Phantom Thread
Ağır bir soğuk algınlığıyla yatarken eşimin göreceli savunmasızlığımdan çok keyif aldığını fark ettim. Sonra düşünmeye başladım; acaba arada bir beni benzer duruma sokmak onun hoşuna gider miydi? PAUL THOMAS ANDERSON
1970 Kaliforniya doğumlu Paul Thomas Anderson, bir yandan çok karakterli ve çok öykülü filmleriyle, bir yandan da Amerikan toplumunun yüzüne, kusurlarını, sapkınlıklarını, takıntılarını en ince ayrıntılarına kadar gösteren bir ayna tutmasıyla Robert Altman’ın mirasçısı olarak görülür. Filmografisindeki “Magnolia” (1999), “Boogie Nights” (1997), “Punch-Drunk Love” (2002), “There Will Be Blood” (2007) ve “The Master” (2012) gibi çoğu baş yapıt düzeyinde eser Altman geleneğini taklitçi olarak değil, özgün ve yaratıcı bir sinemacı olarak sürdürdüğünün göstergesi.
Çok sayıda kısa film ve birkaç belgesel de çekmiş olan Anderson’un “İnherent Vice / Gizli Kusur” (2014) filminden üç yıl sonraki çalışması “Phantom Thread” (2017), iki roman uyarlaması dahil bütün filmlerin senaryolarını da kaleme alan yönetmenin yazıp yönettiği sekizinci uzun metraj kurmaca filmi.
Film, görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş olan Anderson’un kendine özgü sinema dilinden, uzun planlardan oluşan, hareketli geniş açı çekimlerinden, olağanüstü ışıklandırmasından fazlasıyla nasibini almış olsa da, çok kişisel bir ilişkiyi anlatması ve yakın geçmişte de yaşansa, dönem filmi oluşuyla, “auteur” sinemacının filmografisinde farklı bir yere oturuyor.
“Phantom Thread” 1950’lerde, savaş sonrası Londra’sında, asillerin, prenseslerin, yüksek sosyetenin varlıklı kadınlarının terzisi olan ünlü Reynolds Woodcock’un (Daniel Day-Lewis) dik kafalı ilham perisi Alma (Vicky Krieps) ve sahibi olduğu moda evini yöneten aşırı koruyucu ablası Cyril (Lesley Manville) ile ilişkilerine odaklanıyor.
Dönemin soylularına ve varlıklı kesimin kadınlarına kendilerini özel hissetikleri “haute couture” giysiler tasarlayan, titiz ötesi takıntılı, kılı kırk yaran kontrol manyağı Reynolds, hem evi hem atölyesi olan mekanında tutkuyla çalışan, mesleği öğrendiği annesi gibi çizdiği giysileri biçen, teyelleyen ve kendi eliyle diken işkolik bir yaratıcıdır. (Filme adını veren Hayalet Dikiş İpliği, tamamı el dikişi olan “haute couture” elbiselerin görünmez dikişleri için kullanılan bir iplik türüdür.)
İşiyle evli müzmin bekâr Reynolds, bir lokantada karşılaştığı ve “ışığından etkilendiği” genç garson kız Alma ile ilişkiye girdiğinde, manken-model olarak kullandığı sayısız “ilham perisini” bir süre sonra kapıya koymasına alışkın olan ablası Cyril, bu birlikteliğin de çok kısa süreceğini düşünür. Ama icabında Reynolds’a karşı çıkabilen güçlü Alma, adamın arkasına sığındığı faşizan ve dediğim dedik tavrın gizlediği kırılganlığı farkedecek, giderek devamlı rüyalarına giren annesinin yerine geçmeye çalışacak, önce sevgilisi sonra da karısı olacaktır. Evlilik yaşadıkları fırtınalı ilişkiyi dindirmediğinde de Alma, beklenmedik çözümler üretmeyi başaracaktır.
“Phantom Thread”, ilginç kişilikleri üzerinden sanatçıyı ve tasarımcıyı irdelerken, benim kuşağım o günleri yaşamış da olsa, artık var olmayan bir dünyanın, giydiğini üzerine yakıştırmanın şart olduğu, iyi giyinmenin, hele özel dikim giysinin bir statü sembolü olduğu, görgülü ya da görgüsüz, mali gücü yetenin bir kostüm için ünlü bir terzinin kapısında sıraya girdiği bir dönemin portresini de çiziyor.
House of Woodcock’un tertemiz ve lekesiz çalışma bölümü manastırı andırıyor. Bembeyaz giysili terzi kadınlar, tarikat mensubu rahibelerin sakin adanmışlığıyla, masadan masaya ölçü alıyorlar, muslinleri sıraya diziyorlar, kumaşları kesip biçiyorlar ve hep beraber dikiyorlar. Ellerin arkasına kenetlemiş Woodcock, aralarında süzülerek, gözlüklerini ardından her işlemi titizlikle kontrol ediyor.
Reynolds Woodcock, gerçek bir karakter değil. İkilinin gülme krizine tutulmasına sebep olan, fallik çağrışımlı adını, Anderson’la birlikte baş karakterlerine bir isim aramaya çalışırken Daniel Day-Lewis uydurmuş.
Fakat titizliğinin, gerekli özeni göstermediği için diktiği giysiyi görgüsüz müşterisinin üzerinden çekip aldıran mükemmeliyetçiliğinin iki esin kaynağı var: Ustaların ustası İspanyol modacı Cristóbal Balenciaga (1895-1972), ve elbiselerini takıntılı şekilde sahiplenen dahi İngiliz “haute couture” üstadı Charles James (1906-1978). Ancak, Woodcock’un muhteşem giysileri bu iki dehanın estetik bakışının taklidi değil, bu çalışması için hak edilmiş bir Oscar alan kostüm tasarımcısı Mark Bridges’in özgün çalışması.
Paul Thomas Anderson’un filmlerinin bir ortak paydası da oyuncularından aldığı kusursuz performanslar. Filminin iki kadın oyuncusu Vicky Krieps ve Lesley Manville dört dörtlük bir oyun çıkarıyorlar. Daniel Day-Lewis’in Reynolds Woodcock yorumu ise oyunculuk dersi niteliğinde.
“Phantom Thread”, filmlerinde Philip Baker Hall, John C.Reilly, Philip Seymour Hoffman gibi oyuncularla defalarca çalışmış olan Anderson’un Daniel Day-Lewis’le, “There Will Be Blood”dan sonra ikinci kez bir araya geldiği film. Oscar’larda En İyi erkek Oyuncu ödülünü “My Left Foot”, “There Will Be Blood” ve “Lincoln” ile kazanan ve bu dalda üç kez ödüllü tek oyuncu olan Daniel Day-Lewis’in aday olduğu ödülü, defalarca hak ettiği halde hala alamamış olan vatandaşı ve yaşıtı Gary Oldman’a kaptıracağı kesin gibiydi ama, Akademi’nin bu tür dengeleri koruma merakı, Day-Lewis’in diğer adaylardan fersah fersah ötede olağanüstü bir iş çıkardığı gerçeğini göz ardı edemez.
Metod oyuncusu Day-Lewis, karakterine ön hazırlık olarak, 1940 ve 1950’lerin moda defilesi filmlerini defalarca izlemiş, Londra Victoria ve Albert müzesi moda küratöründen danışmanlık desteği alarak bir moda tasarımcısı gibi çizim ve kumaş dökümü yapmayı, dikiş dikmeyi öğrenmiş. Bir yıl boyunca New York City Ballet’nin baş kostümcüsü Marc Happel’in stajyerliğini yapmış ve ”Ateşkuşu” balesinin kostümlerinin yapımında fiilen çalışmış. Kameraların karşısına geçmeden önce de, karısı Rebecca Miller’in model olduğu çalışmada, çiziminden yola çıkarak bir Balenciaga kostümünü yeniden oluşturmuş.
Daniel Day-Lewis, bu filme başladığında böyle bir düşüncesi olmadığını, ancak filmin çekimleri sırasında artık oyunculuğu bırakmaya karar verdiğini söylüyor. Umarız ki bu kararını bir kez daha gözden geçirir ve bizi olağanüstü yorumlarından mahrum bırakmaz.
Sonuç olarak, ilginç, derinlikli ve 130 dakikalık süresine karşın çok güzel akan bir film. Kaçırmayın derim.