımla sarsıcı biçimde merhamet-intikam ikilemini yansıtır.
Tefeciler için çalışan, “tahsilata giden her yol mubahtır” ilkesiyle davranarak borcunu ödemeyen kişileri sakat bırakan ve onların sağlık sigortalarından gelecek tazminattan pay alan kimsesiz büyümüş acımasız Lee Kang Do, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığından zalimliğinin zirvesindedir. Bir gün karşısına, onu doğar doğmaz terk ettiğini söyleyen, annesi çıkar. İlk başta annesi olduğunu kabullenmek istemeyen Kang-do, zamanla ona alışır ve giderek bağlanmaya başlar. Borç tahsilatçısı olmayı bırakan, önceden canını yaktığı insanların ve ailelerinin, onsuz yapamayacağını düşündüğü annesine zarar vermesinden korkmaya başlayan genç adam, sonrasında kadının sakladığı dehşet dolu sırları öğrenir. Olağanüstü görselliği ve tüyler ürpertici finaliyle ”Pieta” kanımca Kim’in en iyi filmlerinden biridir.
Yine Venedik’te gösterilen “Moebiuseu”/”Moebius” (2013) ile “acıyla zevk vermek/almak” konusunda kendi sınırlarını bile zorlayan Kim Ki-duk’un ana-oğul ve baba-oğul ilişkisinin en sapkın uçlara ulaştığı, fiziksel ve cinsel şiddetin iyice çığırından çıktığı diyalogsuz bir filmdir. Kendisini kocasından intikam almak için onun cinsel organını kesmeye çalışan bir kadın, kocasının penisine müdahale edemeyince ona zarar vermenin en kolay (ve tabii ki ahlaki yönden en çok tartışılacak) yolu seçerek kendi öz oğlunun penisini keser ve evi terk eder. Oğlunun cinsel işlevini kaybetmesinden kendini suçlayan baba, tıbbi anlamda penis nakli gerçekleştirilinceye kadar oğluna orgazmı tattırmanın uç metotlarını öğretir. Baba oğluna hem daha yakın olmak hem de suçluluk duygusundan kurtulmak için elinden geleni yaparken eve dönen anne, oğlunu cinsel tatmine ulaştırabilecek tek kadının kendisi olduğu savıyla fedakârlıkta ve ana sevgisinde yeni sınırlar çizer… Müthiş sapkın, rahatsız edici ama kendine has büyüsü olan aykırı ötesi bir çalışma.
“Il-dae-il”/”Bire bir” (2014), gerek konu, gerek biçem olarak Kim Ki-duk’un, ana akım sinemasına en yakın duran filmi. Olabildiğine sert ve rahatsız edici bir açılışla başlayan film, izleyiciyi ergenliğe henüz girmekte olan bir kızın kaçırılışına ve öldürülmesine tanık eder. Bir süre sonra ortaya çıkan eğitimli bir tim, işkencenin her türlüsünü kullanarak cinayetin katilini ve/veya katillerini araştırır. Gurubun üyelerinin gerçek hayatlarındaki yaşamlarına da odaklanan film, haklı olduklarına inandıkları bir amaca körü körüne bağlanan intikamcıların kendi içlerinde taşıdıkları kötülükleri de sorgular.
Japonya’da çektiği “Seu-top”/”Stop” (2015) ile Kim ki-duk, Fukuşima kazasının dolaylı etkilerini araştırır. Fukushima’da yaşayan bilinçli genç çift Sabu ve Miki, yakınlarındaki nükleer santraldaki patlamayı duyar duymaz, aldıkları eğitime harfiyen uyarak radyasyonlu bölgeyi acilen terk ederek Tokyo’ya giderler. Yerleştiklerinde Miki’nin hamile olduğu anlaşılır. Bebeğin zarar görmüş olma olasılığını düşünen Miki kürtaj olmaya hazırlanırken Sabu onu eve kilitleyerek rahatlatacak kanıt aramaya başlar. Yeni doğan bir bebeğin özürlü doğması morallerini altüst eder ama, bu kez Miki, yaratmış oldukları hayatın sorumluluğunu üstlenmeye karar verir. Arada, nükleer santralların elektrik ihtiyacını karşılamak için imal edildiğini düşünen Sabu Tokyo kentinin elektrik gücünü kesmeye yeltenir…
Bu atipik çalışmanın ardından, yazar yönetmen “Geumul”/”Ağ” (2016) ile, “Sahil Koruma”nın temalarına dönerek, küçük kızı ve karısıyla yoksul bir hayat süren Kuzey Koreli bir balıkçının, teknesinin motoru bozulunca kendisini Güney Kore’de bulmasıyla içine düştüğü siyasal ve insani zorluklara odaklanır.
Kuzey Koreli balıkçı önce casus sanılarak gözaltına alınır. Sert geçen sorgulamanın ardından nasıl biri olduğu anlaşılınca, kobay gibi çeşitli deneylere maruz kalır, modern hayatın nimetleriyle sınanır, hatta Güney Kore’de kalıp orada yaşamasının istendiği bir ikna sürecine sokulur. İki yaşam arasında kalıp bocalayan, renkli bir hayatla ailesi arasında kararsız kalan balıkçı Kuzey Kore’ye iade edildiğinde burada da yeni sorunlar yaşar.
Bu en politik filminde Kim, birbirinden taban tabana zıt iki ideolojinin bıçak gibi ayırdığı her iki Kore’de de, ne kadar özgürlükçü görünseler de her iki ideolojinin yolunun da eninde sonunda baskıya çıktığını ustalıkla açığa çıkarır. “Inkan, gongkan, sikan grigo inkan”/”İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan” (2018) Kim Ki-duk’un, her zaman alttan alta fantastik çağrışımları olan sinemasında gerçek üstü ve fantastiğe açıkça yelken açtığı bir çalışmasıdır. Yolcu gemisine dönüştürülmüş eski bir savaş kruvazörü farklı kökenlerden yolcularla hareket etmek üzeredir. Başkanlığa aday bir senatörle oğlu, sindirmesi taktiklerini politikacının emrine vermiş bir serseri çetesi, birkaç fahişe, aptalca eğlenmeye çalışan bir gurup öğrenci, yeni evli genç bir Japon çift ve bir barda toz dolduran suskun bir ihtiyar, kabinlerin ve yemeklerin eşitsiz dağıtımıyla ilgili birkaç tartışmadan sonra gemideki ilk gecelerini yaşarlar. Devamlı tecavüz olayları ve soğukkanlılıkla işlenen cinayetlerin ardından sabah olduğunda daha da ciddi bir sorunla karşılaşırlar. Gemi, yüzeceğine göklere yüzmektedir ve sadece bir hafta yetecek gıdaları vardır… Bu distopik öykünün tek kusuru tüm bu vahşetin, cinayetlerin ve saldırıların varacağı mantıksal bir yer olmayışındadır.
2019’da Kazakistan’da çekilen “Din”de, Almatı’da yaşayan korunaklı ve iffetli geleneksel aile kadını Din, tüm masraflarını karşılayan bir adamla yaşayan, kendisine tıpatıp benzeyen özgür bir kadınla karşılaşır. Birbirlerini desteklemek amacıyla iki kadın yer ve yaşam değiştirirler. Zaman geçtikçe bu değişim Din için tehlikeli boyutlar almaya başlar…
Kim Ki-duk’un, 2019’da Cannes Film Market’te sadece 20 olası alıcıya bir kez gösterilmiş olan, Dünya prömiyeri 19 Ekim’de Almatı Film Festivali’nde gerçekleşen, ne yazıktır ki vasiyet filmine dönüşmüş olan “Din” hakkında bütün bildiklerimiz bu kadar.