Karanlık Görev
Polisiye sinema ile istilaya direniş
Güney Kore sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Jee-woon Kim’in “Karanlık Görev”, onlarca yıldır Japon istilasında yaşamış bir ülkenin direnişini polisiye sinemanın ilham verici anlatımıyla yansıtıyor
1920’li yıllar. Seul’da. Koreli direnişçiler, ellerindeki değerli bibloyu satarlarken polis de baskına hazırlanıyor. Bu baskın anları gerçekten sinema tarihinde özel bir yerde olabilir. Öncelikle de kamera kullanımları ve kurgusuyla. Güney Kore sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Jee-woon Kim’in kamerası bu anlarda adeta koreografi yapıyor. Bu çekimleri sinema perdesinde yaşamak gerekiyor. Seul Emniyeti’nde komiser olan Lee Jung-chool, direnişçileri sağ ele geçirmek istiyor. Jung-chool da eskiden direnişe destek vermiş. Kovalamaca sonucu direnişin önemli adamlarından ve Jung-chool’un eski arkadaşlarından genç adam ayak başparmağından vuruluyor. Onun başparmağını kopardığı an gerçekten sarsıcıydı ve filmin derinliğindeki sert şiddeti de hissettiriyordu.
Direnişe sızmak…
Seul Emniyet Müdürlüğü’nün başında baş komiser olan Japon Higashi, direnişin önderi Kim Woo-jin’in ele geçirilmesi için Jung-chool’un yanına Hashimoto’yu yardımcı olarak veriyor. Jung-Chool önce bir fotoğraf stüdyosuna uğruyor. Orası direnişin finans kaynağıydı çünkü. Kim Sang Ho ve Jung-chool yakınlaşıyor. Sang Ho, Jung-chool’un içindeki direniş ruhunu fark ediyor sanki. Sonra her şey beklenmedik biçimde gelişiyor ve Jung-chool geçmişindeki direnişçi ruhu San-ho’nun kelimeleriyle yeniden keşfediyor. Aslında ruhunda paradoksu da yaşıyor komiser. Hayatı kaybolup gidecekken polis memurluğunu seçerek geleceğini biraz olsun kurtarmış. Düzenli maaşı ve emekliliği de var. Kader onu Şanghay’da direnişin lideri Woo-jin’le yolları kesişiyor. Önünde iki yol var Jung-chool’un. Hangisini seçecekti bu ikili oyunda?
Şiddetin kırmızı rengi…
Gerilimin ve ikilemlerin yoğun olduğu filmde, öncelikle ikinci yarıyla beraber merak duygusu uç noktaya çıkıyor. Birçok şeyi perdede görmek ve keşfetmek gerek. Gerçekten Güney Kore sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden olan 1964 Seul doğumlu yönetmeni Jee-woon Kim, önceki filmlerindeki gibi biçim dili üst noktada bu 2016 yapımı sinemaskop “Mil-jeong/The Age of Shadows-Karanlık Görev” filminde de. Yönetmenin değer verdiğimiz 2003 yapımı “”Janghwa, Hongryeon-Karanlık Sırlar” hâlâ sinema belleğimizde. “Karanlık Sırlar” filminin ilk yarısında seyirci bambaşka atmosferin içinde dolaşırken, ikinci yarıyla beraber aynı seyirciyi gafil avlamıştı usta. Buna tam anlamıyla dilemma, yani ikilem deniyor sinemada. 2005 yapımı “Dalkomhan Insaeng-Acı Tatlı Hayat” filmindeyse, son nefesini vermek üzere olan bir insanın hatırladıklarını ürpertici bir şiddetle perdeye yansıtmıştı. “Karanlık Görev” filmi de tıpkı “Acı Tatlı Hayat” gibi insanı sarsan bir şiddetin tam ortasında. “Karanlık Görev” filminde şiddetin kırmızı rengiyle karşılaşıyorsunuz. Perde kıpkırmızı. İşkence hanedeki şiddet anlarında oturduğunuz koltuğun daraldığını hissediyorsunuz.
Müziklerle görmek…
Filmde en başta Mowg’nin filme anlam katan yoğunlukla dingin, ama gerilimi çoğaltan müziklerine kulak verirken, yönetmenin müzik konusundaki yaratıcılığına da saygı gönderiyor insan. Seul’un tren garında perdede şiddet çoğalırken, fonda da Louis Armstrong’un sesinden “When You’re Smiling” (Ne Zaman Gülüyorsun) şarkısı duyuluyor. Yönetmen bununla da kalmamış. Final bölümünde Seul Emniyet Müdürlüğü havaya uçarken de fonda Ravel’in “Bolero” tınıları duyuluyor. Bu havaya uçurma olayı gerçekten 1923’te yaşanmış. Ravel’in bu tınıları üzerinde de durulmalı. Bunu bilince anlamlaşıyor her şey. Bu tınılar, sanki sürekli tekrar eden notalar varmış gibi hissettiriyor insana. Tekdüze gibi algılanan tınılar insanı giderek coşkuyla beraber kaosun içine bırakıyor. Her tekrarla beraber Ravel yeni çalgı eklemiş bu ritmik bale eserinde. Jee-won Kim’in filminin ruhuyla da buluşmuş Ravel’in bu müziği. Ravel “Boléro”yu 1928’de bestelemişti.
Ayrıca filmde yansıyan mekânların çoğu da fotoğraf sanatından ödünç alınmış çarpıcı estetikle yansıyor. Dönem atmosferinin ortasına düşüyor insan. Bunda Hollywood’un devlerinden Warner Bros’un varlığının payı olmalı. Tren sahneleri gerçek anlamda unutulmaz. Perdede yaşamalı.