Pandemide komşumuzun az tanıdığımız sinemasını keşfetmek
Neredeyse bir buçuk yıldan beri yaşantımıza girmiş olan Covid-19 birçok alışkanlığımızı olduğu gibi film izleme tarzımızı da değiştirdi. Benim gibi “Film Sinemada İzlenir” savunun tutkulu savunucuları bile televizyonda film izlemeyi kabullenmek zorunda kaldılar. İnternet ortamı film bulma konusunda neredeyse sonsuza yakın seçenek sunmakta. Netflix, Digitürk
ve Amazon Prime gibi cüzi bir ücret karşılığı film ve dizi izleten paralı kanallar giderek film stüdyolarının yerini alarak kendi yapımlarını oluşturmak yoluna girdiler. Başlı başına bir film hazinesi olan MUBİ de, uzun kurmaca filmlerden oluşan olağanüstü seçkisini kısalar ve belgesellerle zenginleştirerek çok yönlü seyir imkanları oluşturdu. Bu kuruluşların paralelinde internette torrentler sayısız film izleme olanağı yaratmakta. Sinema izlenimlerini paylaşan biri olarak önereceğim izlenceleri araştırırken bu ortamlarda çok sevdiğim İran sinemasının en önemli örneklerine ulaşmanın mümkün olduğunu fark ettim. 534 kilometrelik sınırımız olan komşu İran’ın filmleri bizim ticari sinemamıza sık sık uğramadığından, meraklı festival izleyicileri ve kimi sinema eleştirmeni dışında, Türk seyircisinin İran Sinemasını pek de iyi tanımaz. Uluslararası izleyici kitlesi de, bu ülkenin müthiş derinlikli ve ilginç sinemasını 1990’lı yılların başından başlayarak önemli uluslararası sinema festivallerinde ödüller aldıktan sonra keşfetmeye başlamıştır. İslam devriminin sinemayı denetim altına alan yasaklamalarına rağmen İran Sinemasının peş peşe ödüller kazanması, belki de onaylamadıkları bir sistemin ürünü olduğu için batılı eleştirmenleri fazlasıyla şaşırtmıştır.
Bu başarıyı şaşkınlıkla karşılayanlar, sanırım İran’ın mirasçısı olduğu Pers İmparatorluğunun 2500 yılı aşkın geçmişini, tek tanrı (Ahuramazda) öğretisini Hıristiyanlıktan en az 500 yıl önce yaymış olan Zerdüşt’e kadar uzanan köklü felsefî birikimi unutuyorlar. Mutlaka izlenmesi gereken İran filmlerini önermeden önce kendi seyircimizin de az tanıdığı bu sinema hakkında yapmış olduğum kapsamlı incelemeyi sizlerle paylaşmam gerektiğini düşünüyorum.
Bu yazımda İran Sinemasının geçmişinden başlayarak klasik ve orta kuşak sinemacıların çalışmalarını kısaca aktarmaya çalışacağım. İran’da filme alınan ilk görüntüler, Kaçar şahı Muzafferuddin Şah’ın emriyle 1900 yılında film kamerasını İran’a getiren Mirza İbrahim Han Akkasbaşi’nin Şah ve saray halkını eğlendirmek için çektikleridir. Tahran’da ilk sinema salonu 1904’de açılmış, ancak siyasi ve toplumsal çalkantıların da sinemanın 1930’lara kadar gelişimi, etkisiyle son derece yavaş olmuştur.
1925’de Moskova Film Akademisinde eğitim görmüş olan Ermeni asıllı Ovanes Ohanyan, İran’a kesin dönüş yaparak bir sinema okulu açmaya karar verir. İran halkı sinemanın bir sanat dalına ve bir mesleğe dönüşeceğine inanmadığından, sadece iki eğitmeni olan Parvareşghahe Artistiye Cinema adlı okula ilk yılında sadece 16 öğrenci kaydolur. İran’ın ilk konulu uzun filmi, Ohanyan’ın yönettiği sessiz “Abi ve Rabi” (1930), ilk sesli filmi Abdülhüseyin Sepanta’nın 1933’de çektiği “Lor Kızı”dır. 1930’larda Tahran’da, çoğunlukla haber filmlerinin gösterildiği, topu topu 15 sinema salonu vardır. Sinemacılar yerli üretim yerine yabancı filmleri Farsça dublajlı olarak göstermeyi yeğlemektedir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında yansız kalacağını ilan eden İran, müttefiklerin ülkedeki Alman teknikerlerin sınır dışı edilmesi isteğini yerine getirmeyince, 1940’da SSCB, İngiliz ve ABD birliklerince işgal edilir. Savaş sonrası sinema salonlarının Amerikan filmlerinin egemenliği altına girmesinin de etkisiyle, 1937-1947 arasında İran’da tek bir film bile çekilmez, ancak başta ABD’den olmak üzere ithal film akışı artarak devam eder. 1947’de, Almanya’da sinema eğitimi almış olan İsmail Kuşan İran’a döndüğünde İran’ın ilk gerçek film şirketi Mitra Film’i Tahran’da kurar ve ithal film furyasına direnerek yerli film üretimine yönelir. Parasal sorunlar yüzünden çok kısa ömürlü olan ilk şirketinden hemen sonra kurduğu Pars Film Stüdyo’da film çekmeye devam eder.
1948’den 1970’lerin başına kadar uzanan dönem, konuları çoğunlukla Batı Sinemasının iş yapan filmlerinden uyarlanan komedilerin ve şarkılı / rakslı melodramların dönemidir. Ancak kimi genç yönetmenler toplumsal sorunlara değinen filmler çekmeyi dener, ilk kadın yönetmen Şahla’nın peşinden, genç yaşında bir trafik kazasında ölen kadın şair Füruğ
Ferruhzad, Hane-i Siyahest / Kara Ev (1965) adlı çok sayıda ödül almış belgeselinde cüzzamlı hastaların ölümü bekleyişini anlatır.
Şahın eşi Farah Diba Pahlavi’nin öncülüğünde 1972’den itibaren Uluslar Arası Tahran Film Festivali’nin düzenlenmesinin ardından ülke çapında film okullarında, film kulüplerinde büyük bir artış gözlemlenirken, çok sayıda genç sinemacı da kurmaca, belgesel ve animasyon filmleri çekmeye başlar.
Mesud Kimyai’nin batılılaşma ile yerel kültür arasındaki çelişkilerine ve Amerikan yaşam biçiminin İran’daki olumsuz etkilerine başarılı bir biçimde değindiği “Keyser” (1969) ile Dariyuş Mehrcui (d.1939)’nin aynı yıl çekilen “Gav / İnek” filmleri sinemada İran Yeni Dalgası’nı başlatırlar. Amerika’da sinema öğrenimi görmüş olan Mehrcui’nin tek varlığı olan ineğini yitiren bir köylünün zihinsel bunalımını ve yitirdiği hayvanla özdeşleşmesini anlatan filmi “Gav / İnek”, Venedik Film Festivali’nde Eleştirmenler Ödülünü kazanır. İran’da ancak ödül kazandıktan
sonra gösterim izni alabilen “İnek”in önce yasaklanması sonra serbest bırakılması, İranlı sinemacıların rejimin sansürü ile bitmeyen savaşımının, Şah döneminde başlayan ve devrim sonrasından günümüze kadar süregelmekte olan ilk örneğidir.
Mehrcui’nin gösterilmesine çekilişinden ancak altı yıl sonra izin verilen “Hanım” (1992) filmi, 1999 yılında Berlin Film Festivali’nde Don Kişot Ödülü’nü kazanır. Mehrcui, kariyerini, “Sara” (1993), “Peri” (1995), “Leyla” (1997), “Bemani / Sağ Kalmak” (2002), “Mehman-e maman / Annemin Misafirleri” (2004), “Asbah / Hayaletler” gibi filmlerde hem Devrim öncesi hem Devrim sonrasında kadınların İran’da yaşamak zorunda kaldıkları sorunlara yönelir. Arada esin tıkanıklığı çeken bir yazarın anılarına sığınmasını anlatan “Derakhte Golabi / Armut Ağacı” (1998) ve dini baskılar yüzünden müzik yapması yasaklanan bir müzisyene odaklanan “Santuri / Santur Çalgıcısı” (2007) gibi, kendisine ve
oyuncularına ödül kazandıran filmler de çeker.
İran’ın en ünlü iki şairinden birinin oğlu, diğerinin de torunu olan 1938 Tahran doğumlu Behram Beyzai’nin kısa filmler çektikten sonra yönettiği ilk kurmaca filmi “Regbār / Sağnak” (1971) çalıştığı ortamla iletişim kuramayan ilginç bir öğretmen portresi çizer. Simgesel anlatımını geliştirdiği, Japon ustalardan etkiler taşıyan “Garibi ve Meh / Yabancı ve Sis”in (1974) ardından çektiği “Kalaāg / Karga”da (1977) küçük burjuvazinin bilinçaltına yönelir. Beyzai’nin “Şarike-i Tār ā/ Tara’nın Raksı” (1979 ve “Marg-ı Yazgerd / Yazgerd’in ölümü” (1982), devrim sonrası İslami kanunlara aykırı oldukları gerekçesiyle 30 yıldır yasaklıdır.
Mehrcui gibi, hem Şah hem İslam Devrimi sırasında film yapan, hem de Ahmedinejad döneminde çalışmaya devam edebilen az sayıda yönetmenden biri olan Bahram Beyzai, hem anlatımının çok yönlü ve karmaşık oluşu, hem de önemli filmlerinin gösterim izni alamayışı yüzünden batı dünyasınca sadece “Shāyad Vaghti digar / Belki Başka Zaman” (1988), “BaBaşu, garibeye kucak / Küçük Gariban şu” (1990) ve “Mosāferan / Misafirler” (1992) filmleri ve bir miktar da “Sagkoshi / Kuduz Köpekleri Öldürmek” (2001) ve “Vaghti
hame khaabim / Hepimiz Uyurken” (2009) sayesinde göreceli olarak az tanınsa da çok önemli bir sinemacıdır.
Bir yandan solcu bir yandan sağcı muhalefetin yıprattığı Şah Rıza Pehlevi ülkeyi terk etmek zorunda kalınca, sürgünde yaşadığı Paris’ten İran’a dönen İmam Humeyni’nin önderliğinde 1978’de İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ülkede sinemanın bir kez daha uzunca bir süre duraklamasına yol açar. İslamcı mollalar, çok sayıda sinemayı, Batı’nın emperyalist simgeleri oldukları ve halkın ahlakını bozdukları gerekçesiyle yakıp yıkar ve İslami ve anti-emperyalist sinema anlayışının öncülüğünü İmam Humeyni şahsen üstlenir. Bir yandan yeni milli kültür varlığını teşvik edecek genç sinemacılara az görülmüş hibeler verilirken, bir yandan da 1983’te kurulan Farabi kurumu sinemayı denetime alır. Başlarda, kadın oyuncuların filmde görülmesi yasaklanır. 1987’de, giysilerinin bedenin hatlarını gizlemesi, başlarının uyurken bile örtülü olması ve gerçek yaşamlarında evli değillerse erkek oyuncu ile kadın oyuncu ellerinin bile birbirine değmemesi şartıyla kadınların rol alması serbest bırakılır.
Cinselliğin yanı sıra, şiddete yer verilmesi de yasaklanır. Bir film gösterime girebilmesi için beş aşamalı bir sansürden geçer. Kurum gerek Amerikan filmlerinin gerekse ticari nitelikli yabancı filmlerin alımını yasaklar. Ancak Kursowa, Tarkovski, Bresson, Taviani’ler gibi yaratıcı yönetmenlerin filmleri yasak listesine girmez. Böylece hem teşvik hem de sansürün aynı kurum tarafından uygulandığı, Kafkaesk bir git-gel dönemi başlar. İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra başlayan toparlanma ve uluslararası festivallerde boy gösterme döneminde İran sinemasında özellikle iki karşıt figür belirleyici olur: “Şah Gerillası Karşıtı” oluşumun üyesi Mohsen Makmalbaf (d.1952) sinemayı öncelikle bir propaganda aracı olarak keşfeder. “Baykot / Boykot” (1985), “Bisikleran / Bisikletçi” (1987)
ve “Arusi-ye Huban / Seçilmişlerin Düğünü” (1989) gibi erken dönem işlerinin vahşi, kızgın ve takıntılı anlatımı kısa sürede daha serinkanlı hâle gelir ve sinemaya bir saygı ve sevgi duruşu olan “Nassereddin Şah, Actor-e Cinema / Bir Zamanlar Sinema” (1992), “Honarpişeh / Aktör” (1993) ve “Salaam Cinema / Selan Sinema”dan oluşan (1995) ünlü üçlemesini çeker. Giderek, bireyin toplumsal ve siyasi sorunlar karşısındaki tepkilerini öne alan gerçekçi bir döneme giren Makmalbaf rejimin eleştirisini yapmaya başladığında, bir yandan halk kahramanı payesine yükseltilirken bir yandan da sansürlenen bir muhalif haline gelir.
1996’da “Gabbeh” ve “Nun va Goldoon” filmlerinin çekiminin peşinden özgün metotlarla eğitim vereceği bir sinema okulu açmaya karar verir. Yetkili makamlardan izin alamayınca, 8 öğrencisinden biri arkadaşı, biri eşi, üçü de çocukları olan okulu kendi evinde açar. 1996’dan 2004’e kadar devam eden eğitim sürecinin bilançosu olağanüstüdür: Baba Makmalbaf,
eğitmenliğinin yanı sıra, “Sukut” (1998) ve başyapıtı “Safar e Gandahar / Kandahar”ı (2001)ı çeker; eşi Marzieh Meşkini Makmalbaf (d.1969), yönetmen yardımcılığından halen devam etmekte olan yazar ve yönetmenliğe, senaryosu kocasına ait olan bol ödüllü “Ruzi ke san Şodam / Kadın Olduğum Gün” (2000) ile geçer, yazıp yönettiği “Sag-haye velgard / Şaşkın Köpekler”le (2004) ödüller alır; oğlu Meysam Makmalbaf (d.1981) kurgucu, yapımcı ve görüntü yönetmeni olarak başladığı sinemaya belgesel yönetmenliği de katar; büyük kızı Samira Makmalbaf (d.1980), senaryolarını babasıyla beraber oluşturduğu 4 filmle, “Sib / Elma” (1998), “Tahte Siyah / Karatahta” (2000), “Panj é Asr / Akşamüstü Saat 5’de” (2003) ve “Asbe-du pa / İki Bacaklı At” (2008) ile yaşayan en önemli 40 yönetmen arasına girer; okuldan 16 yaşında mezun olan küçük kızı Hana Makhmalbaf (d.1988), 15 yaşında iken ablasının “Panj é Asr” filminin belgeseli “Lezate Divanegi”yi (2003) çeker, senaryosu annesine ait olan olağanüstü ilk filmi “Buda as sharm foru rikht / Utanç” (2007) ile Berlin’de Kristal Ayı dahil pek çok ödül alır. 2009’da çektiği ikinci filmi “Ruzhaye sabz / Yeşil Günler”de Hana, İran’lı bir oyun yazarının yaratıcı kriziyle ülkesinde 2009 seçimleri sırasında yaşanan siyasi ve toplumsal olayları karşı karşıya getirir.
Makmalbaf, 2005’de muhafazakâr siyasetçi Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden kısa bir süre sonra İran’ı terk eder ve halen yaşadığı, çoğunu eşiyle birlikte çektiği film serüvenine devam ettiği Paris’e yerleşir. Çok sayıda kısa filmin yanında iki çok ilginç belgesel yönetir: Görüntü yönetmenliğini oğluyla birlikte yaptığı, İsrail’de Bahai inancına odaklanan belgesel tekniklerini gerçeküstücü bir anlatımla harmanlayan “The Gardener / Bahçıvan” (2012) ile, Koreli yönetmen Kim Dong-Ho’yu konu edinen “Ongoing Smile / Süregelen Gülümseme” (2013). Paris döneminin önemli kurmaca filmleri, yazıp yönettiği “Sex o felsefe / Sex ve Felsefe” ile “Faryad moorcheha / Karıncaların Çığlığı” (2006),
eşi Marzieh Meşkini Makmalbaf ile birlikte yazdığı ve yönettiği “Karla Gelen Adam” (2009) ve senaryolarını yine eşiyle yazdığı “Le Président / Başkan” (2014) ve 2019’da çektiği “Marge ile Annesi”dir. 1990’ların başından itibaren neredeyse her festivalden bol ödülle dönen İran Sinemasının sesi ve soluğu, Ahmedinejad’ın 2005-2013 yılları arasındaki yasaklama siyasetinin etkisiyle bir miktar kesilmiş de olsa son 10 yılda tekrar eski saygın yerine sağlam bir dönüş yapar.
Güzel sanatlar öğreniminden sonra grafiker olarak çalışan, kısa filmlerinin ve etkileyici orta metrajı “Tecrübe”nin (1973) ardından çektiği ilk kurmaca filmi “Mosafir / Misafir”den (1974) başlayarak, çoğunlukla çocukların ve gençlerin yaşamına eğilen filmleriyle ünlenen Abbas Kiarostami (1940-2016), batı ülkelerinde İslam Devriminden sonra tanınmasına karşın, devrim öncesinde uzunlu kısalı 12 film çekmiş deneyimli bir sinemacıdır. Kiarostami, meslektaşları batıya kaçarken, devrim sonrası İran’da kalan az sayıda yönetmenden biridir: ”Bir ağaç kökleriyle sökülüp başka bir yere dikilirse, yaşamaya devam eder ama artık meyve veremez. Verse de o meyveler ağacın ilk yerindeyken verdikleri kadar lezzetli olmaz. Bu bir doğa kanunudur. Ülkemi terk etmiş olsaydım aynen o ağaç gibi olurdum”. Abbas Kiarostami, batılı sinema çevrelerinde ilk kez, 1990’da Tahran’ın kuzeyindeki ManjilRudbar bölgesinde elli bin kişinin ölümüne yol açan 7,4 şiddetindeki depreme göndermeler yaptığı için “Deprem Üçlemesi” olarak adlandırılan üç filmiyle tanınır. “Hane-yi Dost Kocast? / Arkadaşımın Evi Nerede?” (1987), sıra arkadaşının defterini
yanlışlıkla aldığını fark eden sekiz yaşındaki Ahmet’in, büyüklerin telaşını ilgisizlikle karşılamalarına karşın, defteri vermek için bütün bir öğleden sonra arkadaşının evini aramasını konu edinir.
“Zendegi ve Digar Hiç / Ve Yaşam Sürüyor” (1990), depremin ardından bir baba-oğulun “Arkadaşımın Evi Nerede”nin çocuk oyuncularını aramalarını izlerken, sağ kalanların depremin yol açtığı büyük yıkıma karşın yaşama sarılma coşkusunu anlatır. Düş kurmanın yaşamın en önemli öğelerinden biri olarak öne çıktığı ve yaşama içgüdüsünün ölümden çok daha güçlü olduğunun vurgulandığı “Zir-i Dirahtan-i Zeytun / Zeytinliklerin Altında” (1994) filminde “Ve Yaşam Sürüyor”un çekimleri sırasında geçen bir olay aktarılır.
Ülkenin geleneksel seyirliği Taziye‘nin de benzer ögelere yer verdiğini düşünen yönetmen, zaman zaman perdede çekim ekibinden kişileri de göstererek Brecht‘in yabancılaştırma kavramına gönderme yapar. Kiarostami, batılıların bu filmlere getirdikleri “Deprem Üçlemesi” görüşüne katılmadığını, yaşamın değerini konu edinen son iki filmin olsa olsa “Kirazın Tadı” (1997) ile bir üçleme oluşturabileceğini belirtmiştir. “Ve Yaşam Sürüyor” ile aynı yıl çekilmiş olan “Nemay-i Nazdik / Yakın Plan” (1990) ünlü yönetmen Muhsin Makmalbaf olduğunu iddia ederek, çekmek istediği film için para sızdıran gerçek bir dolandırıcının, Makmalbaf’la görüşmesini ve duruşma sürecini belgesel ve yeniden canlandırmayı kaynaştıran bir Cinema Vérité anlayışı ile aktarır. Cannes Film Festivali’nde İran sinemasına ilk kez Altın Palmiye kazandıran yalın ve hüzünlü “Taam-ı Guilass”/ Kirazın Tadı” (1997) intihar etmeye karar veren ve kendisine yardım edecek birini arayan orta yaşlı varlıklı bir erkeğin öyküsünü anlatır. Bütün gece yardımcı aradıktan sonra aradığını bulur. Ama kendisine yardım sözü veren adamın “kirazın tadını özlemeyecek misin?” sorusu, yaşamın anlamı üzerinde tekrar düşünmesini sağlar.
1999’da Kiarostami, Bad ma ra kahad bord / Rüzgâr bizi Götürecek’le Venedik Film Festivalinde Jüri Büyük Ödülü’nü alır. Film, yönetmenin simgesi haline gelmiş olan toprak rengi uzun planlarla görüntülenen ücra bir Kürt köyünde bir süre kalmak zorunda kalan bir şehirlinin gözünden kentsel ve kırsal karşıtlıklara odaklanır. Çok çabuk yürüyen, çok fazla soru soran, Tahran’la görüşebilmek için cep telefonunun çektiği tepeye Jeep’le defalarca gidip gelen adam, giderek bu zamanda kaybolmuş dünyanın insanlarının yalın ve yapmacıksız değer yargılarına ve köyün dingin yaşamına saygı duymayı öğrenecektir. Her filminde yeni sinemasal deneyler peşinde koşan Kiarostami, “On” filmini (2002), otomobile monte edilmiş bir kamerayla, oyuncuları dışarıdan yöneterek çeker.
Film, Tahran sokaklarında bir kadının arabasına aldığı, aralarında huysuz oğlu, kız kardeşi, otostop yapan bir fahişe ve kocasının terk ettiği bir gelin de olan on ayrı kişi ile sohbetleri aracılığıyla İran’ın siyasi-toplumsal bir panoramasını çizer. Kiarostami 2008’de objektifini İran’ın kadın oyuncularına çevirir. Tamamı Hüsrev ile Şirin filmini izleyen kadınların yakın plan çekimlerinden oluşan “Şirin”, ülkesinin 100 ünlü kadın oyuncusuna etkileyici bir saygı duruşudur. “Şirin”de Hüsrev ile Şirin’i izleyenlerin arasında oturan tek Avrupalı oyuncu Juliette
Binoche, Kiarostami’ye Valladolid Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü getirmiş olan “Roonevesht barabar asl ast / Aslı Gibidir”le 2010 Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu seçilir. İlk kez ülkesinin dışında film çeken Kiarostami, “kopyanın aslından daha iyi olabileceği” teması üzerine çeşitlemeleri, oyuncularının yakın planlarına
odaklanan, ancak olayın geçtiği Toskana’nın olağanüstü güzelliklerini de göz ardı etmeyen bir yorumla ele alır.
Uluslararası ortamda bir başyapıt çekebilmiş olmanın verdiği güvenle Kiarostami bu kez Japonya’da, yaşlı bir profesörle üniversite öğrenimi masraflarını fahişelikle karşılayan genç bir kız arasında gelişen beklenmedik bir dostluğun hikayesine odaklanır: “Like Someone in Love” (2012). Bu unutulması güç beklenmedik duyarlıkta film, yazar yönetmeninin son kurmaca çalışması olacak, barsak poliplerinin alındığı bir ameliyattan sonra bir türlü iyileşemeyen, İran’da dört kez hastaneye yattıktan sonra tedavi için Fransa’ya giden 76 yaşındaki efsanevi sinemacı, Paris’teki hastanede bir beyin kanaması geçirerek yaşama veda edecektir. Hastalığı hakkında doğru bildirilmedikleri ve yanlış tedavi edildiği için ailesi
yetkilileri suçlar, ancak İran mahkemeleri -tabii ki- İran hastanelerini suçsuz bulurlar.
Batı dünyasınca en ünlü İran’lı yönetmen olan görülen Kiarostami, filmlerinin çoğunun İran’da gösterimine izin verilmeyişi ile kendi ülkesinde göreceli olarak az tanınır. “Yetkililer benim filmlerimi hiç anlamıyorlar. Ama biri anlar ve filmlerimde kendilerini eleştiren bir taraf bulur korkusuyla yasaklıyorlar.” Kiarostami, hiçbir zaman Makmalbaf gibi okul açıp sinema eğitimi vermeye yönelmese de dingin anlatımı, uzun planları, kurmaca ile belgesel arasındaki ince çizgide gezinen öyküleri
ve öykülerinin en ciddi bölümlerinde bile izleyiciye göz kırpan gizli mizahı ile İran Sinemasında bir “Abbas Kiarostami Ekolü” oluşturmuştur.
Genç kuşağın önemli yönetmenlerinden Cafer Panahi ve Bahman Ghobadi sinemaya onun asistanı olarak başlamışlardır. Bir başka asistanı, yönetmen, görüntü yönetmeni, yapımcı oğlu Bahman Kiyarostami, ilk belgeselini 1993’de 15 yaşındayken çekmiştir. İran’ın gelmiş geçmiş en önemli sinemacılarından birine veda etmeden önce, tüm sinema yaşamı boyunca çekmeye devam ettiği kısa filmlerden ve belgesellerden de söz etmek gerekir.
Çok sayıda kısa filmi arasında bence en unutulmazı, Avrupa’dan Roma’ya gitmekte olan bir trende geçen, diğer yönetmenleri Ermanno Olmi ve Ken Loach olan üç hikâyeli “Tickets / Biletler” (2005) için çektiği bölümdür. Belgeselleri arasında, 5 uzun plandan oluşan, ünlü Japon yönetmen Yasujiru Ozu’ya şiirsel saygı duruşu “Five Dedicated to Ozu / Ozu’ya
Adanmış Beş” (2003) ve Uganda’daki AİDS sorununa odaklanan “ABC Africa” (2001) öne çıkarlar. Ömrünün son üç yılında üzerinde çalışmayı sürdürdüğü, sabit fotoğraflardan esinlenen 24 adet dört buçuk dakikalık filmden oluşan deneysel “24 Frames / 24 Kare” ise hiçbir kalıba girmeyen son başyapıtıdır.
İran Sinemasının daha genç bir kuşağına geçmeden önce İran yönetimi ile sorun yaşamamış az sayıda sinemacıların birinden, 1959 Tahran doğumlu inançlı yazar yönetmen Majid Majidi’den söz etmek isterim. Orta sınıf bir aileden gelen, sağlam bir sinema eğitimi almış olan, dindar muhafazakâr ama bağnazlıktan uzak bakış açısını, usta bir sinema diliyle bağdaştırmayı başaran Majidi, “Baduk” (1992) ile başlayarak gençlerin ve çocukların dünyasına yönelen, “Pedar / Baba” (1996), “Reng-e Hoda / Cennetin Rengi” (1999), “Başeha-Ye Aseman / Cennetin Çocukları” (1997), “Baran” (2001) ve “Avaze gonjeshk-ha./ Serçelerin Türküsü” (2008)
gibi bol ödüllü filmler çeker.
“Beed-e majnoon / Söğüt Ağacı” (2005) filminde kör ve inançlı bir profesörün, görmeye başladıktan sonra yaşadığı dünya ile farklılaşmasını ve Tanrı ile hesaplaşmasını anlatan Majidi, 2015’de, senaryosuna da katkıda bulunduğu, 30 milyon dolarlık bütçesiyle İran sinema tarihinin en pahalı filmi olan, çekim ve post prodüksiyonu 3 yıl süren “Mohammad
Rasoolollah”ı bütün dünyada vizyona sokar. Hz. Muhammed’in doğumu ile başlayan ve onun 13 yaşına kadarki yaşamına odaklanan film, Şia itikadına yakın duruşuyla Sünni Müslüman dünyasını kızdırırken, görkemli görüntüleri ve kalabalık yan karakterleriyle filmi Majidi’nin minimalist tarzından çok uzak bulan çok sayıda eleştiri de aldı. Tüm olumsuz söylemlere karşın tarafsız olarak bakıldığında erdemleri kusurlarından daha fazla olan bir çalışma olarak görülmesi gerektiği kanısındayım. Majidi, 2017’de Mumbai’de çektiği, hem iyi hem kötü eleştiriler alan “Bulutların Ötesinde” filmini ardından 2020’de “Khorshid / Güneşin Çocukları” ile çok iyi bildiği çocukların dünyasına parlak bir dönüş yapmıştır.
İran Sinemasının bu ilk bölümünde tanıtmış olduğum sinemacıların hangi filmlerini izleme olanağı bulacağımıza gelirsek, klasiklerden Dariyuş Mehrcui’nin az sayıda filmini MUBİ’de bulmak mümkün. Bahram Beyzai ise neredeyse ulaşılamaz. İnternette sadece gerçek bir başyapıt olan “Küçük Gariban Başu” var ki, mutlaka izlenmesi gereken çok güzel bir film.
Buna karşın Mohsen Makmalbaf ve ailesinin neredeyse bütün filmlerine, Abbas Kiarostami ile Majid Majidi’nin tüm sinemasal üretimine internetten ulaşmak mümkün. Mohsen Makmalbaf’ın sinema üçlemesiyle “Kandahar”ını, eşiyle kızlarının bütün filmlerini izlemek şart. Majid Majidi’nin özellikle çocuk dünyasında geçen filmleri gerçekten de çok iyi. Abbas Kiarostami’ye gelince hepsini defalarca izlediğim birbirinden güzel filmleri arasında kişisel olarak tercihte bulunmam çok zor. Hepsi de izlenmeyi hak eden, her biri benzersiz birer sinemasal deneyim olan çalışmalar.
Hepinize sağlıklı, huzurlu keşifler dilerim.