CİTİZEN FİNCHER…
En son yönettiği ‘Gone Girl’ filminden tam altı sene sonra tekrar sinemaya etkileyici bir geri dönüş yapan David Fincher’ın son filmi ‘Mank’ gerçek anlamda seyirciyle buluşmasını Netflix kanalı üzerinden yapıyor. Bunda tabii yönetmenin ‘Mindhunter’ veya ‘Love,Death&Robots’ gibi birçok projede beraber çalıştığı Netflix’le yaptığı uzun süreli kontratın da payı var.
Fincher’ın sinemasına kendimize yakın hissetsek de, hissetmesek de yönetmenin, formda olduğu zamanlar ‘Seven’, ‘Fight Club’, ‘Zodiac’ gibi birçok önemli filmi yarattığı da tartışılmaz bir gerçek. Yönetmen sadece (bazen gerçek hayattan esinlenen) senaryolarını sağlam temellere oturtmakla yetinmiyor aynı zamanda beraber çalıştığı büyük görüntü yönetmenleriyle (örneğin Darius Khondji) son derece çarpıcı kadrajlar yakalayıp, rollerini iliklerine kadar hisseden oyuncular üzerinde ciddi bir hakimiyet kurarak çok parlak sonuçlar da elde ediyor.
‘Mank’, yönetmenin diğer filmleriyle kıyaslarsak, belki de Fincher’ın en ‘kişisel’ filmi olabilir. Fincher, yaklaşık otuz senedir içinde olduğu sinema sektörünün zirvede (televizyondan önce) ama bir o kadar da ‘yönlendirici’ olduğu 1930’lu yıllarına bir dönüş yapıyor ve bu dünyadaki işleyişte unutulmaz bir film olarak ‘doğan’ ‘Citizen Kane’ filminin senaristi (Welles ile beraber) Herman J. Mankiewicz üzerinden bir döneme ışık tutuyor. Ancak baştan belirtmemizde yarar var: ‘Mank’ çarpıcı olduğu kadar seyirciden de ciddi bir konsantrasyon, dikkat ve ‘çaba’ isteyen yoğun ve takip edilmesi çok kolay olmayan bir yapım…
1940’lı yıllarda ‘sesli filmlere’ geçmekte olan Hollywood sineması hala ‘altın çağı’nı yaşamaktadır. Büyük film şirketleri iddialı projeler hazırlamakta ancak bir yandan da dünya, İkinci Dünya savaşına doğru sürüklenmektedir. Büyük bir film şirketinde çalışan, önemli bir yazar olan Herman J. Mankiewicz (takma adıyla Mank!) ciddi bir araba kazası geçirir ve sonrasında efsane haline gelecek, Orson Welles’in ilk filmi ‘Yurttaş Kane’nin senaryosunu yazmak için şehir dışındaki bir çiftliğe ‘tıkılmak’ zorunda kalır.
Mank ve işleyişi…
Aslında filmin baş kişisi Mank filmin bir yerinde, yönetmen Fincher’ın asıl amacının ne olduğunu şöyle dile getiriyor: ‘(….) Bir insanın hayatını iki saate sığdıramayız, en iyi durumda ne olduğuna dair bir fikir verebiliriz!’. Yönetmen Fincher da (gerçek)bir insanın hayatını anlatan bir ‘biopic’ çekmek istemiyor. Daha çok sinema tarihinde adeta ‘milat’ olacak bir filmin yaratım sürecinde, bir yazarın para-güç-politika yumağında kendini sorgulama, ifade edebilme ve karşı çıkabilme mücadelesini anlatıyor.
David Fincher’ın filmi ‘Mank’ aslında bir bakıma yapısı açısından, ‘yaratılışını’ anlattığı ‘Yurttaş Kane’i andırıyor. ‘Flash-back’leri belki Welles’in başyapıtındaki kadar ‘iddialı’ değil ama sadece iki dönem arasında gel-git’ler ve kronolojik bir ilerlemeyle, perde arkasında ‘ipi tutanları’ ve sonuçlarını kavrayabilmek için seyirciden üst düzey bir dikkat istiyor.
Fincher, sadece önemli bir yazar ve onun yaratım sürecine eğilmekle kalmıyor, onun çevresini saran dünyadaki tuttuğu ve tutmak istediği yerin ne olduğunu da hissettirmeye çalışıyor. Aslında Hollywood’a, o haliyle artık inanmayan, kariyeri ve hayatı da ‘sönüşte’ olan bir adamın, ‘epik’ sayılabilecek son bir hamleyle, kendisi için en doğru şeyi yaparak, ana damarlarından biri olan senaristleri ‘bir kenara iten’ Hollywood sinema sistemine karşı verdiği savaşı (belki de hayatında ilk kez!) görüyoruz. Mank karakteri üzerinden bir insanın ruhsal ve fiziksel açıdan tekrar doğuşuna tanık oluyoruz: filmin başında iyileşmekte olan bir yatalakken, filmin sonunda onu ayakta, elinde en büyük ödüllerden biriyle ve özellikle bundan sonra oynayacağı ‘rolü’ anlamış bir şekilde görüyoruz.
Fincher ve tekniği…
‘Mank’ın en göze çarpan yanlarından biri, bir kez daha Fincher’ın filmindeki teknik hakimiyeti ve özeni oluyor. Fincher 1930’lar dönemine eğilerek, inanılmaz ölçüde gerçekçi ve çarpıcı bir atmosfer kuruyor: 8K kameraların görüntü kalitesini bilinçli bir şekilde düşürüp, görüntülere çizikler, ‘çapaklar’ hatta zamanında film makarası değiştirmelerini örten ‘sigara yanıkları’ katarak dönemin yapımlarıyla tam olarak örtüşen bir ‘şekil’ yakalıyor. Tabii bu süreçte bir süredir beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Erik Messerschmidt’in üst düzey çalışmasını da gölgelemiyor.
Filmin sesindeki çalışma da takdire şayan… Fincher ve ses mühendisi Ren Klyce filmdeki sesleri sıkıştırıp, bastırıp yine döneme uygun gıcırtılar, atlamalar ve benzeri efektler ekliyorlar. Bütün bunlara, filmin müziğini eski mikrofonlar ve sadece dönemden kalan müzik aletlerini kullanarak yaratan ve atmosfere eşsiz bir katkı sağlayan Trent Reznor-Atticus Ross ikilisinin çalışmasını da eklememiz gerekir.
Filmin oyuncuları bir kez daha, kendi alanlarında adeta ‘ders’ veriyorlar. Amanda Seyfried (belki de şu ana kadarki en iyi rolü), usta oyuncu Charles Dance ve diğer oyuncular asla gereğinden fazla öne çıkmayarak karakterlerini kanlı canlı bir hale getiriyorlar. Ancak filmin asıl yıldızı tabii ki bir kez daha tabiri caizse ‘döktüren’ Gary Oldman oluyor. Kariyerinin büyük bölümünde dengesiz, eksantrik ve acımasız karakterleri canlandıran büyük oyuncu son yıllarda daha içine kapanık, içinde fırtınalar kopsa da sakin duran, ‘durulmuş’ kişileri oynamayı tercih etti. Oyuncu, ‘Darkest hour’ daki büyük başarısı ve Oscar ödülünden sonra bir kez daha (bu sefer protezsiz!) inanılmaz bir psikolojik buhran yaşayan önemli bir karakterin bütün derinliğini gösteriyor.
Sonuç olarak David Fincher, gücünün doruğundayken her türlü politik ve sosyal baskıyla çürümeye başlayan bir ‘Hollywood otopsisi’ yapmakla kalmamış, aynı zamanda kendisinin de (sinemaya Alien 3’le dikkat çeken bir giriş yaptıktan sonra birçok projesi otoriter yapımcılar tarafından rafa kaldırıldı!) ve zamanında babası Jack Fincher gibi birçok senaristin de hakkının verilmediği bir ‘sisteme’ kişisel bir bakış atmış. Biraz ‘çaba’ harcamak kaydıyla bizce hiçbir has sinemaseverin kaçırmaması gereken bir film…
Yönetmen : David Fincher
Senaryo : Jack Fincher
Görüntü Yönetmeni : Erik Messerschmidt
Kurgu : Kirk Baxter
Müzik : Trent Reznor, Atticus Ross
Oyuncular : Gary Oldman, Amanda Seyfried, Tom Burke, Tuppence Middleton, Lily Collins, Tom Pelphrey, Arliss Howard, Charles Dance
ABD-Belçika / Müzik-Dram / 130 Dk.