41. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışması En İyi 3 Film
41.Uluslararsı İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası yarışmasında yer alan 10 filmlik seçkinin en iyisine “Uluslararası Eleştirmenler Ödülü”nü vermek için görevlendirilmiş olan FİPRESCİ jürisinde, üç farklı ülkeden, üç farklı kültürden ve üç faklı kuşaktan üç kişiydik: İran’lı genç eleştirmen ve tiyatro yönetmeni Hamed Soleimanzadeh, orta kuşaktan haftalık Portekiz gazetesi Expresso’nun deneyimli film eleştirmeni Francisco Ferreira ve yaşı iyice kemale ermiş Türkiye’den ben Erdoğan Mitrani.
İzlediğimiz ilk 9 film arasında çok iyisi, daha az iyisi ve de çok daha az iyisiyle kafamızda bir sıralama yapmışken Gaspar Noé’nin “Vortex”ini izler izlemez neredeyse tartışmadan ödülün sahibi belli oldu.Tüm filmlerin genel değerlendirmesini, birer sinema sever olarak karşılıklı görüşlerimizi müthiş keyifli bir sohbet olarak paylaşmadan da önce, oturumun hemen başında kararımızı oybirliğiyle vermiş, gerekli belgeleri doldurup imzalamıştık bile.
“Vortex”in yarışmanın en iyisi olduğunu sadece FİPRESCİ Jürisinin değil, bizimle hiçbir ilişkisi olmayan Uluslararası Jürinin kararı da aynen teyit etmişti.
Yarışma filmleri arasında en çok beğendiklerimle ilgili izlenimlerim ve oybirliğiyle öne çıkan “Vortex” haricinde tamamı kişisel beğenilerimi yansıtan değerlendirmelerim aşağıdadır.
VORTEX (*****)
“Life is a dream, isn’t it?” “Yaşam bir düştür, değil mi?
“Yes, a dream within a dream.” “Evet, bir düşün içerisinde bir düş.”
Cannes festivalini tahammül edilmesi güç upuzun bir tecavüz sahnesiyle sarsan, izleyiciyi uyuşturucu etkisinde uçuran, dans pistini ölümcül tehlikeli mekâna dönüştüren, organları seyircinin gözüne sokarcasına açık seçik cinsel ilişkiyi resimleyen, gelmiş geçmiş en kışkırtıcı sinemacılardan yazar yönetmen Gaspar Noé, son filmi “Vortex”le tematik ve biçimsel açıdan radikal bir değişimle karşımızda çıkıyor.
Son yıllarda bazı yakınlarını kaybetmiş, 2019’da neredeyse hayatına mal olacak bir beyin kanaması geçirmiş olan Noé, bu kez Paris’te sıkışık bir apartman dairesinde yaşayan yaşlı bir çiftin son günlerini, haşin, çarpıcı, dingin ve de aynı zamanda müthiş dokunaklı bir sinema diliyle aktarmaktadır.
Ciddi kalp sorunları olan adam, sinema ile düşlerin ve bilinçaltının ilişkisi üzerine, büyük olasılıkla bitiremeyeceği bir kitap yazmaktadır. Demans ya da Alzheimer hastası emekli psikiyatrist karısı, hâlâ elinde kalmış reçetelerin aracılığıyla evi ilaç kutularıyla doldurmaktadır.
Adam, ellerinin arasından akıp giden hayatları ya da yazdıklarının önemli bölümü olsun, kaybetmekte olduklarının bilincindeki adam sessizce isyan eder; bilinci sık sık gidip gelen kadın etrafındaki kişileri ve yaşananları boş bakışlarla, kimi zaman kim ve ne olduğunu anlamaksızın gözlemler.
Yaşlılığın ve hastalıkların kaçınılmaz bir sona doğru sürüklediği bu iki insan her şeye karşın birbirlerine müthiş sevgiyle bağlıdırlar ve birbirlerine büyük değer vermektedirler. Kırklı yaşlarında oğulları Stéphane da sevgi ve şefkatle ebeveynlerinin üzerine titrer ama onun da önemli sorunları vardır. Bir yandan uyuşturucu bağımlılığıyla savaşmak, bir yandan da küçük oğlunu tek başına büyütmek zorunda olan Stéphane değil annesiyle babasına, kendisine bile yardım edebilecek durumda değildir.
Noé’nin anlatım tekniğindeki büyük yenilik, filmin tamamının split-screen / bölünmüş ekran oluşundadır.140 dakikalık anlatının tamamı, incecik bir siyah çerçeveyle ayrılmış
4 /3 formatında yan yana iki ekran görüntüsünden izlenir. Olağanüstü etkileyici görselliğin ötesinde Noé’nin yöntemi izlenceye farklı bir boyut ve derinlik katar. Biri Noé olan iki ayrı kameraman tarafından el kamerasıyla çekilen, yan yana otursalar ya da aynı yatakta uzanmış bile olsalar iki ana karakterin her birine hemzaman olarak ayrı ayrı odaklanan bu ikiz bakış, birlikte olmalarına karşın ne kadar yalnız olduklarını, her birinin kendi kafesinde nasıl hapsolduğunu ustalıkla yansıtır.
Bu çiftli anlatımda bir ara kadın “devamlı peşimde dolanan tanımadığım bir adam var” diye oğluna şikâyet ettiğinde, büyük olasılıkla arada bir kim olduğunu unuttuğu kocasından söz etmektedir ama, bunun ikisinin de arkasında hissedilen kameramanların gizemli varlığına bir gönderme olduğu da düşünülebilir.
Küçük bir dairede süzülerek dolanan iki yaşlı insanın fiziksel ve ruhsal çöküşünü izleyen seyircinin kaçınılmaz şekilde Michael Haneke’nin “Amour”unu anımsaması doğaldır. Ancak, yıpranmaya, bozulmaya ve ölüme korkusuzca bakan “Vortex”, “Amour”dan çok daha karanlık, çok daha sert ve çok daha acımasızdır. Ancak kimi zaman da beklenmedik şekilde sevecen ve şefkatli olabilmektedir. Filmin belki de en dokunaklı sahnesinde, karısının teselli aradığını fark eden kocanın eli, aradaki ince çerçevenin siyah sınırını aşar ve karısının elini tutuverir.
Bu epey farklı oda sineması örneğini izleyicinin ta kalbine akıtan en önemli öğe de kusursuz oyunculuklardır. Françose LeBrun, kadının kaybolmuşluğunu büyük başarıyla aktarırken, bilincinin yerine geldiği az sayıda bölümde tüm acısını ustalıkla gözlerinde yansıtır. İlk kez önemli bir rol üstlenen Dario Argento’nun, patlamaya hazır ama yazgısına tüm isyanını kontrol altında tutmaya çalışan bab yorumu muhteşemdir. Komediden gelen Alex Lutz karakterinin kırılganlığını ve çaresizliğini büyük inandırıcılıkla aktarır.
Sonuç olarak Noé’nin muhteşem son çalışması “Vortex” şu ana kadar çekmiş olduğu en mükemmel filmdir. 15 haziranda vizyona giriyor. Sakın kaçırmayın!
“Land of Dreams / Rüyalar Diyarı” (****1/2)
“Sen hiç gece karanlıkta uçan bir bülbül gördün mü? O sadece yuvası tahrip edildiğinde ya da yuvasının yolunu bulamadığında geceleri uçar. O zaman da baykuşa yem olur.”
Amerikan Nüfus Dairesi’nde görevli olan Simin’in (Sheila Vand) son derece alışılmadık bir işi vardır: Kapı kapı dolaşıp görüştüğü vatandaşların son gördükleri rüyayı sorar, anlatılanları kaydeder ve oluşturduğu ses kaydını çalıştığı ultramodern binadaki hizmet programına kaydeder. Neden mi? Kendisine bunun neden yapıldığı konusunda sık sık soru yöneltildiğinde aslında nedeni hakkında hiçbir bilgisi olmaya genç kadın sadece resmi açıklamayı belirtebilir: “Sizlerin güvenliği için”
Şiraz’da doğan, yıllardır ABD’de mülteci olarak yaşayan İranlı Simin, söyleşilerin sonunda rüyasını anlatmış olan kişinin bir fotoğrafını da çeker. Ancak bu fotoğraf işvereni için değildir ve dinlediği rüyaların büyüsüne kapılarak kendisine anlatılanları geceleri, yaşadığı motelde bir oyuncu gibi kılık değiştirerek, makyaj ve peruklarla dönüşerek kamera karşısında yeniden Farsça sahneleyen ve çektiği videoları sosyal medyada paylaşan Simin’in kişisel arşivine girer.
Son zamanlarda tüm görevlerinde kendisine çok farklı iki adam eşlik eder. Biri dairenin ona koruma olarak atadığı müstehzi alaycılığıyla dünyaya boş veren, tüm orta sınıf Amerikan klişelerinin temsilcisi, görmüş geçirmiş eski polis Alan (Matt Dillon), diğeriyse ona ilk görüşte âşık olduğunu söyleyen genç şair Mark (William Moseley). Gönderildiği “çok özel bir görev”de karşısına çıkan unutulmuş insanların resimleriyle oluşturulmuş bir duvar Simin için unutulmuş sanılan çok sayıda acı veren anıyı su yüzüne çıkaracaktır…
Rüyalar diyarında kural yoktur ve kontrol edilmesi mümkün değildir. Senaryosunu yenilerde aramızdan ayrılan, dünya sinemasının en yaratıcı yazarlarından Jean-Claude Carrière lle Shoja Azari’nin yazdığı, Shirin Neshat ve Shoja Azari’nin yönettiği “Land of Dreams” gerçekle gerçeküstünü, düşlenenle yaşananı ayıran incecik sınır çizgisi üzerinde, düş kadar gizemli, anlaşılmaz ve uçucu bir atmosferde gelişir.
İranlı fotoğraf ve video sanatçısı 1957 Kazvin doğumlu yönetmen Shirin Neshat ile aynı yıl Şiraz’da doğan görsel sanatçı ve film yönetmeni Shoja Azari hâlen ABD’de özel yaşamlarını ve sanatsal çalışmalarını birlikte sürdürmektedirler. “Land of Dreams” esasta anılar ve rüyalarla ilgili olsa da, ikili ülkede yaşayan iki yabancının bakış açısıyla, Amerikan siyasetine ve yaşam tarzına yönelik hınzır bir siyasal taşlama yapmak niyetlerini açıkça belli ederler. Çok yakın bir gelecekte, özgürlük karşıtı teknolojik bir gözetimin hüküm sürdüğü ABD’nin dış dünyaya neredeyse kapandığı bir dönemde geçen filmde, Alan’ın izleyicinin karşısına ilk çıktığında anlattığı fıkra eleştirinin hem muzip, hem fırlama tonunu açığa çıkarır.
Oyuncu ekibi de çok ilginçtir. İran’da bir hayalet şehirde ahlaksızları izleyip saldıran vampir öyküsü ”Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız”ın siyah ve uçucu vampiri Sheila Vand, karşımıza olağanüstü bir Simin olarak çıkar. Uzun bir aradan sonra “The House that Jack Built” ile sinemaya yenilerde dönmüş olan Matt Dillon, hınzır Alan yorumu ile kuşağının en iyi oyuncularından biri olduğunu bir kez daha kanıtlar. TV dizisi “The Royals”dan gelen William Moseley ikiliye ustelıkla eşlik eder.
Shirin Neshat, filme dönüştürmeden önce Simin’in söyleşilerini içeren bir video çekmiş ve simin’in çektiği resimlerle birlikte bir sergi oluşturmuştu. Film Festivale katıldığında İstanbul Dirimart’a gelen bu sergi de 25 Mayıs’a kadar izlenebilir.
“Dağların Denizcisi / Marinheiro das montanhas” (****)
Brezilyalı bir anne ile Cezayirli bir babanın oğlu olarak 1966’da doğan Karim Aïnouz, henüz doğmamışken babası Cezayir’e döndüğü için, annesi ve anneannesi tarafından Brezilya’da büyütülmüş. Brasilia’da mimari, New York’da sinema eğitimlerini tamamlayan Aïnouz hem belgesel hem kurmaca tarzında çok sayıda ödül kazanan filmlerle sinemada kariyer yapmış. Babası ile 18 yaşında tanışmış olmasına karşın çocukluğundan beri Cezayir’e ve kendi büyükbabasının da katılmış olduğu ülkenin bağımsızlık savaşına ilgi duyan Aïnouz Cezayir’i, kendisi gibi merak eden annesi İracema ile birlikte ziyaret etmeyi düşlemiş. Önce babasının yeniden evlenerek Paris’e yerleşmesi, sonraları da Cezayir’de patlak veren iç savaş hep bu ziyaretin ertelenmesine sebep olmuş. Her şey durulduğundaysa İracema’nın yaşı artık böyle bir yolculuğu kaldırabilecek durumda değilmiş.
Sonuç olarak Karim Aïnouz ancak annesini ölümünden sonra, Ocak 2019’da Marsilya’dan bindiği bir tekneyle Akdeniz’i geçip babasının memleketi Cezayir’e ilk defa gidebilmiş.
Senaryosunu Murilo Hauser ile birlikte oluşturduğu “Dağların Denizcisi” filminde Aïnouz, Iracema’nın anısı ve bir kamera eşliğinde çıktığı bu yolculuğu, Akdeniz’i geçişinden Kabiliye’deki Atlas Dağları’na varışına ve dönüşüne kadar tüm ayrıntılarıyla aktarır. Siyasi açıdan yüklü iki ülkeyi zaman ve mekândan kopararak şimdiki zamanla, geçmişi ve geleceği iç içe geçiren “Dağların Denizcisi”, Aïnouz’un gezi günlüğünü, fotoğrafları, çektiği filmleri (Görüntü Yönetmeni : Juan Sarmiento) ve arşiv malzemelerini birleştirerek annesine yazdığı görsel bir mektuptur.
Prömiyerini 2021’de Cannes’da yapan film, Karim Aïnouz’un bügüne kadar yapmış olduğu en kişisel, en samimi çalışması ve en başarılı işlerinden biridir.