41. İstanbul Film Festivali 1

İKSV’nin 50. Yılını kutladığı bu yıl, kırk birincisi yapılmakta olan İstanbul Film Festivali son yılların en parlak seçkilerinden birini sunuyor. Seyrettiğim filmlerle ilgili izlenimlerimi peyderpey sizlerle paylaşacağım. Bu yıl Festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde FİPRESCİ üyesi olduğumdan, bu bölümdeki filmlere ait izlenimlerimi ancak Festivalin ödül töreninin ardından aktarabileceğim. Şimdilik bu konuda söyleyebileceğim tek şey, hem genç kuşaktan yenilerin, hem de çok ünlü bazı yönetmenin son filmlerinden oluşan çok ilgi çekici ve üst düzey bir seçki olacağı.


PETER VON KANT

2022 Berlin Film Festivali’nin açılış filmi François Ozon’un 28. uzun metrajı “Peter Von Kant”, Fassbinder’e ve Fassbinder sinemasına yaptığı müthiş bir saygı duruşu.

Ozon, Rainer Werner Fassbinder’in 1972’de sadece kadın oyuncularla çektiği ünlü melodramı “Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları”nı, hem adından acı gözyaşlarını çıkararak hem de cinsiyetleri ters çevirerek ince bir mizah duygusuyla yeni baştan var ediyor.

Asistanı Marlene’yi aşağılayarak ona kötü davranan, moda dünyasında meşhur etmek istediği kendisinden genç Karin’e aşık olan stilist Petra, sürekli kötü davranıp küçük düşürmekten zevk aldığı sessiz asistanı Karl (Stéfan Crépon) ile birlikte yaşayan ve Fassbinder’e müthiş benzeyen başarılı, ünlü film yönetmeni Peter’a (Denis Ménochet) dönüşür. Peter, yakın arkadaşı, eski sevgilisi aktris Sidonie’nin (Isabelle Adjani) tanıştırdığı yakışıklı genç Amir’e (Khalil Ben Gharbia) âşık olur; beş parasız ve hayattan beklentisinin ne olduğunu bile bilmeyen Amir’e birlikte yaşamayı ve onu sinema dünyasına sokmayı teklif eder. Amir’in bu teklifi neredeyse hiç düşünmeden kabul etmesi, aşk, tutku, kıskançlık, takıntı, aşağılama, ilham, ün, baştan çıkarma, sınıfsal baskınlıkla yalnızlığın öne çıktığı, hükmedenle hükmedilen rollerinin giderek değiştiği traji-komik bir ilişkinin başlangıcı olur …

Fassbinder’in 50 yıl öncenin Petra’sını kendi dişil ikinci kişiliği olarak gördüğünü düşünen Ozon, sanki cinsiyetleri ters çevirmeyi değil, onları olmaları gerektiği yere oturtmayı amaçlar. Filmin hemen başında Fassbinder’in son filmi “Querelle”de Jeanne Moreau’nun söylediği Oscar Wilde’ın deyişinden esinlenen “each man kills the one heloves / her erkek sevdiği erkeği öldürür” şarkısının bir yansımasını Isabelle Adjani’ye söyleterek bu izleyeceğimiz dünyanın artık salt Fassbinder’in dünyası olduğunu açığa çıkarır. Fassbinder’in oyunundan uyarlamış olduğu “Gouttes d’eau sur pierres brulantes / Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları”na yaptığı göndermeyle de bunu kesinleştirir.

PETER VON KONT

Muhteşem Isabelle Adjani’nin büyük ustalıkla canlandırdığı, ilk filmdekine kıyasla daha geniş ve derinlikli bir kişilik olan Sidonie’nin, biraz kendi kendisiyle alay eden, biraz da küçümseyen bir karakter olarak var edilmesi melodrama göre daha mesafeli ve daha mizahi bir bakış oluşturur. Ünlü Fransız “auteur” Jacques Audiard’ın yeğeni Aminthe Audiard küçük ama varlığıyla önemli Peter’in kızı rolünde çok başarılıdır. Filmde şarkı söyleyen sadece Isabelle Adjani değildir. Ozon, olmazsa olmaz bir büyük oyuncuyu, Fassbinder’in olağanüstü fetiş oyuncusu Hanna Scygulla’yı ilk filmdekinden bambaşka bir rolde, Peter’in annesi olarak filmine getirir. Scygulla’nın ninnisi için bile film defalarca izlenebilir. Dört dörtlük oyunculuklarda, benzersiz bir Fassbinder’e dönüşmüş olan Ménochet, ilk ekran deneyiminde hem elverişli fiziği, hem de dört dörtlük oyuculuğu ile Gharbia ve bir tekkelime bile konuşmayan, ama her bakışı onlarca sözcük kadar anlamlı Crépon’dan oluşan filmin erkekler takımı da çok başarılıdır.

Bir Kammerspiele / Oda Sineması olarak tek mekânda çekilen filmde Sanat Yönetmeni Katia Wyszkop ve Köstüm Tasarımcısı Pascaline Chavanne, renkler, dekorlar ve giysilerle 1970’lerin dönemine olağanüstü can veririler. Görüntü yönetmeni Manu Decasse’ın akıcı ve ağır kamera hareketleri, diyaloglardan oluşan öykünün durağanlığını harekete dönüştürür, klostrofobik mekânı açar, genleştirir.

Sonuç olarak bir kapalı oturum gibi gelişmesine karşın, hiçbir anı teatral olmayan, görselliği, sahnelenmesi ve oyunculukları harika, olağanüstü bir sinemasal çalışma. Vizyona girdiğinde sakın kaçırmayın.

Filme puanım : (****1/2)

PETER VON KANT

DURAS HAKKINDA HER ŞEY / VOUS NE DÉSIREZ QUE MOI

1970’li yılların ortalarında, gelecekte soyadını Andréa olarak değiştirecek olan genç felsefe öğrencisi Yann LeméeTarquinia’nın Küçük Atları” romanı ile keşfettiği ünlü yazar ve sinemacı Marguerite Duras’a öylesine hayran olur ki, artık başka bir yazar okumamaya karar vererek sadece onun bütün kitaplarını okur.

1975’te Duras’ın yazıp yönettiği “Indiana Song” filminin özel gösterimi sonrası söyleşide ilk kez Marguerite’le karşılaşan Yann, ondan mektuplaşmak için izin ister. İsteği kabul edilen Yann, hayranlıktan giderek aşka dönüşen duygularını ona çok sayıda mektupla aktarır. Çok azına cevap aldığı bu mektuplaşma beş yıl sürer. 1980 Eylül’ünde, telefonla aramak cesaretini gösterdiği Marguerite Duras, tanışıp konuşmak için onu Trouville’deki evine davet eder. Kapısından girdiği andan itibaren, Marguerite’in ölümüne dek bir daha birbirlerinden ayrılmazlar. Toplumsal statülerin, yaşları, cinsel yönelimleri taban tabana zıt olan ikilinin dengesiz, karmaşık, ama her dem dürüst ilişkisi 16 yıl ölüm onları ayırana dek sürer. Sayısız aşklar ve iki evlilik yaşayan, gençliğinde çok güzel bir kadın olmasına karşın olduğundan da yaşlı görünen Duras 66, Yann 28 yaşındadır. Karşı cinsle de ilişkiler yaşamış olmasına karşın Yann eşcinseldir.

Eril ve dişil rollerin tersine döndüğü, kadının delikanlıyı parmağının ucunda oynattığı, yemek ve giyim zevkleri ve eşcinselliği yüzünden haşince payladığı Andréa, dehası ve gönül yüceliği kadar, yaş farkını hissetmeksizin kadınlığına da taparak, sevgilisi, oyuncusu, sırdaşı, şoförü ve tabii ki kurbanı olmayı kabullenir; Marguerite’in arada bir depreşen alkol ve şiddet krizlerine göğüs gerer.

1982 sonbaharında Yann, sevgilisinin arkadaşı ve komşusu gazeteci yazar Michèle Manceaux’dan bir söyleşi yapmayı talep eder. Neauphle’de Duras’la birlikte yaşadığı iki katlı evin üst katında gerçekleşen söyleşinin ilk cümlesi “Duras’tan söz etmek iştiyorum” olur. Yazarla yaşadığı tutkulu ilişkinin yoğunluğu her anını kapsamış, onda hiçbir kişisel özgürlük bırakmamıştır. Manceaux’nun desteğiyle yaşamakta ve hissetmekte olduklarını anlayabilmek, beden ve ruh sağlığını korumaya çalışmak isteyen Yann’ın amacı artık tüm yaşamı olan Marguerite ile ilişkisini de aynı güçle devam ettirebilmektir.

Kolaya kaçmadan, doğallık ve samimiyetle, hemen her yaşananın ve duyumsananın anlatıldığı, iki uzun seans süren söyleşi bittiğinde, içini dökerek yolunu bulmuş olduğunu hisseden Andréa söyleşini teybe kaydedilmiş kasetlerini “şimdilik sende kalsın” diyerek Michèle Manceaux’da bırakır. Yıllar geçer, 1996’da Duras, 2014’de Andréa, 2015’de de Manceaux bu dünyadan ayrılırlar. Manceaux’nın erkek arkadaşı, kasetleri Andréa’nın kız kardeşine verir. Kız kardeşin kasetleri yazıya dökmesiyle de söyleşi yakın tarihte gün yüzüne çıkar.

1976’dan beri hem belgesel hem kurmaca dallarında cesur, kimi zaman kışkırtıcı filmler yapmış olan Fransız sinemacı Claire Simon, sözü geçen belgeyi, neredeyse harfiyen sinemaya aktarırken, bu iki kişilik kapalı oturumun biçemi olarak kurmacayı seçer.

Neredeyse tamamı iki kişi arasındaki bir diyalogdan oluşan filme, metne büyük başarıyla uyan arşiv çekimleri ve çiftin bedensel ilişkisini yansıtan müthiş güzel desenlerle sinemasal boyut kazandırır. Claire Simon’un sahnelemesi parlak ve zekidir; hem dikkatli, iyi niyetli dost hem de uygun zemin ve zamanda en rahatsız edici soruları sormaktan çekinmeyen gazeteci Michèle Manceaux’yu canlandıran Emmanuelle Devos müthiş başarılıdır ama, filmi neredeyse nefes nefese izleten, Swann Arlaud’nun olağanüstü Yann Andréa yorumudur. Yann’ın her bir sözcüğünü kendine mal eden Arlaud, kendisini aşan bir tutkunun girdabına kapılmış bir adamın şaşkınlığını, korku ile mutluluk arasında gidiş gelişlerini ustaca ve müthiş duyarlılıkla yansıtır.

Duras’ı az bilenlerin de tat alacağı, benim gibi tüm eserlerini hatmetmiş hayranlarını ise müthiş heyecanlandırdığı, belgeselle kurmacayı aynı potada başarıyla harmanlayan olağanüstü bir film. Fransız Sinemasının kırklı yaşlarına yeni gelmiş oyuncu kuşağının en büyük oyuncusu Swann Arlaud’yu keşfetmek için de büyük fırsat.

Filme puanım : (****1/2)


ARTHUR RAMBO

1992’de Paris banliyösü Clichy’de doğan Cezayir kökenli Fransız yazar, yönetmen blogger Mehdi Meklat, hemen hepsini Badroudine Saïd Abdallah ile birlikte yaptığı çalışmalarla ün kazanmış, 2017’de ikinci kitaplarının yayınlanmasından kısa süre sonra, 2011 ile 2015 yılları arasında sosyal medyada Marcelin Deschamps takma adıyla çok sayıda ırkçı, zenci, Yahudi ve İslam karşıtı, kadın ve eşcinsel düşmanı aşırı saldırgan tweet yazdığı ortaya çıkmıştı.

1961 doğumlu Fransız “auteur” yönetmen Laurent Cantet, sekizinci uzun metrajı “Arthur Rambo”nun yazımına da katıldığı senaryosun, bu olaydan ve yarattığı polemikten esinlenerek oluşturur.

Ancak film, ne olayın yeniden kurgulanmasıdır, ne de olaydan yola çıkarak sosyal medyanın yaşamımıza etkileri üzerine bir meseldir. Film jeneriklerinde kırk kez çiğnenmiş sakıza dönüşmüş “gerçek bir olaydan alınmıştır ya da esinlenmiştir” ifadesinden özellikle uzak duran Cantet, sadece final jeneriğinde Meklat olayıyla bağlantısından kısaca söz eder.

Arthur Rambo” Paris’te çoğu Cezayir ve kuzey Afrika kökenli “Fransızların” yaşadığı Bagnolet banliyösünden gelen genç yazar Karim D.’nin, yeni romanını yayınlanmasıyla ünlendiği, kültür ortamının beğenisini kazandığı, önemli maddi getirilerin gerçekleşme olasılığının ortaya çıktığı gece başlar. Karim, mutluluğun ve gelecek umudunun doruğunu yaşarken, yıllar önce sosyal medyada, kışkırtıcı, saldırgan ırkçı ve ayrılıkçı çok sayıda tweeti, filme adını veren takma isimle atmış olduğu ortaya çıkar.

“İmkanları kıt semtten gelme umut vadeden genç yazar” kutlaması aniden bir tahrip etme çılgınlığına dönüşür. Karim, hem yeniyetme iken yarattığı, sosyal medyada ünün getirdiği sarhoşlukla çığırından çıkmış kurmaca, ama aniden müthiş bir gerçekliğe kavuşmuş karakterle, hem de onu sorgusuz sualsiz suçlu bulanlarla savaşmak zorunda kalır. Bir zamanlar olduğu veya olmak istediği, ya da başkalarının gözündeki tüm kişilikleriyle, düşündükleriyle taban tabana zıt bile olsalar fark edilmenin sarhoşluğuyla yayınladığı iğrenç sözcüklerle yüzleşirken utanç ile gurur, kendini suçlamayla kızgınlık, aniden karşı cephede hissettiği en yakınlarına kırgınlık arasında kaybolmaya başlar.

Hem Arthur’un pisliğin teki oluşusebebiyle Karim hüküm giyebilir mi? Ve de kim, böyle bir mahkûmiyet kararını verebilme yetkisine sahiptir?

Film boyunca Karim, kültür tapınaklarından medyaların ruhsuz saraylarına, arkadaşlarının meskenlerinden varlıklı marjinal gençliğin dans ettiği gece kulüplerine, merkezle varoşları birbirine bağlayan metrodan fakir semtteki orta halli apartman dairesine Paris’in sayısız ortamına girip çıkar. Kamerasıyla inanılmaz bir başarıyla Karim’i canlandıran Rabah Naït Oufella’yı izleyen Cantet, izleyicileri de Karim’in peşinden Paris’in faklı kültürleri ve etnisiteyi barındıran çok katmanlı dünyasına sokar.

Laurent Cantet ne tezli bir film yapmayı, ne de çok kültürlülük sorununa çözüm getirmeyi amaçlar. Karim’i hiçbir zaman yargılamaz ama en çok acı çektiğinde bile ona anlayış ya da sevecenlikle yaklaşmamaya da gayret eder.

Filmin ana teması belki de “birlikte yaşamak” zorunluğuna, aynı ülkenin vatandaşı olarak aynı kentte yaşarken bile “birlikte” olmanın ne derecede zor olduğuna dikkat çekmektir.

Ve herkesin haklı olduğu bu film, soruna çözüm getiremese de, kararsızlığına ve karmaşıklığına müthiş etkileyici bir bakış getirir.

Filme Puanım : ****1/2

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz