Maria
11!:Bir Film Hadisesi mini film festivali
Yeni yıl, Bir Film’in organizasyonunu üstlendiği yeni bir film festivali ile başlıyor. İstanbul, Ankara, İzmir ve Eskişehir’de gerçekleşecek 11!: Bir Film Hadisesi adlı mini festivalde, 2-5 Ocak aralığında yılın çok beklenen filmlerinin bazıları vizyon öncesi izlenebilecek. Seçkideki filmlerden bazıları, yalnızca bu özel etkinlik kapsamında sinema salonunda seyredilebilecek.
Çekimleri başladığından beri gündemde olan, medyada yönetmeninin “ondan başkası ile yapmayacağını” şart koştuğu başoyuncusu Angelina Jolie’den çok söz edilen, “Maria” ABD’de 11 Aralık 2024’de vizyona girdi.
Mini festivalde yer alan “Maria”nın izlenimlerine geçmeden önce, genç sayılabilecek yaşına karşın neredeyse tüm filmleriyle sayısız ödül kazanmış, 1976 doğumlu ünlü Şilili yönetmeni Pablo Larrain’den söz etmeyi gerekli buluyorum :
Kimi filmlerini, bireysel olarak birbirinden bağımsız, ancak tematik bağlantıları açısından ilişkili gruplar hâlinde çeken yazar yönetmen Larrain’in ülkesinin en çalkantılı döneminde geçenleri öykülediği “Şili Üçlemesi” nin ilk filmi “Tony Manero” (2008), Pinochet dikta yönetimindeki 1978’in Şili’sinde, bir barda dans gösterisi yapan 50 yaşlarında bir adamın, “Saturday Night Fever” filminde John Travolta’nın canlandırdığı Tony Manero karakterine saplantıya varan hayranlığına odaklanır. Filmin geri planına Pinochet karşıtı bildiri dağıtan aktivistleri, polis baskınlarını, duvarlarda yazılan sloganları, sivil polislerin yargısız infazlarını oturtarak Şili’nin o günkü politik atmosferini öne çıkaran Larrain, üçlemenin ikinci filmi “Post Mortem” (2010) ile 5 yıl geriye giderek Allende’nin öldürüldüğü geceye odaklanır. Üçüncü bölüm “No” (2012) ise Pinochet’in yönetimini sekiz yıl daha uzatma kararının dış baskılar sonucu halka sunulduğu referandumda geçer; Hayır Kampanyası için çalışan bir reklamcı üzerinden tüm ülkenin geleceğini etkileyen kararın alt metnine odaklanır. 2023’te, Pinochet’yi ölüm arayan 250 yaşında bir vampir olarak gösteren, eleştirel, hınzır, fantastik kara komedi “El Conde / Kont” la Larrain, üçlemeyi bir dörtleme olarak sonlandırır.
Deniz kıyısında, gözlerden ırak bir Şili köyünde inzivaya çekilmiş Katolik rahiplerin ve rahibelerin dünyasına yönelen “El Club / Kulüp” (2015), cemaatte beklenmedik intihar olayının ardından soruşturma için bir rahibin gelişiyle başlar. Rahip giderek kulübün bir sürgün yeri olduğunu, dışarı çıkabildikleri, sabah erken ya da gece geç, birkaç saat dışında bir tür ev hapsinde tutulan sakinlerinin dünyadan elini eteğini çekmiş din insanları değil, oğlan çocuklarına cinsel tacizde bulunmuş rahipler ya da evlenmemiş bekâr annelerin çocuklarını zorla ellerinden alarak evlatlık vermiş / satmış rahibeler olduğunu öğrenir. “El Club”un en ürkünç, en kan dondurucu yanı kendini her dem, “hata yapmaz, yanılmaz” olarak kabul ettirmiş olan Katolik Kilisesinin itibarını korumak amacıyla, kurbanlara destek olup suçluları papazlıktan azlederek adalete teslim edeceğine, onları ücra “kulüplere” tıkarak olayları örtbas etmesidir. Bu oluşum iğrenç tecavüzlerin vahşetinin ötesinde, daha büyük bir suç, hiçbir inancın kabul edemeyeceği daha büyük bir günahtır.
Larrain 2016’da, 1947’de Başkan González Videla’nın grevdeki madencilere yönelik baskısını protesto ettiği için ülkeyi terk etmek zorunda kalan Nobel ödüllü komünist şair, politikacı ve diplomat Pablo Neruda’nın Şili’den kaçışını anlattığı, fetiş oyuncusu Alberto Castro’nun ilk kez rol almadığı “Neruda” yı çeker. Neruda’nın izini süren müfettişin hayali bir karakter oluşunu fark etmesiyle, Larrain’in anlatımı gerçeküstü öğelerle gerçeklerin iç içe geçtiği yepyeni bir boyuta geçer.
“Neruda”nın ardından. Larrain, XX. yüzyılın öne çıkan bazı gerçek kişilerinin yaşamlarının dönüm noktasında duyumsadıklarına odaklanan bir monografi dizisine, “Topuklu Giyen Bayanlar” ya da “Üzgün Kadınlar” adı verilen bir üçlemeye girişir.
Bu üç acılı, melankolik, güzel kadından ilki, kocasının öldürülmesinin ardından yaşadığı travma ve yasa karşın inancını yeniden kazanma ve çocuklarını teselli etme savaşımı veren ABD. First Lady’si Jacqueline Kennedy’dir. Başkanın vurulmasından bir hafta sonra dul eşinin Life dergisiyle yaptığı söyleşiden yola çıkan Pablo Larrain,2016’da “Jackie”yi çeker. Natalie Portman’ın olağanüstü yorumu, eşini, evini, mevkiini kaybettiği anda karar yetkisini üstlenmek zorunda kalan bir kadının çelişkisini bire bir hissettirir.
Larrain üçlemesine tek filmlik bir ara vererek, yorumcu dansçı, yangın çıkarmaya takıntılı, sosyopatik sınırda, baştan çıkarıcı manipülatif bir kadına, takıntılı anaç içgüdülü akıl sır ermez kurmaca bir karaktere yönelir. Yaratılmış bir karakterin yaratıcısını aşarak kendine has bir yaşama ulaşmasını biraz da şaşkınlıkla ele alan “Ema” (2019) Larrain’in bugüne kadar çekmiş olduğu en erotik filmdir.
Dokuzuncu uzun metrajlı filminde Larrain, üçlemesine dönerek, “gerçek bir trajediden esinlenmiş bir masal” olarak takdim ettiği “Spencer” (2021) ile, kendi kimliğinin peşinde koşan bir genç kadının cüretkâr ve bir miktar da gizemli portresini çizer. Hayatının dönüm noktasındaki Diana’nın (Lady Di) hissettiği boğucu baskıyı, sadece fiilen buz gibi soğuk şatoda, kraliyet ailesinin buz gibi mesafeliliğiyle değil, halkın her kesiminin sevdiği genç prensesin, mutfak şefi Darren ya da giydiricisi Maggie ile sımsıcak ilişkisinin karşıtlığıyla verir.
Onuncu uzun metrajı “El Conde” (2023) ile yazının başlarında söz ettiğim ilk üçlemesini tamamlayan Larrain, ardından, artık izlenimlerimi paylaşma zamanı gelen “Maria” (2024) ile son üçlemesini sonlandırır.
Senaryosunu Steven Knight’ın yazdığı “Maria”, yerleşmiş olduğu Paris’te 16 Eylül 1977’de henüz 53 yaşındayken ölen, gelmiş geçmiş en önemli opera “diva”larından Maria Callas’ın son haftasına odaklanan bir film.
Sanatında zirveye ulaştıktan sonra, kişinin onu oraya taşıyan gücün / yeteneğin giderek yok olmasını hazmetmesi çok güçtür. Bu zirvenin artık bir daha ele geçmezcesine geçmişte kaldığını kabullenmesi ise neredeyse imkânsızdır. Toplumsal yaşamdan izole, Paris’te uşağı ve şoförü Ferrucio (Pierfrancecso Favino) ile kâhyası Bruna (Alba Rohrwacher) ile yapayalnız yaşayan Maria Callas (Angelina Jolie), dört buçuk yıldır sahneye çıkmamıştır ama bir gün sesinin eski kusursuzluğuna döneceğini ümit etmektedir.
Kırılgan ve zayıf Maria’nın fiziksel ve ruhsal durumu, bir zamanlar benzersiz olan sesi gibi giderek gerilemekte, her gece onu ziyarete gelen ölmüş büyük aşkı Aristotle Onassis ‘in (Haluk Bilginer) hayaleti, gündüzleri de geçmişiyle ilgili söyleşi yapmaya gelen haber programcısı Mandrax (Kodi Smit-McPhee) ile bağlantılı halüsinasyonlar görmektedir.
Yeniden “La Callas” olabilmeyi tutkuyla arzu etmesinin asıl sebebi, genç kızlığında annesinin gaddarlığına, büyüdükçe karşılaştığı, bütün onu kontrol etmeye çalışmış olan erkeklerin baskısına karşın, hiç olmazsa yaşamının sonlarında, istediğini ve düşlediklerini yapma arzusudur.
“Jackie” ve “Spencer”de yasın ve baskının getirdiği sorunları öne çıkaran Larrain, bu kez huzursuz bir ruh, güvenilemez bir anlatıcı olan bu müthiş etkileyici kadının hem acılarının, hem mutluluğunun aynası olan müziğe odaklanmaktadır. Bir lirik opera gibi çekilmiş filmde her çerçeve grand operanın görkemini ve gösterişini yansıtmakta, oyuncuyu geniş mekânlarda ufacık bırakarak, Maria’nın yalnızlığını ve kırılganlığını daha da vurgulamaktadır. Esrarlı bir tarafı da olan Angelina Jolie, buyurgan bir diva ile kaybolmuş bir kız çocuğunu harmanlayan yorumunda tedirgin edici bir mesafeli kararlılık yansıtırken, Maria’nın ruhsal yaralarına da derinlemesine dalıyor. Her aryanın, her koro parçasının işlevsel olarak yerini bulduğu filmde Callas’ın görkemli döneminde divanın orijinal aryalarını Jolie, kusursuz bir senkronizasyonla söylüyor. Sesini kaybetmekte olan Maria’nın olası bir dönüş amacıyla çalışmalarında ise, Callas’ın kayıtlarıyla 7 ay boyunca şan dersi alan Jolie’nin söylediği aryaların sentezinden oluşan yapay vokal bileşen kullanılıyor.
Görkemli günlerinin anıları, aldığı çok sayıda ilaçla birleştiğinde “Maria” planlı bir anlatıdan çok, bir tür fantastik senfonik şiire dönüşüyor. Belgesel tonlamalı siyah beyaz sekansların dışında kalan bölümlerde, yağmurun bile pırıltılı yağdığı ışıl ışıl bir Paris sonbaharının dış mekânlarında ya da muhteşem pastel renklerin hâkim olduğu iç mekânlarda tüm öykü düşsel bir anlatı gibi izleniyor. Seyredilenin gerçek mi ya da hayali mi olduğu, olayların yaşandığının mı, yoksa Maria’nın zihninde mi var olduğunun belirsiz olduğu bir rüya… Ne gam! Yapmamız gereken tek şey, her opera sever izleyici gibi kendimizi müziğin büyüsüne bırakmak…
Tüm ekip oyunculuğunun dört dörtlük olduğu filmde, ustalıklı bir makyajla “çirkin” Onasis’e iyice benzetilmiş olan Haluk Bilginer, dünyanın en zengin adamlarından birinin herkesi aşağılayan maço karakterini başarıyla yansıtırken son sahnesinde karakterine beklenmedik bir insancıllık katıyor.
Her zaman çok iyi bir oyuncu olan Angelina Jolie, Maria’nın diva kaprislerinin ve saldırgan meydan okuyuşlarının, aslında canlandırdığı herhangi bir opera karakteri gibi kurmaca olduğunu, bunların altında yatan kendine güvenmeyen narin ve hassas kişiliği başarıyla duyumsatarak Callas’ın kimi zaman yapmacık kişisel üslubunu, metanetini ustalıkla yansıttığı performansıyla bu kez büyük oyuncu olduğunu kanıtlıyor.
Hem Jolie’nin hem Bilginer’in Oscar’larda aday olmalarını beklediğim çok başarılı bir film Festivalde kaçırdıysanız vizyonda mutlaka izleyin derim.
Yönetmen : Pablo Larraín
Senaryo : Steven Knight
Görüntü Yönetmeni : Edward Lachman
Kurgu : Sofía Subercaseaux
Müzik : John Warhurst
Oyuncular : Angelina Jolie, Haluk Bilginer, Pierfrancesco Favino, Alba Rohrwacher, Kodi Smit-McPhee, Valeria Golino, Caspar Phillipson, Vincent Macaigne, Philipp Droste, Alessandro Bressanello, Paul Spera
ABD-Şili-İtalya-Almanya / Biyografi-Tarihi-Müzik-Dram-Trajedi / 123 Dk.