Tepki / Firestarter
‘Tepkiye’ karşı tepkisiziz!
Hatırlanacağı üzere Stephen King, 80’li ve 90’lı yılların en ünlü ‘korku’ romanı yazarlarından biri, hatta belki ilkiydi. Tüm dünyada ciddi bir hayran kitlesi oluşturmuş kitapları, ünlü yazar Lovecraft’ın eserlerinden beri pek eşine rastlamadığımız bir korku, gerilim ve kan havası estiriyordu.
Doğal olarak sinema dünyasının da bu başarıya ilgisiz kalması mümkün değildi ve sonrasında arka arkaya King romanı uyarlamaları seyircilerle buluşmaya başladı. Televizyon filmi, dizisi veya sinema filmi gibi değişik formatlarda gerçekleştirilen bu uyarlamalar tabii ki King’in ününe ün kattı ve yazarın ismi birçok kişinin gözünde bir ‘korkma garantisi’ haline geldi.
Ancak uyarlamalar söz konusu olunca sonuçlar istikrarsızdı: Bazıları Crononberg, Brian DePalma, John Carpenter veya Kubrick gibi yönetmenlerin elinde (en azından kendi türünde) birer ‘başyapıta’ dönüştüler, bazıları çok üst noktaya ulaşmasa da ‘eli yüzü düzgün’ sayılabilecek yapımlar olarak kaldılar. Diğerleri ise ne yazık ki çok vasat, hatta vasat altı sayılabilecek, başarısız uyarlamalar gibi duruyorlardı.
90’lı yıllarda başlayan bu furya, yazarın romanlarının hızlıca ‘tüketilmesiyle’ ve King’in daha seyrek eserler sunmasıyla bir ‘durulma’ dönemine geçti. Sanki ‘korku sinemasında’ bir dönem kapanıyordu. Yapımcılar ara sıra onu ve eserlerini hatırlayarak “Dreamcatcher” (2003) veya “Secret Window” (2004) gibi akılda kalan filmler sunmaya devam ettiler ama hem King’in hem de roman adaptasyonlarının ‘altın çağının’ bittiği aşikardı.
Bir ‘Resurrectıon’ Dönemi !
Uzun bir sessizlik döneminden sonra bir ‘geri dönüş’, daha doğrusu bir ‘yeniden doğuş’ başladı: Önce 2017 yılında, yazarın ilk dönem önemli eserlerinden (bizce başarısız) “Kara kule” uyarlaması, sinema salonlarımızı ziyaret etti. Ardından ise King’in başyapıtlarından ‘IT‘ iki parçaya bölünmüş sinema versiyonuyla (ve 1990 yılında çekilen televizyon filmini bütçe açısından feci bir şekilde ‘sollayarak’!) görkemli bir ‘dönüş’ yaptı.
Bu hafta salonlarımıza uğrayan “Tepki” filmi ise King’in yine ilk dönemlerinde (1982) yazdığı ve yazarın korku duygusuyla birçok defa ele aldığı ‘psişik güçler’ teması etrafında şekillenen fantastik bir hikâyeyi aynı potada erittiği bir romanın uyarlaması… Peki beklentinin bu kadar yüksek olduğu ve çok büyük bütçeli olduğu belli olan, son derece iddialı bir filmin yönetmen koltuğunda neden filmografisinde sadece bir uzun metrajlı sinema filmi olan Keith Thomas oturuyor? Kuşkusuz mütevazı yönetmenlik kariyeri tek başına bir sinemacının değerini ölçmez ve birçok defa çok parlak ‘ilk filmler’ görmüşüzdür ama “Tepki“yi izledikten sonra tabiri caizse ‘korktuğumuz başımıza geliyor’ ve sönük, yavan, hiçbir şekilde uyarlandığı roman ve yazara yakışmayan, çok ortalama bir yapımla karşılaşıyoruz.
Konudan bahsedecek olursak: Andy Mc Gee, eşi ve kızı Charlie ile dış dünyaya oldukça kapalı, sıradan görünen, sakin bir aile hayatı sürmektedir. Ancak hem kendilerinin hem de özellikle kızları Charlie’nin sahip olduğu ‘psişik güçler’, aile için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Kızlarının bu orantısız güçlerini kontrol etmekte zorlanan anne ve baba, olayın içine kızlarını kendi menfaatleri için kullanmak isteyen bir organizasyonun da devreye girmesiyle daha içinden çıkılmaz bir duruma düşer.
Carpenter Olmalıydı…
“Tepki” filminin jeneriğinde müzikler kısmında John Carpenter ismini okuduğumuzda içimizde hem sevinçli bir ‘kıpırtı’ hem de sonradan bir ‘keşke’ duygusuna dönüşen bir soru işareti beliriyor. Hatırlanacağı üzere John Carpenter sadece artık klasikleşmiş korku ve gerilim filmleri çekmiş büyük bir yönetmen değil, aynı zamanda neredeyse her filminin yanı sıra başka filmlerin de müziğini yaratmış bir bestecidir! Dolayısıyla yönetmenin özellikle bir korku filminin müziğine imza atmış olması hiç de şaşırtıcı değil. Ancak aslında Carpenter’ın bu filmle olan bağlantısı çok daha eskiye dayanıyor: 80’li yıllarda Carpenter, filmin uyarlaması için ismi geçen ilk yönetmendi. Ama yönetmenin 1982 yılında çektiği bir filmi (“The Thing“), uyarlamanın yapımcılığını üstlenen Universal Stüdyosu’nun fikrini değiştirdi. Başta Universal hem “The Thing” filmini hem de “Tepki” filmlerinin yapımına girişmişlerdi ve projelerinin gelişimini yakından izliyorlardı. Her şey yolunda giderken “The Thing“in beklenen gişe başarısını yakalayamaması, o dönem Spielberg’in “E.T” (1982) filmini çekmesiyle daha da vahim bir hale geldi. Bilindiği üzere “E.T“, yabancı dünyanın varlıklarıyla kurulan aşka ve arkadaşlığa parmak basıyordu ve bu temalar “The Thing“in soğuk, vahşi ve kapalı dünyasının tam zıttıydı. “The Thing“, o dönem hem eleştirmenler hem de seyirciler tarafından çok ağır eleştirildi ve bunun üzerine Carpenter “Tepki” filmi projesinden geri çekilip yerine Mark L. Lester getirildi. Bu yönetmen, romanın ilk versiyonunu 1984 yılında çekti ve sonuç herkesi ‘ikiye bölen’, başlangıç bütçesini aşmış, çok tatmin etmeyen bir film oldu. Hatta sonrasında King, bu filmin romanlarından uyarlanan en kötü filmlerden biri olduğunu söyledi.
“The Thing” ise hak ettiği başarıyı, zamanla televizyondaki gösterimleriyle ve video kasetten izlemelerle kazandı ve zamanla çekilen en iyi korku/bilim kurgu filmlerden biri, kendi türünde bir başyapıt oldu. Sonrasında Carpenter, 1983 yılında bir başka King uyarlaması olan “Christine” filmini yönetti.
Karakterler Bildiğimiz Gibi…
“Tepki” filminin en büyük zayıflıklarından biri adeta karakterlerindeki ‘tepkisizlikten’ kaynaklanıyor. Senaryonun merkezini oluşturan aile, neredeyse hikâye boyunca hiçbir değişim yaşamıyor. Kendi özel ‘hipnoz’ gücü olan baba, bundan yararlanarak bir psikiyatr gibi para kazanıyor. O ve ona destek olan eşi, kızları Charlie’nin kontrol edemediği psişik güçlerini bastırmak için uğraşıyorlar. Ve neredeyse hayatları boyunca kurdukları kaçak ve her an ‘her şeyi bırakıp gitmeye’ hazır bir düzeni sürdürüyorlar. Filmin finaline kadar bu düzen böyle devam ediyor.
İşin garip tarafı Charlie’nin kızgınlık patlamalarıyla ve peşlerine düşen ‘kötü’ adamlarla bozulan bu düzen, belki bir hikâyeyi başlatıyor ama karakterler bir adım bile ileriye gitmiyorlar. Ailenin her ferdinin süper güçlerini ilk 15 dakika sonunda anladığımızı hesaba katarsak geriye basmakalıp bir kaçma-kovalama hikâyesi kalıyor. Baba ve kızı (ve bir ara beraber oldukları anne) arasındaki sevgi ve bundan doğan karşısındakini ‘olduğu gibi kabul etme’, büyük gücün büyük sorumluluk getirmesi ve bizi kızdıran değil, hak eden kişilerin cezalandırılması gibi temalar o kadar bilindik ve daha önce işlenmiş temalar ki bizi bir an bile heyecanlandırmıyor, merakımızı uyandırmıyor hatta belli bir süre sonra sıkmaya başlıyor.
Senaryonun görsel açıdan en güçlü ve etkileyici olması beklenen ‘psişik güçlerin’ patlak verdiği sekanslarda da ciddi bir orijinallik eksikliği göze batıyor: Dediğimiz gibi King’in romanlarında ‘doğaüstü güçler’ sık sık karşımıza gelen, yazarın neredeyse vazgeçilmez konularından biridir ama tabii ki bu beyazperdeye yansıyınca belli bir yönetmenlik dokunuşu bekleriz. Örneğin De Palma “Carrie” (1973) uyarlamasında başkarakterin yaşadığı krizleri ve ortalığı cehenneme çevirdiği cinnet duygusunu ‘iliklerimize’ kadar hissettirmişti. Aynı şekilde Crononberg de “Dead Zone“da Johny Smith’in adeta ‘transa’ geçtiği sahnelerinde çok başarılı mekan ve boyut değişimleri kullanarak kahramana aynı hisle eşlik etmemizi sağlamıştı. Yönetmen Thomas’ı bu isimlerle yarıştırmamız biraz haksızlık gibi durabilir ama beyazperdede görmeyi beklediğimizin de her sinir krizi geçirdiğinde etrafı yangın yerine çeviren bir kız çocuğundan fazla olduğu kesin…
Başka Şekilde Bakmaya Çalışmak
Bahsettiğimiz ‘cinnet’ sekanslarının etkileyici olmadığını ve karakterlerin yerinde saydığını kabul edip filme başka bir bakış açısından bakmaya çalışalım. Diyelim ki yönetmen özel efekt sahnelerini boca etmek istemeden, daha psikolojik, daha dramatik ve daha kişisel bir film çıkarmak istiyor. Gerilimi aksiyona tercih ediyor ve önceliği ‘aykırı’ birinin etrafı tarafından nasıl yargılandığı konusuna veriyor. Ancak bu durumda da ‘yüzü pek değişmeyen’ bir babadan (sadece hipnoz gücünü kullanınca kanlı (!) gözyaşları döküyor!), sürekli telaşlı ve üzgün bir anneden, kendisi ‘garip’ durduğu için onunla alay eden sınıf arkadaşlarından ve niyetleri pek belli olmayan, karton ‘kötü adamlardan’ daha güçlü ve derinlikli karakterlere ihtiyaç duyuyoruz… Bu açıdan da senaryoda bir kısırlık, bir tembellik hissediliyor.
Sonuç olarak, bu sönük “Tepki” uyarlamasını izlemek yerine gerekirse tekrar King’in romanını okumayı veya başarılı diğer uyarlamaları (yine belki tekrar) görmeyi yüz kere tercih ederdik. Bir ufak pişmanlık sözüyle bitirelim: Keşke bu filmi Carpenter çekseydi!…
Yönetmen : Keith Thomas
Senaryo : Scott Teems
Görüntü Yönetmeni : Karim Hussain
Müzik : Cody Carpenter, John Carpenter, Daniel A. Davies
Oyuncular : Zac Efron, Sydney Lemmon, Ryan Kiera Armstrong, Kurtwood Smith, John Beasley, Gloria Reuben, Michael Greyeyes, Tina Jung, Lanette Ware, Neven Pajkic, Gavin MacIver-Wright, Danny Waugh
ABD / Korku-Bilimkurgu-Fantezi / 102 Dk.