“İRAN SİNEMASI 2”
Geldik İran sinemasının daha genç ve sansürle en çok sorun yaşamakta olan ilerici kuşağına.
İran Azerbaycan’ının Miyane kentinde 1960’ta doğan Cafer Panahi, senaryosunu Kiarostami’nin yazdığı ilk kurmaca filmi “Badkonak-i Sefid / Beyaz Balon” ile (1995) Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülünü kazanır. Küçük bir kızın, yılbaşı tatili için dükkânların kapanmasına az bir süre kala, bir kırmızı balık alabilmek için Tahran çarşısında yaşadıklarını aktaran Beyaz Balon’dan sonra, bir başka küçük kızın, annesi onu okulundan almaya gelmeyince kendi başına evine dönmeye çalışmasının öyküsü “Ayneh / Ayna (1997) gelir. Başrolünde tüm kargaşası, gürültüsü ve trafik keşmekeşiyle Tahran’ın olduğu “Ayna”yı, islamcı yönetimin kadına bakışının eleştirildiği Venedik’te Altın Aslan ödülünü kazanan “Dayereh / Daire” (2000) izler. Tahran sokaklarında geçen ve bir pizza dağıtımcısının sosyal adaletsizlikler, yolsuzluklar ve çürümüşlüğün etkisiyle suç işlemeye yöneldiği “Talaye Sorgh / Kızıl Altın” (2003), Cannes’da Belirli bir Bakış bölümünün Jüri ödülünü alır ama, “aşırı karanlık” bulunduğu için İran’da yasaklanır. Panahi, kadınların stadyumlara yasak olduğu İran’da, 2006 Dünya kupası İran-Bahreyn karşılaşmasını izlemek için erkek çocuk gibi giyinerek yasağı delmeye çalışan kızların yaşamış olduğu acı-tatlı olayları, “Offside” (2006) filminde anlatır. Aynı yöntemle maça gitmeye çalışmış olan Panahi’nin kendi kızının deneyimlerinden de esinlenen bu kara komedi Berlin’de Jüri Büyük Ödülü’nü kazansa da, ülkesinde gösterim izni alamaz.
İran’da özellikle çocukların, kadınların ve yoksulların güç yaşam şartlarına insancıl ve sevecen bir bakış açısıyla ele alsa da, zorlu hayat şartlarının öykülenmesini rejim karşıtlığı olarak algılayan yönetim, çok sayıda kısa süreli tutuklamanın “yola getirmediği” Panahi’yi eşi, kızı ve evinde bulunan 15 arkadaşıyla birlikte tevkif ederek, “ulusal güvenliğe karşı suç işlemek ve İslam Cumhuriyeti karşıtı propaganda yapmakla” suçlar. Tüm dünya, sinema kurumlarının, yapımcı ve yönetmenlerle insan hakları örgütlerinin desteğine rağmen Aralık 2011’de 6 yıl hapse mahkûm edilir, film yapması ve çekmesi, senaryo yazması, İran’lı veya Uluslararası medya ile söyleşi yapması ve sağlık ya da Hac farizası haricinde yurt dışına çıkması 20 yıl boyunca yasaklanır. Temyiz başvurusunun sonuçlanmasını bekleyen Panahi’nin evinde geçirdiği bir günü anlatan, ve kendisi yasaklı olduğu için arkadaşı Mojtaba Mirtahmasb’ın yönettiği “In film nist / Bu Bir Film Değil” (2011), aldığı cezaya rağmen yeni projeler üretmeye ve onlar üzerinde çalışmaya devam eden Panahi’nin. sinemadan uzak kalamayacağını gösteriyor. Büyük heyecanla projesini hem anlatıp hem canlandıran sinemacı, bir an durarak “Madem anlatılabiliyor, film yapmaya ne gerek var?” diye soruyor. Flash sürücüye kaydedilerek bir pastanın içine gizlenen film, İran’dan kaçırılarak ilk kez 2011 Cannes Film Festivali’nde gösteriliyor ve çeşitli uluslararası belgesel festivalinde 9 ödül alıyor.
2013’de Berlinale’de En İyi Senaryo Gümüş Ayı ödülü alan, Panahi’nin Kamboziya Partovi ile birlikte yönettiği, ikisinin de rol aldığı rol aldığı, “Pardé / Perde” sahildeki bir eve köpeği ile birlikte kendisini kapatan ve dışarıdan gelecek “tehlikelere” karşı pencereleri siyah perdelerle örten bir senaristin hikayesi olarak başlıyor. Dışarıdan gelen başları dertte iki karakterin de eve girmesi ile seyredilenin, sinemacının yaratma sürecinin izlenimleri olduğu anlaşılıyor.
İran’da kesinlikle baskıcı bir yönetim olduğu ve İran halkının yaşamını çok sayıda yasakla sürdürmek zorunda olduğu bir gerçek. Ancak, bir diğer gerçek de bu yasakların arada bir delinebildiği ve Panahi gibi, hakkındaki hüküm onaylanmış da olan bir sinemacının, kısmen gizli kapaklı da olsa film çekmeye devam edebildiği.
Bu kez şoför koltuğuna oturan yazar yönetmen, taksisine aldığı yolcularla konuştuğu konular üzerinden, ülkenin yasaklı ortamını hem alaycı hem şakacı bir tonlamayla eleştirir. “Taxi” kısmen senaryolaştırılmış kısmen doğaçlama temposuyla sanatçılara baskıdan, ölüm cezasına, erkek egemenliği altındaki İranlı kadının çilesinden, toplumdaki varlık eşitsizliğine çok sayıda konuya girer; sansürle mücadele ederken iktidardan eziyet görenlerin sorunlarına incelikle değinir. İlk kez 65. Berlin Film Festivalinde gösterilen “Taxi” (2015) Altın Ayı ve FİPRESCİ ödüllerini kazanır, sonrasında çok sayıda uluslararası ödül alır.
Bizde “Üç Hayat” adıyla bilinen son filmi “Se rokh / Üç Surat” (2018) Panahi’ye, Cannes’da En İyi Senaryo ve Antalya Altın Portakal’da En İyi Uluslararası Film dahil 5 önemli ödül getirir. En büyük hayali oyunculuk olan, ama ailesinin engelliyle karşılaşan Marziyeh adlı genç kızın kadın oyuncu Behnaz Jafari’den yardım istemek amacıyla Panahi’nin instagram hesabına bir video atmasıyla başlayan film, Jafari’nin videoyu görür görmez çalıştığı seti bırakıp kızı bulmak için Panahi ile yollara düşmesiyle maceralı, sonu belirsiz bir yolculuğa dönüşür. Filmin müthiş keyifli tadını, İran Azerbaycan’ındaki yolculukta Farsça ve Türkçe’nin birbirine karışması daha da pekiştirir.
Başka bir sinemacıya geçmeden, uygulayıcı yapımcılığını da üstlendiği “Se Rokh” filminin senaryosunu Jafar Panahi’yle birlikte yazan Azeri kökenli İranlı sinemacı Nader Saeivar’dan söz etmem gerekiyor.
Ödüllü kısa filmlerin ardından, Son Suç ve Ceza Filmleri Festivalinde En İyi Film ödülünü alan ilk uzun metrajı “Namo / Yabancı”da (2020), bireylerine karşı saldırgan bir rejim altında yaşayanların kendilerine ve birbirlerine yabancılaşarak, zulmedilme korkusuyla zalimleşmesini yansıtan Saeivar, filmin senaryosunu jenerikte “eşgüdümcü yönetmen” olarak adı geçen Panahi’yle birlikte yazmış.
“Yabancı”, sıradan bir İran mahallesinde arabalarını her gün aynı yere park etmeye başlayan iki yabancının, mahalle halkınca ulusal güvenlik biriminden olduklarından şüphe duymasıyla başlar. Mahallede her yaşayan izlenmesi için bir neden olduğunu düşündüğünden, huzursuz, mantıksız davranmaya, tehdit edildiğini varsayarak tehditkâr olmaya başlar. Bu şüphe ve oto sansür ortamında, mahalleye yeni taşınan, babası da gençliğinde siyasi suçtan mahkûm olmuş Kürt öğretmen Bahtiyar’ın suçlu olduğuna karar verilir ve istenmeyen adam olarak mahalleyi terk etmesi için baskılanır. Bir çoğunluğun bir azınlığı ötekileştirdiği etnik çatışmalardan olabildiğince uzak duran Saeivar, Bahtiyar’ı suçlu bularak dışlayan çoğunluğun, kendisi de İran içinde azınlık olan Azeri toplumu olduğunun altını özellikle çizer.
1968’de İran Kürdistan’ında doğan Bahman Ghobadi, Irak sınırına yakın, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bir bölgede yaşayan beş küçük kardeşin hastalıklı kardeşlerini kente götürme çabalarını, dondurucu soğuğa karşı koyabilmeleri için katırlarının suyuna içki katarak anlattığı ilk kurmaca filmi “Zamani Beraye Mesti Esbha / Sarhoş Atlar Zamanı” (2000) ile başta Cannes’da Eleştirmenler ve Altın Kamera olmak üzere 11 uluslararası ödül kazanır.
Cannes’da gazetecilik değerlerini öne çıkaran filmlere verilen François Chalais ödülü dâhil 5 uluslararası ödül alan “Gomgashtei dar Aragh / Irak’ta Terkedilmiş” (2002) Körfez Savaşının hemen sonrasında, iki yetişkin oğlu ile birlikte, İran yönetimi sahneye çıkmasını yasakladığı için Irak’a geçen şarkıcı eşini arayan Mirza’nın yolculuğunu öyküler.
Berlin’de Barış Ödülü ve Kristal Ayı dahil 23 uluslararası ödül sahibi olan “Lakposhtha parvaz mikonand / Kaplumbağalar da Uçar” (2004) Amerikan istilası öncesinde Türk-Irak sınırındaki bir mülteci kampında, her an sakat kalmak veya parçalanmak tehlikesiyle, yakınlardaki silâh tüccarlarına satabilmek için kara mayınlarını zararsız hale getirerek yaşam savaşı veren çocukların öyküsüdür.
İran’da yaşayan yaşlı efsanevi Kürt şarkıcı Momo’nun, son konserini Irak’ta vermek için çıktığı yolculuğu anlattığı “Niwemang / Yarım Ay”ın (2006) ardından Ghobadi, İran’daki İndie-Rock gurupları üzerine, yasaklı oldukları için el kamerası ile gizlice 17 günde yarı belgesel bir docu-drama çeker: “Kasi az gorbehaye irani khabar nadareh / Kimsenin İran kedilerinden Haberi Yok” (2009) Cannes Belirli bir Bakış Jüri Özel ödülü ile François Chalais dahil 5 uluslararası ödül kazanan film, Ghobadi’nin İran’da yasaklanmasına sebep olur.
Ghobadi, cezaevinden otuz yıl sonra çıkan İranlı bir şairin kendisini ölü zanneden karısını İstanbul’da aramasının bol ödüllü hikâyesi “Faslr Kargadan / Gergedan Mevsimi”ni (2012) Türkiye’de çeker. Behrouz Vossoughi, Monica Bellucci, Beren Saat ve Yılmaz Erdoğan’ın
oynadığı bu politik mahkûm ve sürgün öyküsü trajik bir hüzün duygusu ile dikkat çeker. Yine de filmdeki şiirselliğin ve sembolizmle metaforların dozunun biraz fazla kaçırıldığı kanısındayım.
1972’de Şiraz’da doğan, sosyoloji eğitimi gören Mohammad Rasulof, 1 Mart 2010’da, Jafar Panahi ve Mehdi Pourmoussa ile birlikte yakın arkadaşları Panahi’nin evinde tutuklanarak izinsiz film çekmekten 6 yıla mahkûm edilmiş bir diğer yasaklı yönetmendir. Kuşağının öteki sinemacılarıyla karşılaştırdığında sadece 7 kurmaca ve bir tek belgesel çekmiş olmasına karşın, hepsini yazıp yönettiği, hepsi de çok sayıda ödül kazanmış filmlerinin olağanüstü düzeyiyle kuşağının en yetenekli “auteur” sinemacılarından biri, belki de en yeteneklisidir. Ben, Rasulof’la, uluslararası festivallerde 8 önemli ödül alan ikinci uzun metrajı “Jazireh Ahani / Demir Ada”yı Antalya Altın Portakal Festivali’ne getirdiğinde tanışmıştım.
Neredeyse herkesin Kiarostami tarzı film yapmaya merak sardığı İran’da, bu derece özgün ve etkileyici bir film yaptığı için tebrik ettiğimde, o zaman otuzlu yaşlarında genç bir adam, olan Rasulof, çok sevinmiş, epey uzun süren keyifli sohbetimiz sırasında bir an ciddileşerek, “aslında İran’da söylemek zorunda olduğumuz pek çok şey var” demişti. O günden bu yana, bu sebeple büyük bedel ödemiş de olsa, ülkesi hakkında söylenmesi gerekenleri büyük cesaretle filmlerine aktarmayı sürdüren Rasoulof’la, ülkesinden çıkabildiği bir dönemde yollarımız tekrar İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde kesiştiğinde, tüm zorluklara rağmen bildiği yolda devam edeceğini belirtmişti.
Rasulof’un, Fajr Film Festivali En İyi İlk Film seçilen ilk filmi “Gaguman / Alacakaranlık” (2002), alçakgönüllü bir toplumsal sinema örneği olarak gelişen, hapishane odaklı öyküsünde gerçek mahkûmların kendilerini oynadığı, yarı belgesel bir çalışmadır.
Arap dünyasının alegorisi olarak algılanabilecek olan ikinci filmi “Jazireh Ahani / Demir Ada” (2005) Basra Körfezi’nde yavaş yavaş batmakta olan terkedilmiş bir tankerde yaşayan, İran’ın dört bir yanından gelmiş fakir, muhtaç ve terkedilmiş insanlardan oluşan kalabalık bir topluluğun yaşamını anlatır. Eski gemi bu insanların evi, okulu, camisi ve geçim kaynağı, bazıları bu paslı enkazda doğup büyümüş olanların bildikleri tek dünyadır. Gemideki, her kadın, erkek, çocuk ve hayvan, çalışmaları düzenleyen, evlilikleri ayarlayan, resmi evrakları düzenleyen, gerektiğinde cezalandırmaları da üstlenen gemini mutlak hâkimi Kaptan Nemat’ın yönetimi ve kontrolü altındadır. Nemat, iş gücü olarak gördüğü bu kitleyi sömürerek yöneten bir diktatör müdür, yoksa bu insancıkların kaderini önemseyen güçlü bir kişilik midir? Devlet görevlileri batmak üzere olan geminin terkedilmesi gerektiğini tebliğ ettiğinde Nemat ne yapabilecektir? Başta Nemat’ı canlandıran Ali Nasirian olmak üzere çok başarılı takım oyunculuğu ve görüntü yönetmeni Reza Jalali’nin olağanüstü görselliğiyle
“Demir Ada” gerçek bir başyapıttır.
Rasulof’un bu filmin ardından çektiği ilk ve tek belgesel “Baad-e-dabur” (2008) medya ve internet yasaklarına rağmen İran halkının dış dünyaya ulaşma çabalarına odaklanır. Simgesel anlatımın öne çıktığı “Keştzar haye sepid / Beyaz Çayırlar” (2009), Urmia tuz gölünün ıssız adalarının ortaçağ koşullarında yaşayan topluluklarında, insanların dertlerini dinleyip “gözyaşlarını” toplayarak acılarını da alıp götüren Rahman’ın hikâyesidir. Bu alegorik ve metaforik öykü, siyahlar giymiş inan bedenlerinin özenle düzenlenmiş devinimlerinin genişleyen peyzajlarda bir koreografi gibi izlendiği, bir ressam gibi çalışan görüntü yönetmeni İbrahim Ghafouri’nin olağanüstü görselliğiyle aktarılır.
Mahkumiyetinin ardından şartlı tahliye edildiğinde çektiği, aldığı 7 ödül arasında Cannes Belirli bir Bakış En İyi Yönetmen ve François Chalais, Antalya Altın Portakal SİYAD ve Gençlik Jürisi ödülleri de olan “Be omid e didar / Hoşça Kal”da (2011) Rasulof, ülkeyi terk etmek için vize peşinde koşan bir kadın avukatın öyküsünü anlatır. Kendininki ile paralellikler taşıyan bir hikayeyi anlatırken yazar yönetmen sesini yükseltmeden, çağcıl İran bürokrasisine sakin, ancak yıkıcı bir eleştiri getirir.
2013’de İran’dan kaçırılarak Cannes Festivaline büyük gizlilikle getirilen, jeneriğinde oyuncuların ve film ekibinin adının özellikle belirtilmediği Belirli bir Bakış bölümünde FİPRESCİ ödülü alan “Dast-neveshtehaa nemisoosand / El Yazmaları Yanmaz” İran sinemasının tarihinde yapılmış belki de en kışkırtıcı ve en cesur filmdir. Gerçek olaylardan esinlenen “El Yazmaları Yanmaz”, devlet tarafından muhalif yazar ve aydınları korkutmak, işkence etmek ve öldürmekle görevlendirilmiş iki katili izler. Kirli görevlerini soğukkanlı ve sistemli bir gaddarlıkla yerine getiren bu iki adam sadece birer emir eridir. Asıl ürkünç karakter, bir büroda çalışan, şık takımlar giyen, bağnaz ortaçağ dinciliğiyle çağcıl teknoloji bilgisini şaşırtıcı şekilde harmanlayan, mesleğinde ilerlemek için eski dostlarını gözünü kırpmadan öldürecek tıynette genç amirleridir. Amirin amacı birkaç yıl önce güvenlik görevlilerinin bir grup yazarın içinde bulundukları otobüsü bir tepeden aşağı atarak öldürme teşebbüslerinin (1995’de yaşanmış gerçek bir seri katliam olayı) belgesi olan, kendisinin de olaya karışmış olduğunu kanıtlayan bir metni ele geçirmektir. Bilge bir bakış açısıyla insan tabiatındaki en iyi ve en kötü tarafları açığa çıkaran bu başyapıtının adını Mikhail Bulgakov’un “Usta ile Margarita” romanındaki ünlü bir cümleden alıntılayan Rasulof, eski Sovyetlerle günümüz İran’ındaki baskı rejimlerinin yakın akrabalığına gönderme yapar. İlk dönem filmlerinde olağanüstü başarılı görselliğiyle nefes kesen yönetmen bu filminde görselliği arka plana iterek öyküsünü filmin katı ve sert tonuna uygun karanlık görüntülerle anlatır.
Kendi her zaman gelemese de filmlerinin artık müdavimi olduğu Altın Portakal’da En İyi Uluslararası Film ve En İyi erkek Oyuncu, Cannes Belirli bir Bakış, Chicago En İyi Senaryo dâhil 6 uluslararası ödül alan “Lerd / Dürüst Bir Adam” (2017), İran’daki toplumsal yozlaşmanın adalet sistemini nasıl kilitlediğini anlatan, mağdur başkişisinin başkaldırısıyla epik bir destana dönüşen bir filmdir. Üniversitedeki işinden ayrılıp, öğretmen karısı ve çocuğu ile bir kasabaya yerleşerek balık yetiştiren Reza, çiftliğini ve arazisini ele geçirmeye çalışan şirket ile mücadele etmek zorunda kalır. Şirket nüfuzlu tanıdıkları sayesinde Reza ile eşinin hayatını alt üst ederken yozlaşmış adalet sistemi buna göz yumar. Bir başına kirli ilişkiler ağını çözen Reza, adalet mekanizmasının haklıyı koruyamayacağını anladığında, sisteme ve nüfuzlu kişilere karşı onların anladığı mücadeleye girişir. Rasulof, soluk soluğa gelişen filminde, adaleti kendi başına sağlayan kahraman temasını İran sinemasının kendine has gerçekçi estetiğiyle ustaca harmanlar.
Sistemle sorunlar yaşayan muhalif İranlı sanatçılar için yurt dışında kazanılan her ödül, ülke yönetimiyle başlarını yeniden derde sokacak bir olaydır. 2010’da altı yıl hapse mahkum edildikten sonra cezası bir yıla düşürülmüş ve kefaletle tahliye edilmiş olan Rasulof, 2017’de “Dürüst Bir Adam” ile ödüller aldıktan sonra İran’a döndüğünde pasaportuna el konularak yurt dışına çıkışı yasaklanır ve bu filmiyle “ulusal güvenliğe tehdit oluşturmak ve sistem karşıtı propaganda yapmak”la suçlanarak hakkında dava açılır. 2019’da Devrim Mahkemesi, bir yıllık mahkumiyete ve iki yıl yurt dışına çıkış yasağına hükmeder. Hapis cezası tecil edilen Rasulof, bir süre film çekmese de, farklı yönetmenlerin çektiği iki filme senaryolarını yazarak katkıda bulunur.
1975 Tahran doğumlu Mahnaz Mohammadi, ülkesinin toplumsal sorunlarını ve kadınlara uygulayan baskıyı eleştiren çok sayıda uzun ve kısa belgeselleri yüzünden defalarca tutuklanmış, film yapması ve yurt dışına çıkması yasaklanmış kadın hakları savunucusu bir yönetmendir. 2011’de Cannes’a gitmesi yetkililerce engellendiğinde Costa-Gavras’a “Ben kadınım ve filmciyim; bu ülkede câni sayılmak için iki yeterli sebep” diye mektup yazmış olan Mohammadi, 2014’de mahkûm edildiği 6 yıllık hapis cezasını çekmek için Evin Hapishanesine yatar ve iki yıl sonra erken tahliye edilir. 2019 Roma Alice Nella Citta Jüri Özel Ödülü ile 2020 Prag Uluslararası Film festivali Uluslararası Af Örgütü En İyi Film Ödülünü kazanmış olan ilk konulu uzun metrajı, senaryosunu aynen Mohammadi gibi yetkililerle çok sayıda sorun yaşamış olan ünlü yazar yönetmen Mohammad Rasoulof’un yazmış olduğu, “Peser-Mader / Oğul-Ana”dır (2019). İran toplumunda tek başına çocuk yetiştirmenin zorluklarıyla başa çıkmaya çalışan dul bir kadınla oğlunun çaresizlik içindeki yaşam mücadelesini iki bölümde anlatan film, annenin geleneklerin boyunduruğunda neredeyse bir tragedya kahramanı gibi imkansız seçimler yapmaya zorlanmasını, sadece 12 yaşında olan oğlunun, onu desteklemek için büyük bir dirençle her türlü zorlukla mücadelesini müthiş duyarlı bir sinema diliyle aktaran, başyapıt düzeyinde bir çalışmadır.
Rasoulof, 1983 doğumlu genç yönetmen Aşkan Najafi’nin ilk filmi “Hatchbak Ghermez Kırmızı Hatchback” (2019) filminin senaryosunu Najafi ile birlikte yazar. Tahran’da ticari bir şirkette çalışan 30 yaşlarındaki Ali, tek başına yetiştirmeye çalıştığı 5 yaşındaki oğlu Amir-Hüseyin’i tüm maddi sıkıntılara karşın hiçbir şeyden mahrum etmemeye çaba gösteren bir babadır. Araba tutkusu olan oğlunu mutlu etmek için bankadan bir miktar kredi çekerek ve eş dosttan borç alarak kırmızı bir hatchback almaya karar verir. Sadece para sıkıntısı ve ülkede uçuşa geçen enflasyon değil, her türlü yolsuzluk da hayallerini gerçekleşmesini engeller. Ali, bedeli ne olursa olsun, oğluna verdiği sözü yerine getirmeye çalışacaktır.
Rasulof 3 yıl aradan sonra, 2020 Berlin Film Festivalinde En İyi Film-Altın Ayı, Ekümenik jüri ve Alman Arthouse Sinemalarının Guild Film Prize dahil 15 uluslararası ödül alan son başyapıtı “Sheytan vojud nadarad / Şeytan Yoktur”u (2020) çeker. Rasouluf’un yurt dışı yasağı olduğu için ödüllerini filmde rolü de olan kızı Baran Rasulof alur. Tabii ki, bu ödüller de ülkesinde yeni sorunlara sebep olur. Yönetim tecil edilmiş bir yıllık hapis cezasını çekmesi için hapse girmesine karar verir. Yine temyize gideceğini söyleyen Rasoulof cevaben, İran’da pandemi nedeniyle 54.000 tutuklunun geçici olarak serbest bırakıldığını ve bu süre içinde cezasını çekmek için teslim olmayacağını belirtir.
Filme dönersek, iki buçuk saatlik “Şeytan Yoktur”, Çin’in ardından dünyada en çok sayıda idamın infaz edildiği ikinci ülke olan İran’da idam cezasının bireyler üzerindeki ruhsal, ahlaki ve kültürel etkilerini birbiriyle bağlantısı olmayan dört ayrı öykü üzerinden irdeler. Özellikle siyasal idamların devlet güdümünde işlenmiş birer cinayet olduğunu belirten film, savını saldırgan bir polemik olarak değil, mahkûmların suçluluğuna ya da suçsuzluğuna bulaşmadan, kurumsal katletme olaylarına bir şekilde iştirak etmek zorunda bırakılanların reddetme çabaları ya da olaydan etkilenmeleri aracılığıyla aktarır. Filme adını veren birinci bölüm, geceleri çalışan, koca, baba, oğul ve komşu olarak örnek alınacak nazik ve yardımsever bir adamın yaşamının 24 saatine odaklanır. Müthiş doğal ve inandırıcı öykü, son 1 dakikasında tokat gibi bir sürprizle sona erer. Bunun ardından gelen, İran’da eğitim düzeyleri ne olursa olsun her genç erkeğin 2 yıl zorunlu askerlik yaptığını ve bu görev sırasında zaman zaman asılarak infaz edilecek idam mahkumlarının altındaki tabureyi fiilen çekmek zorunda olduklarını öğrendiğimiz üç hikaye, her İranlı askerin cellatlık yapma zorunluğu yüzünden tematik olarak birbiriyle ilişkilidir. “She Said, ‘You Can Do It” adlı ikinci öykü, vatani görevin yeni başlayan Puya’nın ertesi gün yapmak zorunda olduğu infazı vicdanen reddettiği gece başlar. Koğuştaki tartışmalar hem sistemin acımasızlığını hem de istemeseler de korkunç bir iş yapmaya zorlananların çaresizliğini ustalıkla ortaya çıkarır. Koğuştaki bu ilk bölüm filmin belki de en güçlü sahnesi ken, Puya’nın ertesi sabah olaydan sıyrılma çabası inandırıcılık sınırlarını zorlar. Kapalı mekanların boğuculuğundan çıkıp İran krısalının muhteşem güzelliğine açılan “Birthday”, sevdiği kıza doğum günüde evlenme tekil etmek için izinli gelmiş genç asker Javad’ın öyküsüdür. Her iki öykü de verilmek zorunda olan kararlara ve bu kararların bedellerine odaklanırken filmi bitiren “Kiss Me”, bu ahlaki yüklerin yarattığı sırların ve suçluluk duygularının vasıl kuşaklar boyunca sürebildiğini gösterir. Son iki hikayesinde ilk dönem filmlerinin olağanüstü görselliğine dönen Rasulof, final bölümünde toprak rengi kırsalı uzun planlarla görüntüleyerek, karakterlerini sık sık cep telefonunun çektiği tepeye tırmandırarak Abbas Kiarostami’ye saygı ve sevgi dolu bir selam da çakar.
1972’de İsfahan’da doğan Aşgar Farhadi, bütün çalışmaları gibi senaryosunu da yazdığı ilk filmi “Raks dar ghoba / Tozda Dan”ta (2003) severek evlendiği eşinden ailevi ve toplumsal sebeplerle, kızın annesi fahişe olduğu için boşanmak zorunda kalan bir adamın yaşam savaşını
anlatır. “Şah-re ziba / Güzel Kent” (2004), on altı yaşındayken kız arkadaşını öldürdüğü için idama mahkum edilen, artık on sekizine geldiği için infazı yaklaşan bir gencin kurtulabilmesi için, kız kardeşi ile arkadaşının, maktulün ailesinin affetmesi ve kan parası gibi şeriata uygun
çabalarını anlatır.
“Şaharşanbe-suri / Çarşamba Havaifişekleri” (2006), sorunlu bir evliliğin ve evlilik dışı bir ilişkinin üzerinden erkeklerin ve kadınların dünyasını inceler.
Farhadi’nin Berlinale’de En İyi Yönetmen dahil 20 uluslararası ödül sahibi üçüncü filmi “Darbareye Elly / Elly Hakkında” (2009), Tahran’da yaşayan, üniversiteden beri arkadaş olan, üst orta sınıf mensubu, eğitimli, kültürlü, orta karar dindar üç çiftin çocukları ve yuva öğrencisi çocuklardan birinin öğretmeni Elly’yle Hazar Denizi kıyısında birkaç günlük tatile çıkmasıyla başlar. Elly’nin gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasıyla film, ailenin özüne inerek bir yabancının varlığı ya da yokluğuyla, aile içi, kadın erkek ilişkilerinin düzenlenmesinde ve giderek İran toplumunun işleyişinde neler ortaya çıkabileceğini araştırır. 2011’de, “Jodaeiye Nader az Simin / Nadir ve Simin: Bir Ayrılık” (2011) Berlin’de Farhadi’ye Altı Ayı ile kadınlı erkekli, bütün oyuncularına En İyi Kadın ve Erkek oyuncu ödüllerini kazandırır. En iyi Yabancı Film Oscar’ı dahil 90’a yakın ödül alan “Bir Ayrılık”, yıllardır evli olan, İran’ın üst orta sınıfından bu çiftin ayrılma kararı almalarıyla başlar. Simin, kızının daha iyi şartlarda yetişebilmesi için yurtdışına yerleşmek ister, kocası Nadir bakıma muhtaç Alzheimer hastası babasını tek başına bırakamadığı için eşinin isteğini kabul edemez. Simin evden ayrılınca yandan çalışırken bir yandan da kızına ve Alzheimer hastası babasına bakmak zorunda kalan Nadir, babasıyla ilgilenmesi için bir kadın tutar Bakıcılık işini kocasından gizli olarak kabul eden Razieh, hamile olduğunu da işvereninden saklar. Kadın, Nadir’in karıştığı bir kaza geçirip çocuğunu düşürünce kocası Hodjat ile patronu Nadir karşı karşıya gelirler. Farhadi, iki ayrı sosyal sınıfa mensup İranlı iki ailenin hikayesini, iki toplum kesimi arasındaki sosyal ve davranışsal farklar üzerine kurar ve adalet, suç, emniyet, güven gibi algıları ve rasyonalite-duygusallık, sekülerlik-dindarlık, doğruluk-yanlışlık, gitmekkalmak karşıtlıklarını kimseyi yargılamaksızın irdeler.
Cannes’da Bérénice Bejo’ya En İyi Kadın Oyuncu, yazar yönetmenine Ekümenik Ödül dahil 15 uluslararası ödül almış olan “Le Passé / Geçmiş” (2013), aynen “Bir Ayrılık”taki gibi yine ayrılık / boşanma olgusunun yansımalarını, bu kez farklı bir coğrafyada ele alır. Ahmad, 4 yıldır ayrı olduğu Fransız eşi Marie ile boşanma davasını sonuçlandırmak için Tahran’dan Paris’e gelir. Hâlen beraber yaşadığı Samir’den üç aylık hâmile olan Marie, Marie’nin Ahmad’dan önceki evliliğinden olma iki kızı, Samir ve Samir’in oğlunun birlikte yaşadığı evde, boşanma işleri halledilene kadar Ahmad da kalacaktır. Ahmad, Marie, Samir üçgeninin kendi geçmişleriyle hesaplaşmaları, bu üçgenin ortasında kalan çocukların sorunları ve yavaş yavaş açığa çıkan, gittikçe dallanıp budaklanan bir sır, herkesin birbiriyle ilişkisini gerer. Karakterlerini incelikle işleyen senaryosu, müthiş başarılı oyunculukları ve her kişiliğe aynı mesafede duran tarafsız bakış açısıyla Farhadi, yurt dışında çektiği bu ilk filmde de ustalıklı bir iş çıkarıyor. Tıpkı “Bir Ayrılık”ta yapmış olduğu gibi “Le Rassé”yi de kavgasız gürültüsüz, ama son derece güçlü bir finalle sonlandırıyor.
İran’a ikinci En iyi yabancı Film Oscar’ını getiren, Cannes’dan En İyi erkek Oyuncu ve En İyi Senaryo dahil, bir düzine uluslararası ödül kazanan “Forushande / Satıcı” (2016), Arthur Miller’ın “Satıcının Ölümü” oyununda rol alan karı koca iki oyuncunun taşındıkları yeni evde kadının saldırıya uğraması ile yaşadıkları gergin ve sıkıntılı günlerin hikayesini anlatır, Farhadi, kadının maruz kaldığı saldırının çifti nasıl gerilimli bir ilişkinin içine attığını, saldırı sonrası yaşanan travmayı, intikam duygusunu, oyuncu olmak, bağışlamak, sanat ve gerçek hayatın örtüşmesi ya da çelişmesi gibi temaları müthiş bir doğallıkla anlatıyor. Shahab Hosseini ile üçüncü, Taraneh Alidoosti ile dördüncü kez çalışan Farhadi, iki başoyuncusu ile deneyimli emektar aktör Babak Karimi’den olağanüstü inandırıcı ve dokunaklı yorumlar alıyor.
Tekrar yurt dışına çıkarak bu kez Madrid kırsalında Penélope Cruz, Javier Bardem ve Ricardo Darín gibi müthiş bir üçlüyle “Todos lo Saben / Herkes Biliyor”u (2018) çeken Farhadi, bu filminde de artık kanıksadığımız hatta az biraz doyduğumuz açığa çıkma zamanı gelmiş sırlar, ailevi anlaşmazlıklar, unutulmak istenen geçmiş, ilişki yürütme sancıları çeken erkek ve kadınlar, bedel ödemek durumunda kalan çocuklar gibi bildik temalarını ele alıyor. Ancak bundan önceki çalışmalarında büyük başarıyla ele aldığı bu konular, göze batan senaryo kusurları ve yarım kalmış finaliyle çok yetersiz kalıyorlar. Kanımca “Herkes Biliyor” Farhadi’nin bugüne kadar yapmış olduğu en yanlış film.
Farhadi’nin ülkesine dönerek 2021’de Şiraz’da çekmiş olduğu, konusu halen gizli tutulan son filmi “Kahraman” (2021) önümüzdeki Temmuz ayında yapılacak olan Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışacak. Çok az sayıda sinemacıdan söz etmesine karşın hemen hepsi çok önemli filmlerden söz ettiği için çok uzun bir yazı oldu. Bu sebeple çok sağlam işler yapmakta olan genç İran’ın en genç sinemacılarından başka bir yazımda söz edeceğim.
Bu yazımda bahsettiğim filmlerin izlenmesi konusuna gelirsek :
Cafer Panahi’nin bütün filmleri internette ve veya MUBİ’de bulunabiliyor. Hiçbiri kaçırılmaz ama daha kısa bir izleme listesi isteyenler için “Ayna”, Offside”, Taxi” ve “Üç Surat” şart derim.
Bahman Ghobadi’nin de bütün filmleri internet ortamında var. “Sarhoş Atlar Zamanı”, “Kaplumbağlar da Uçar” ve “Kimsenin İran kedilerinden Haberi Yok” mutlaka izlenmeli.
Mohammad Rasulof’un tüm kurmaca filmleriyle senaryosunu yazdığı “Kırmızı Hatchback” İnternette ve bazıları MUBİ’de bulunabiliyor. Rasulof için kısa listem yok. Bütün filmleri mutlaka izlenmeli derim.
Ashgar Farhadi de filmlerine kolay ulaşılır bir sinemacı. Hepsi izlenmeli ama, kısa liste isteyenler için “Elly Hakkında”, “Bir Ayrılık”, “Geçmiş” ve “Satıcı” derim