!f İstanbul 2018 / Genel Panorama
Bir !f İstanbul’u daha geride bıraktık. Festival süresince sizlerle, çoğunlukla galalarla ilgili izlenimlerimi günü gününe paylaştım. Yazmadıklarıma gösterim zamanı dönmek üzere, !f’in “Galalar” dışında kalan bölümlerinin kısa bir panoramasını oluşturmak istiyorum.
!f istanbul 2018’in bölümlerine geçmeden önce, yarışmalı bölümlerin kazananlarını kısaca açıklayalım:
İlk ya da ikinci filmini çekmiş yönetmenlerin yarıştığı Uluslararası Keş!f Yarışması’nın jürisi, “Les Garçons Sauvages / Vahşi Oğlanlar” filmiyle Fransız yönetmen Bertrand Mandico’yu “yılın keşfi” seçti. Jüri ayrıca “Arap” filmiyle Brezilyalı yönetmenler João Dumans ve Affonso Uchoa’ya Jüri Özel Ödülü’verirken SİYAD ödülü “Hiçlik Fabrikası” filmiyle Portekizli yönetmen Pedro Pinho’ya gitti.
Aşk ve Başka Bi’ Dünya Yarışması’nın birincisi, Laura Bari’nin sarsıcı belgeseli “Primas / Primalar” olurken, Jüri Aşk ve Başka Bi’ Dünya Yarışması kapsamında Mila Turajliç’in yönettiği, “Her Şeyin Diğer Yanı”na Jüri Özel Ödülü verdi.
Bu yıl ilk kez verilen !f Yeni Seyirci Ödülü, Emre Erdoğdu’nun “Kar” filmine, Türkiye’den Kısalar Seyirci Ödülü ise Volkan Güney Eker’in “Bıraktığın Yerden”ine gitti.
Gelelim !f’in en kafa yapıcı ve ufuk açıcı bölümündeki, “!f kesif” filmlerine Lizbon ve Paris’te sinema eğitimi alan Portekizli yönetmen Pedro Pinho’nun senaryosuna da katkıda bulunduğu, benim yarışmada favorim olan ilk kurmaca filmi “A Fábrica de Nada / Hiçlik Fabrikası” (2017), bir grup işçinin işten çıkarma girişimlerine direnerek çalıştıkları asansör fabrikasını işgal etmelerini, fabrika yönetimi ortadan kaybolduğunda yarısı boşalmış bir fabrikayla baş başa kalmalarını anlatıyor. Pinho, Yönetmenlerin On Beş Günü’nde ve Fipresci’de ödül kazanmış olan üç saatlik filminde, yurttaşı Miguel Gomes’in “1001 Gece”de yapmış olduğu gibi, başta Portekiz olmak üzere Avrupa’yı ve Dünyayı tehdit eden ekonomik krizi, fabrikanın oluşturduğu mikrokosmosda, akıcı, kimi zaman sert, kimi zaman eğlenceli bir dille irdeliyor.
Brezilyalı Joao Dumans ve Affonso Uchoa’nın birlikte yönettikleri “Arabia / Arap” (2017) bir geç adamın kaza geçirmiş bir işçinin günlüğünde, adamın sıradan gibi görünen yaşamını keşfetmesinin öyküsü. Sıcak, samimi, doğal, ancak benzerlerini çok gördüğümüz bir çalışma.
Fotoğrafçılıktan gelen film yönetmeni Shevaun Mizrahi, Boston’da büyümüş, New York Üniversitesi’nde sinema eğitimi almış. Baba tarafından Sefarad Yahudisi ailesini ziyaret etmek için sık sık İstanbul’a gelen Shevaun, Şişlide bir Fransız İhtiyarlar Yurdunu keşfedince bir süre orada gönüllü olarak çalışmış. Bu süreç boyunca orada yaşayanları filme almış.
Maddi zorluklar sebebiyle görüntü yönetmenliğinden kurgusuna bir “one woman Show” olarak tamamını üstlendiği iki yıllık zorlu bir çalışmanın ardından ortaya “Distant Constellation / Uzak Evren” adlı, zamanın durduğu, karakterlerin eski zamanları ve uzak yerleri anlattığı, şefkat dolu, rüya gibi bir film çıkmış. Mizrahi, sanki başka bir evrende yaşayan bu insanların öykülerini sağlam bir sinema duygusuyla aktarırken, kamerasını yurdun hemen dibinde, elle dokunacak kadar yakın ve ışık yılları kadar uzak bir başka evrene, bitişikte devam eden büyük bir inşaata çevirerek, oradaki işçilerin yaşamına da odaklanıyor.
1982 Almanya doğumlu Helena Wittmann‘ın “Drift / Sürüklenme” adlı filmi, bir yere gitmekten çok rotasızlık ve hareketin kendisi ile ilgili, yaratılış ve dönüşüm üzerine bir meditasyon. Baskın ve doğrusal bir anlatım yerine; zaman ve yer kavramlarının etrafında özgürce dolanmayı seçen film, başrolündeki okyanusun bitmez tükenmez görüntüleriyle izleyicinin sabrını iyice zorlayan bir çakışma.
Kürt asıllı İsveçli yönetmen Rojda Şekersöz, bol renkli ve capcanlı ilk uzun metrajı ”Dröm Vidare / Rüyaların Ötesinde” adlı filminde, Stockholm’ün banliyösünde kız kardeşi ve daha çok kendisiyle meşgul annesiyle yaşayan, hapishaneden henüz çıkmış. Mirja’yı takip ediyor. Üç kadın arkadaşıyla birlikte bir kuyumcu soyup Latin Amerika’ya kaçma planları peşinde olan Mirja, bu yakın dostluk hikâyesinin içinde, olması beklenen kişi ile gerçekten olmak istediği kişi arasında uyum sağlamaya çalışacaktır..
1971 doğumlu 40 deneysel kısa film çekmiş olan Bertrand Mandico’nun yazıp yönettiği, “keşif” ödülünü kazanan ilk uzun metrajı “Les Garçons Sauvages / Vahşi Oğlanlar” homoerotik düşlerle ateşli karabasanlar arasında gezinen, ancak tüm fallik göndermelerin aldatmaca olduğu ayrıksı bir film. 20. yüzyılın başında geçen bu garip büyüme hikâyesi, zengin, yeni ayırdına vardıkları cinsel arzularının sınırlarını bilemeyen, işledikleri bir suçun ardından aileleri tarafından ıslah edilmek üzere bir kaptana teslim edilen beş yeni yetme oğlanın yolculuğunu takip ediyor. Varacakları yer, doğaüstü, fantastik bir bitki örtüsüyle bezenmiş, dünyayı tersine çevirebilecek bir sırrı olan bir adadır…
Siyah-beyaz ile renkliyi etkileyici şekilde harmanlayan görselliği, William S. Burroughs etkisinin açıkça duyumsandığı, cinsellik, cinsiyet ve arzuyla olduğu kadar bunların yarattığı dünyalarla da oyun oynayabilen öyküsüyle olağan dışı bir “keşif”. “keşif” deyince, daha önceki yıllarda ilk kez keşfettiğimiz yönetmenlerin son çalışmalarının yer aldığı !f kolik de unutulmaması gereken bir bölüm.
Fransız yönetmen Siegfried, yazıp yönettiği 140 dakikalık “Riga (Take 1)”da akıcı bir sinema diliyle Letonya Riga’da yaşayan dört kadının hayatlarına ve aşklarına odaklanıyor. Kanadalı yönetmen Denis Côté, son belgeseli “Yumuşak Bir Ten / Ta Peau si Lisse”de neredeyse ucubeye dönüşmüş kaslı bedenleri, sıkı diyetleri, spor salonlarında köle gibi çalışmalarıyla, hayatlarını vücut geliştirmeye adamış, bütün yaşamını bunun etrafında kurmuş insanların tuhaf ama oldukça gerçek dünyalarına giriyor.
Bölümün en dikkat çekici yapıtı, dört yıl önce “Mahi ve Gorbeh / Balık ve Kedi” (2013) adlı ilk uzun metrajıyla Keş!f Uluslarası Yarışma’yı kazanmış olan yazar-yönetmen Shahram Mokri’nin yeni filmi “Invasion! / İstila!” (2017) “Balık ve Kedi”de zamanın lineer değil dairesel aktığı, bir anın bir başka anın hem başı hem sonu olabildiği 134 dakikalık kesintisiz tek bir çekimle benzersiz bir gerilim öyküsü anlatmış olan Mokri’nin bu kez bilimkurgu, gizemli öykü, polisiye ve vampir temalarını başarıyla harmanlayan “İstila!” da, filme eklenmiş, baş karakteri Ali’nin bir ekranda izlediği bir dakikalık bölüm dışında yine kesintisiz bir tek plandan oluşuyor.
Uzun bir güneş tutulmasının ardından ortaya çıkan gizemli bir hastalık yüzünden eski bir stadyuma sığınmış olan bir grup insan arasında geçen, iki arkadaşlarının öldürülmesinin ardından liderleri Saman’ın kaybolduğu bir cinayet soruşturmasının içindeyiz. Polisin isteğiyle cinayet günü yaşananların defalarca tekrarlandığı süreçte Mokri, izleyiciyi, Ali’nin peşinden zamanda ve mekânda kaybolacağı heyecan verici bir yolculuğa çıkaryor. !f 2018’in en iyi filmlerinden.
Sıra dışı müzik filmlerinin sunulduğu !fmusic’de iki çok etkileyici belgesel izleyebildim. Francis Whately’nin David Bowie: The Last Five Years, son günlerine kadar yaşamı kutsamayı elden bırakmayan Bowie‘nin son beş yılında yaptığı iki albümü “The Next Day” ve “Blackstar” ile Broadway müzikali “Lazarus”a odaklanırken arşiv görüntüleriyle sanatçının yarım yüzyılı aşan kariyerinin de başarılı bir panoramasını çiziyor.
Catherine Bainbridge, “Rumble: The Indians Who Rocked The World / Amerikan Yerlileri Dünyayı Sarsar” adlı ilginç ötesi belgeselinde, yasaklara, sansüre ve baskılara rağmen, Amerikan yerli müziğinin müzik tarihine olan etkisini gözler önüne seriyor ve blues, rock, r&b, pop, jazz ve popüler müziğin oluşumundaki etkisinin tahmin edilenden çok daha fazla olduğunu gösteriyor.
Özgün ve farklı belgesellerin yer aldığı “aşk başka bir dünya” bölümünde yer alan “The Work / Terapi”, bir Kaliforniya hapishanesinde yaşanan bol çalkantılı grup terapi sürecine yakın plan, duygulu ve güçlü bir bakış getiren, erkeklik üzerine düşünmemizi öneren çok ilginç bir film imiş. Yoğun programımda “keşif” bölümünde izlediğim Pedro Pinho’nun “A Fábrica de Nada / Hiçlik Fabrikası”sı ile çakıştığından izleyemediğim “Terapi” çok beğenilen bir film oldu. Bulursanız kaçırmayın derim.
Aynı bölümde izlediğim “Tanrı Uyuduğunda”, gitarı ve şarkıları ile teokrasi, yoksulluk, sosyal adaletsizlik ve sansüre karşı mücadele eden, hakkında çıkarılan ölüm fetvası ve başına konan 500 bin dolar ödülle Rock muziğin Salman Rüşdi‘sine dönüşerek yaşamını Almanya’da sürdüren İranlı müzisyen ve şair Şahin Najafi ile ilgili bir belgesel. Ne yazık ki yönetmen Till Schauder, karakterin ilginç öyküsüne odaklanırken kişinin derinliklerine inemeyen dümdüz bir iş çıkarmış.
Buna karşın, 1979 doğumlu Sırp yönetmen Mila Turajlic, “Druga Strana Svega / Her Şeyin Diğer Yanı” adlı filminde, muhalif ve aktivist annesi efsanevi Srbijanka Turajlic’in kişisel tarihinden yola çıkarak, arşiv görüntüleri ve annesiyle yaptığı sert mülakatlar aracılığıyla dokunaklı ve akıldan çıkmayacak bir tanıklık ortaya koyuyor. Yıllar boyu kilitli kalmış kapıların aracılığıyla, Sırbistan’ın yakın tarihine, günümüzde de devam eden bireysel ve kolektif travmalarına bölünmüş alanlar üzerinden anlamaya/anlatmaya çalışıyor.
Düşle gerçek arası benzersiz çalışmaların yer aldığı “oyun”dan, 1971 Japonya doğumlu ressam, heykeltraş, Takahide Hori’nin, neredeyse her şeyini yaptığı ilk uzun metraj stop motion filmi “Junkhead / Çöp Kafa” apokaliptik bir dünya yaratan gerçeküstü, karanlık ve aynı zamanda oldukça eğlenceli bir film. Tek kusuru bütün ilk filmlerdeki gibi bir tek filme çok fazla şey sığdırılmaya çalışması ve öyküyü 115 dakikalık süresinde bile sonlandıramayışı.
Aynı bölümden Shojiro Nishimi’nin Fransız çizer Guillame Renard‘ın merakla beklenen kendi işlerinden uyarladığı “Mutafukaz” anime ve animasyon tekniklerini harmanlayan bir distopyai. İlginç ama Renard‘ın Fransız ukalalığıyla giderek can sıkıntısına dönüşen bir iş.
“oyun”un en ilginç filmi, pagan zamanlarında Estonya’nın bir köyünde kurtların, vebanın ve ruhların kol gezdiği bir köyde geçen “November / Kasım”, 1969 Estonya doğumlu Rainer Sarnet’in hiçbir şeyin tabu olmadığı, en büyük sorunun soğuk ve zorlu geçen kara kış olduğu bir köyde geçen filmi fantastik ile kati gerçekçiliği zekice harmanlayan, nefes kesici siyah beyazıyla görsel bir şölen.
Gökkuşağı bölümünde ünlü İsveçli hip-hop sanatçısı Silvana İmam ile ilgili “Silvana” ve 1980’lerde, Bruce LaBruce ve G.B. Jones’in başlattığı, var olmayan bir kuir kontra-kültüre özlemin öyküsü “Queercore: How To Punk A Revolution” son derece ilginç iki belgesel.
Finlandiya’nın önde gelen yönetmenlerinden Dome Karukoski’nin “Tom Of Finland”ı, bu isimle tanınan, bir dönemin kültürel ikonlarından Touko Laaksonen‘ın hayat hikâyesini anlatıyor. Karukoski‘nin bol ödüllü filmi, efsanevi çizimlerin arkasındaki adamın, İkinci Dünya Savaşı’nda askerlik yaptıktan sonra evine döndüğünde cinsel kimliğini gizlemek zorunda kalan, çizimlerine ulaşan Amerikalı bir yayıncı sayesinde Los Angeles’e giden, burada nihayet özgürlüğüne kavuşan ve karşı kültürün göbeğinde bulur ve bir ikon haline gelen Laaksonen‘ın öyküsünü bence fazla klasik hatta sıradan bir sinema diliyle anlatıyor. İlginç tarafı özgürlükçü bildiğimiz bir toplumun yalın geçmişindeki bağnazlığın ve tutuculuğun başarıyla aktarılmış olması.
Bölümün en ilginç filmi 1978 Güney Afrika doğumlu John Trengove‘un ilk uzun metrajı “Inxeba / Yara”. Film bir yanda bir belgeselci titizliğiyle, Xhola geleneklerine göre sünnet olmak ve ergenlik törenleri için kurulan bir kampta genç erkekleri, sünnet anından fiziki ve manevi gelişmelerinin tamamlanmasına kadar izlerken diğer yandan da bu eril ve şiddet dolu ortamda, rehber olarak gelen Xolani ile Vija arasındaki yasak eşcinsel ilişkiye odaklanıyor. Erkeklik, Cinsellik ve Afrika’nın gelenekleriyle bugünkü değerleri arasındaki çatışmayı güçlü bir şekilde ele alan, çarpıcı bir film.
“!f yeni”, Türkiye’den ve Türkiyelilerden, bu coğrafyadan ve bu coğrafya hakkında yeni sinemanın alanı.
Bolu doğumlu yazar ve yönetmen Emre Erdoğdu’nun yazıp yönettiği “Kar”, Antalya’nın arka sokaklarında geçen, genç oyuncularının doğallıyla dikkat çeken bu gençlik hikâyesi. if seyirci ödülünü kazandığı için yakında CGV arthouse’larda vizyona girecek.
Bu doğallık, Deniz Torum ve Can Eskenazi’nin “Anadolu Turnesi” adlı belgeselinde heyecan verici boyutlara ulaşıyor. Film Amatör bir rock grubunun, çok sevdikleri enstrümantal indie müziğini paylaşmak için 2014’de çıktıkları, Türkiye’nin farklı şehirlerini kapsayan, karşılarına çıkan her türlü mekanda konser verdikleri turnenin öyküsü.
Grubun genç üyelerinin gözünden çekilen film, bir yandan bu gençlerin tutkularına, sıkıntılarına, heyecanların odaklanırken, bir yandan da Türkiye’nin içinden geçtiği önemli bir tarihi dönemeci esprili bir bakışla irdeliyor.
“Cano”, !f izleyicilerinin Ali Kemal Çınar üzerinden tanıştıkları Diyarbakır merkezli heyecan verici bağımsız sinema ekolünün son örneği. 1976 Nusaybin doğumlu Mehmet Salih Demir’in yazıp yönettiği filmin görüntü yönetmenliğini Ali Kemal Çınar yapmış. Arkadaşı Cano ortalıktan yok olunca, etrafındakilerin umursamazlığı yüzünden ne olduğunu tek başına çözmeye çalışan İbrahim’in arayışının öyküsü giderek, İbrahim’in Cano ile özdeşleşerek kendi sorunlarını Cano üzerinden çözme çabasına dönüşür. Zeki, samimi, izleyiciye kolay ulaşan etkileyici bir çalışma.
“Karanlık & Köşeli”de gece yarısı sineması filmleri var. Miami doğumlu yazar ve yönetmen S. Craig Zahler’in Venedik‘te yarışan son filmi “99. Blok”, uyuşturucu kuryeliği yaparken, yanlış giden bir iş sonucu kendini vahşi hapishane dünyasında bulan eski bir boksörün öyküsü. En büyük kozu uzun zamandır görmediğimiz Vince Vaughn‘ın dört dörtlük performansı.
Bütün anne ve babalar çocukları için canlarını vermeye hazırdır genelde. Ta ki, bütün dünyada anne ve babaların çocuklarına saldırdığı, onları canavarca öldürdüğü bir salgın başlayana kadar. Brian Taylor’ın, çekirdek aile ve anne babalık kavramlarını en absürt şekilde sorguya çektiği “Mom and Dad” böyle bir öyküyü kara komedi kalıplarında anlatıyor. Baş rollerde, çılgına dönmüş anne baba Selma Blair ve Nicolas Cage, filmi başarıyla götürüyorlar. Ancak, kısa veya orta metraj bir filmi keyifle dolduracak hikâye iki saate uzatılınca, kendini tekrarlayan, fazlasıyla sarkan bir yapıya dönüşüyor.
Buna karşın, Jean-Stephane Sauvaire‘in Tayland’ın en ünlü hapishanelerinden birinde 3 yıl hapis yatmış genç İngiliz boksör Billy Moore‘un anılarından uyarladığı “A Prayer Before Dawn” iki saate yakın süresine karşın soluk soluğu izlenen bir film. Tayland’da gerçek bir hapishanede, gerçek mahkumlarla çekilen bu son derce ilginç filmin sonunda, gerçek Billy Moore da, genç Billy’nin babası olarak görünüyor.
!f‘in klasikleşen “if kült” bölümü bu yıl yenilenmiş kopyalarıyla distopik, karanlık ama eğlenceli üç bilimkurgu ve punk klasiğini sunuyor.
Lizzie Borden‘ın birçok tekniği bir araya getirdiği, ABD’yi barışçıl bir devrimden 10 yıl sonra, sosyalist bir hükümetin yönettiği dönemde geçen feminist bilimkurgusu “Born in Flames / Ateşlerde Doğmak” (1983) hem sinemasal vizyonuyla hem de zamansız politikliğiyle hiç eskimemiş bir film.
Aynı zamanlarda çekilen “Kamikaze 1989” (1982) ise, hem sinema dil hem de öyküsüyle devrini iyice doldurmuş bir sinemanın örneği. Erken ölümünden (intiharından?) önce son kez ekranda oyuncu olarak gördüğümüz Rainer Werner Fassbinder ve Leopar desenli giysileri bile kurtaramıyor.
Derek Jarman’ın 1975 tarihli distopik punk çılgınlığı “Jubilee” ise değil 40, 140 yıl sonra bile taptaze kalacak, zamanı aşan müthiş bir film.
Yeni festivallerde buluşmak üzere hepinize iyi seyirler dilerim.