Bağlılık Hasan
“BAĞLILIK” üçlemesinin ikinci bölümü
“Bağlılık-Hasan”
Türkiye’nin önümüzdeki Oscar yarışmasında yeni adıyla en İyi Uluslararası Film aday adayı “Bağlılık- Hasan” 3 Aralık’tan beri vizyonda. Vizyonda ve Cinemaximum gösterim listesinde olan bir filmi izlemeyi kolay sanıyorsanız emin olun ki yanılıyorsunuz. Ne yetkililerden ne de internetten nerede gösterildiğini öğrenmek mümkün olmadı. Dedektif gibi iz sürerek filmi yeni açılan AKM Yeşilçam Sinemasında izleyebileceğimizi öğrenmek bir haftamızı aldı. AKM’nin çok başarılı web sitesinde hem gösterim bilgilerini hem de izlemek istediğiniz etkinliğin biletini almak mümkün.
Sinemamızın ellili yaşlarında “auteur” kuşağının, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’la birlikte en önemli sinemacılarından biri olan Semih Kaplanoğlu’nun son filmini izlemek için seanstan on- on beş dakika önce AKM’ye ulaşmak gafletinde bulunduk.
Sinemanın eski otoparkın olduğu yerdeki yeni ek binada olduğunu biz biliyorduk da, ne güvenlik, ne de çok sayıda çalışan sinemanın yerin tam olarak bilmiyordu. Sözün kısası, salonu uzunca bir araştırma sonrası salonu bularak filmin başlamasından iki dakika sonra içeri girebildik. Gördüğümüz o görkemli ilk kareler, telaşımızı, sinirimizi anında unutturdu ve iki buçuk saat boyunca filmi soluk soluğa izledik.
“Bal” filmiyle Berlin’den “Altın Ayı”, “Buğday“la yılında Tokyo Film Festivali’nden “En İyi film Ödülü” ile dönen Semih Kaplanoğlu, 2007’de “Yumurta” ile Quinzaine De Realisateurs, aynı yıl “Süt “le Cannes Atelier’de yer almış, 2013’te Cinefondation ve Kısa Film jürisinde bulunmuş olduğuna göre, geçen Temmuz ayında Un Certain Regard bölümünde prömiyer yapan “Bağlılık-Hasan” ile 74. Cannes Film Festivali’nde Türkiye’yi dördüncü kez temsil etmiş.
İnançlı bir Müslüman olan Semih Kaplanoğlu, “Sinema, Dreyer, Bresson, Bergman ve Tarkovski sayesinde seküler dışı bir sanat olma özelliği de kazanmıştır ve bu yol ustalarımın izinde benim de yolumdur” demiş, sinema anlayışını “manevi gerçekçilik” olarak tarif eder. Son halkası “Bal” ile 2010’da hak edilmiş bir Altın Ayı almış olan “Yusuf Üçlemesi”nde de, Yusuf’un kendini aradığı içsel yolculuğun manevi boyutunu, kısık sesle ve alçakgönüllü bir olgunlukla, ama neredeyse metafizik bir boyutta duyumsatır.
Konumuz “Bağlılık Üçlemesi” ve son bölümü “Bağlılık-Hasan” olsa da, Semih Kaplanoğlu sinemasının “Yusuf Üçlemesi”nden sonraki gelişiminden söz etmenin ve özellikle “Buğday” filminin üzerinde bir miktar durmanın gerekli olduğu kanısındayım.
Beş yıldır beklenen, çekimlerini Kapadokya, Almanya ve ABD Detroit’te yaptığı, geniş ekran, siyah-beyaz, İngilizce filmi “Grain / Buğday” (2017), Semih Kaplanoğlu’nun tasavvufi inanç yolculuğunda yeni bir aşama oluşturur. Distopik bir bilimkurgu öyküsü olarak başlayan “Buğday”, sınırların yeniden kurulduğu, genetik araştırmalar ve ani bir iklim değişikliği nedeniyle bitki ve hayvan türlerinin soyunun tükenmeye yüz tuttuğu, insanlara yetecek yiyeceğin olmadığı kurak bir dünyada yakın ve belirsiz bir gelecekte geçer. Filmin ilk bölümü, genetiğiyle oynanmış tohumların sürdürülebilirliği konusunda kaos yaşanan bu distopyayı sinemamızda daha önce benzeri görülmemiş olağanüstü bir görsellikle aktarılır. İki ana karakterin yollarının kesişmesiyle film, Kur’an-ı Kerim’in Kehf Suresi’ndeki Hızır ile Hz. Musa kıssasına paralel bir biçimde gelişir ve dünyayı açlıktan kurtaracak tohumlar yaratmak peşindeki Profesör Erol’un bugüne kadar öğrendiği her şeyi değiştirecek olan bedensel ve mistik bir yolculuğa dönüşür.
“Buğday”ın ilk gösteriminden başlayarak saldırgan bir polemik başlar, yedi yıl önce Altın Ayı’yı aldığında yere göğe sığdırılamayan Kaplanoğlu, bu kez yerden yere vurularak bir yandan Tarkovski sinemasını taklit etmekle, diğer yandan da Tarkovski’nin aksine, imam gibi vaaz vermekle suçlanır. Tabii ki, “Buğday”ın dini metaforlarına katılmamak, karşı gelmek, hatta yadsımak birey olarak kesinlikle hakkımız. Modern dünyanın iflasının ardından, çeşitli merhalelerden geçerek manevi huzur arayışını dinci ideolojinin yansıması olarak görmek, iyileşmez yaraları bile iyileştirebilen saf toprağın duvarlarında arpça yazılar olan türbemsi bir yapıda bulunmasını “kör kör parmağım gözüne” olarak algılamak da mümkün. Ancak bunun, yaratıcı sanatçıyı aşarak sanat eserinin kendisine bir saldırıya dönüştürülmesi kabul edilemez. Ben de, kişisel ilgi alanımım epey dışında kalan ideolojik bakışın, filmi sinemasal açıdan bir miktar zedelediği kanısındayım. Ancak bu kanı, “Buğday”ın görsel olarak belki de sinemamızda yapılmış en kusursuz çalışma olduğunu göz ardı etmeyi, ve dini meselin çağcıl sinemasal yorumunun mükemmelliğini yadsımayı gerektirmiyor.
Siyasetin sanata etkisinin, baskısının ya da desteğinin etraflıca tartışılmasından yanayım ama, böyle bir tartışmada, bir sanat yapıtını değerlendirirken “Sezar’ın hakkını Sezar’a verme”nin de şart olduğu kanısındayım. Laik ve seküler görüşe karşı çıkan, bu düşünceyi ötekileştiren, düşünce özgürlüğüne aykırı anlayışı kınamak tabii ki hakkımız. Ancak bizimkiyle taban tabana zıt bile olsa, özellikle eyleme geçmeden sanatsal açıdan aktarılan farklı bir düşünceye saldırmak da, kanımca kınadığımız, eleştirdiğimiz ayırımcılıktan farkı olmayan bir ötekileştirme.
Semih Kaplanoğlu’nun bağlılık üzerine giriştiği yeni üçlemesinin, üst orta sınıftan, şehirli ve evli bir iş kadının yeni bebeği olduğunda yaşamının alt üst olmasının anlatıldığı ilk filmi “Bağlılık-Aslı” da benzer bir eleştiri yağmuruna, hiç hak etmediği bir “öküz altında buzağı arama” arayışına maruz kalır. Bir söyleşisinde Kaplanoğlu, “Aslı”nın “modern hayatın insanlarda oluşturduğu açmazlar, insanın içiyle dışı arasındaki mesafenin açılması, iç muhasebenin pasif kalışı yani insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasının giderek zorlaşması” ile ilgili bir film olduğunu, “anneyi anne, babayı baba, çocuğu çocuk, dedeyi dede olmaktan çıkartan, aslında baştan çıkartan modernizmi, bu durumun insanda yaşattığı çalkanışı anlatmanın” kendisini yetiştiren ülkeye bir tür borç olduğunu düşündüğünü belirtir.
Semih Kaplanoğlu çağcıl yaşamın getirdiği yalnızlığın ve etraftan kopuşun altını çizmek için, dört ana karakterini modern, zengin işi, ancak kişiliksiz bir siteye neredeyse hapsederek, site dışındaki mekânları ve Aslı, kocası Faruk, bakıcı Gülnihal ile bebek dışındaki karakterleri, özellikle arka planda bırakmayı yeğler ve filmin asıl hikâyesinin bebeklerin annelerle ilişkileri üzerinden Aslı’nın duygusuzluktan duyguya, güvensizlikten güvene giden içsel yolculuğunun, kendisiyle, ötekiyle ve etrafıyla barışması olduğunun altını çizer.
Tüm filmlerinin senaryosunu yazan ya da yazımına katılan Semih Kaplanoğlu’nun yapıtına değil kişiliğine yapılan eleştirilere katılmadığımı, “Bağlılık-Aslı”nın, hikâyesi, yönetilmesi ve oyunculuklarıyla dört dörtlük bir film olduğunu düşündüğümü, ayrıca sinemamızda erkek elinden çıkma en iyi kadın filmlerinden biri olarak gördüğümü belirtmek isterim.
Bu epey uzun girişin ardından geldik nihayet üçlemenin ikinci halkası “Bağlılık-Hasan”a.
“Bağlılık-Hasan”, geçimini baba mirası meyve bahçesiyle domates tarlalarından sağlayan bir çiftçi ailesinin hayatını, çevre ve sistemle ilişkilerini ve aralarındaki ilişkileri irdeleyen bir çalışma. Film başladığında Hasan, yüksek gerilim hattının direğinin ve yanına inşası gereken trafonun domates tarlasının tam ortasına dikilmesinin kesin planlandığını öğrenir. İstimlak bedeli ödenecek de olsa, mevcut mahsulü kurtarmayacağı gibi, gelecekteki zararı karşılamayacağı için direği abisinin yıllardır ekip biçmediği bitişik tarlasına koydurmaya çalışırken, karısı Emine’yle üç yıldır beklendikleri Hac sırasının nihayet geldiğini öğrenir. Hac farizasının olmazsa olmazı şarı, kişinin Mekke’ye gidişi öncesinde varsa borçlarını kapatması ve tüm hatalı davrandıklarıyla helalleşmesidir. Hasan da, geçmişine ve kendi içine doğru arayışa çıkarak, hayatını üstüne inşa ettiği değerler ve eylemleri arasındaki çelişkilerle yüzleşmeye, bir vicdan muhasebesi yapmaya çalışır.
Bu içsel yolculuk, filmin en başında gördüğümüz, kırsal ortamda yeşil bir ağacın gölgesinde, doğayla mükemmel bir uyum içinde dinlenen ailenin göründüğü kadar masum ve mükemmel olmadığını açığa çıkarır. Jeneriğin hemen ardından gelen sekansta çok çalışan, çalışanlarına iyi davranan Hasan’ın (Umut Karadağ) elma bahçesine, yakınlardaki bir kuşu ve Emine’nin (Filiz Bozok) kedisi Berduş’u öldürecek kadar güçlü bir pestisit püskürttüğü görülür. Tarlaya dikilecek direk yüzünden haksızlığa uğradığını düşünen bu adam, direği ağabeyinin tarlasına kaydırmayı bir hak yeme olarak algılamadığı gibi, sorununu çözmesi için tanıdık bir emekli hâkimi araya sokmaktan da çekinmez. Yine aynı Hasan, her şeyini bankaya kaptıracak olan borçlu komşusunun arazisini, “yardım” adı altında çok cüzi bir paraya satın almaktan da rahatsız olmaz. Hasan’ın “arkadaşını” araziyi ucuza satmaya ikna ettiği inceliklerle dolu diyalog, filmin en etkileyici anlarından biri ve müthiş bir senaryo dersidir.
Kibar ve görgülü görünümüne karşın, fakir bir kadına sipariş ettiği örtüyü eksikleri olduğu bahanesiyle fütursuzca ucuza kapatmaya çalışan güçlü ve zeki Emine de sütten çıkmış ak kaşık değildir. Kadının hem el emeğini hem de onurunu koruyarak bu aşağılık pazarlığı reddettiği sahne de filmin bir başka özel ve güzel anıdır.
Emine Hasan’ın akıl hocasıdır ve de onu ustalıkla yönlendirmesiyle ailenin fiilen reisidir. Aslında kafalarına göre yaşarken başka kimseyi pek önemsemeyen bu ikili sadece birbirini tamamlayan uyumlu bir çift değil, bir bakıma konforlu yaşam düzenlerini her türlü tehlikeye karşı korumaya çabalayan birer suç ortağıdırlar da. Borçlu komşudan araziyi satın alması gerektiğini Hasan’ın kafasına sokan Emine’dir; herkesten helallik alması gerektiğini, babalarının ölümünden beri onunla dargın olan abisi Muzaffer (Mahir Günşıray) ile barışmasının şart olduğunu hatırlatan da odur. Muzaffer konusu açıldığında Hasan, miras konusunun hâkim tarafından adilane çözüldüğünü abisinin ona küsmeye hakkı olmadığını o kadar üstüne giderek iddia eder ki, emekliyken bile direk sorununu çözebilecek kadar etkili olan yargıcın 20 yıl önce Hasan’ı kayırmış olma olasılığı şiddetle hissedilir.
Hasan’ın rüyalarında, doğaya karşı işlediği suçların vicdan azabını çeker. Sert bir rüzgarın kopardığı elmaların onu taşa tutar gibi yere yıktığı olağanüstü düş sekansı tabii ki Hz.İsa’nın recm edilmek üzere olan Mecdelli Meryem’i “ilk taşı hiç günahı olmayan atsın” diyerek kurtarmasına bir göndermedir. Ancak bu kez hiç günahı olmaksızın saldırıya uğramış olan doğa bütün taşları atmak hakkına sahiptir. Bir başka düşte ise Hasan, direğin taşındığı yerde kesilen, dolaylı olarak katlettiğini düşündüğü ulu ağaçla yüzleşir.
İlginçtir, Hasan bu içsel yolculuk sırasında az da olsa bir bilinçlenme, bir pişmanlık yaşar gibiyse de Emine’de böyle bir değişim görülmez. Öküz altında buzağı arayanlara, bu bol elmalı filmde Emine’yi Hasan’ı baştan çıkarmaya, cennetinden kovdurmaya kalkışan bir Havva olarak görme fırsatı yaratan bir durum. Yapıtından yola çıkıp yaratıcısına kadını yoldan çıkarıcı olarak suçlamaya niyet edenlere, Semih Kaplanoğlu’nun 22 yıllık hayat arkadaşı Leyla İpekçi’ye büyük saygı ve sevgiyle bağlı olduğunu, pek çok filmi gibi bu sonuncusunu da ona ithaf ettiğini anımsatmakla yetineceğim.
Peki, nedir Emine’nin sorunu derseniz, o da kocası gibi, kokuşmuş, yozlaşmış, iki yüzlü bir toplumun ürünüdür ve bu ikili içinde var olduğu toplum gibi yozlaşmış ve iki yüzlüdür,
İnançlı Kaplanoğlu, inanç, iman ve vicdan kavramlarının kişisel çıkarlar için kullanımını epey sert bir dille eleştirerek, dindar kesimdeki kimi göstermelik iki yüzlülüğü açığa çıkarırken, gerçek iman ve inançtan yana tavır koyuyor.
Bu yazıyı sonlandırmadan önce, başta Umut Karadağ ve Filiz Bozok olmak üzere bütün ekibin çok başarılı olduğu çok iyi yazılmış, çok iyi yönetilmiş filmin asıl baş oyuncusu, Görüntü Yönetmeni Özgür Eken’in kamerasından yansıyan muhteşem Doğa hakkında birkaç söz söylemek gerekir.
Kaplanoğlu Doğa’yı karşımıza Tanrının mucizesi olarak çıkarır. Ağaçlardan sarkan, kurtlularının bile tavuklara yem olduğu elmalar, yeşilliklerin arasından mahcup mahcup bakan domatesler, pıtrak pıtrak üzüm salıkmları, ayıklanırken çıt çıt eden fasulyeler, kurabiye gibi karpuz dilimleri ve arılar, böcekler, arındırıcı bir yağmurun altında yıkanan inek, koştura koştura böcek ilacından kaçıp yandaki tarlaya özgürlüğe kaçan kaplumbağa ve de acıları, kusurları, kimi zaman zavallılıkları, kimi zaman da o fukara kadınınki gibi pırıl pırıl onurlarıyla insanlar. Gerçekten de Tanrısal yaratının asıl mucizesi…
Yönetmen / Senaryo : Semih Kaplanoğlu
Görüntü Yönetmeni : Özgür Eken
Sanat Yönetmeni : Meral Aktan
Oynayanlar : Umut Karadağ, Filiz Bozok, Gökhan Azlag, Mahir Günşiray, Ayşe Günyüz Demirci, Hakkı Altıner, Devrim Özder Akın, Hasan Atalay, Mehmet Avdan, Bedir Bedir, Sinan Demirer
Türkiye / Dram / 147 Dk.
https://youtu.be/TBjRvQfGUFg