İstanbul’da Festival Zamanı
İlk İzlenimler
İKSV’nin düzenlediği, kentimizin en eski ve köklü sinemasal şenliği İstanbul Film Festivali, 37. kez sinemaseverleri filmden filme, salondan salona koşturmaya başladı. Açılış filmi, İngiliz yönetmen Andrew Haigh‘in yazıp yönettiği “Lean on Pete” (2017). Londra’da yaşayan bir erkek fahişenin yaşamına belgeselle kurmacayı harmanlayarak odaklandığı ilk uzun metrajı “Greek Pete” (2009), eşcinsel çift dinamiklerine zarafet ve duyarlılıkla eğildiği “Looking” (2014-2016) ve “Weekend”in (2015) ardından, 45 yıllık bir evli heteroseksüel çiftin açmazlarını incelediği “45 Yıl” ile hakkedilmiş bir ün kazanmış olan Haigh, Willy Vlautin’in romanından uyarladığı bu son filminde 15 yaşında bir yeni yetme erkek çocuğa, babası tarafından maddi ve manevi yoksunlukla büyütülen Charley Thompson’a odaklanıyor. Yarış atlarının tutulduğu bir ahırda çalışan, orada Lean on Pete adında, iddialı olmaktan uzak bir atla çok özel bir bağ kuran Charley’nin sancılı büyüme öyküsü, giderek ABD kırsalının melankolik portresinin çizildiği bir yol filmine dönüşecektir. Klasik bir sinema diliyle anlatılan bu biraz uzun roman uyarlamasının iki önemli avantajı var. Birincisi romana borçlu olduğumuz, gerçekçi ve tutarlı olduğu kadar dokunaklı öyküsü. İkincisiyse, çalışmaktan, zorlanmaktan yılmayan, becerikli ve umut dolu başkişisine müthiş inandırıcı bir yorum getiren Charlie Plummer. Filmin her karesinde var olan 1999 doğumlu Plummer, 2017 yılında Venedik’te Marcello Mastroianni En İyi Genç Oyuncu ve Les Arcs Avrupa Film Festivalinde aldığı En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini fazlasıyla hak ediyor. Ayrıca film, Les Arcs’da En İyi Kurmaca Film, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Film Müziği ödülleri de almış. (***)
Paraguaylı 1973 doğumlu yönetmen Marcelo Martinessi’nin, dünya prömiyerini yaptığı 2018 Berlin Film Festivali’nden baş oyuncusu Ana Brun için En İyi Kadın Oyuncu, Berlinale’de sinema sanatına yeni bir bakış açıları getiren filmlere verilen Alfred Bauer ve FIPRESCI Ödülleriyle dönen ilk uzun metrajı “Las Herederas/ Mirasçılar” ailelerinden kalan mirasın son kırıntılarını satmakta olan iki kadının, Chela ve Chiquita’nın 30 yıllık birlikteliklerinin ekonomik sorunlarla yıpranmasını anlatıyor. Sevgili dostum Kerem Akça’nın ifadesiyle iki orta yaşlı kadının kimlik bunalımı ancak böylesine Bergmanesk bir filmle anlatılabilir.(***1/2)
Berlin Film Festivali’nde yarışan “La Prière / Dua” (2018), eroin müptelası Thomas’ın, bağımlılığını sonlandırmak için Fransız Alplerinde herkesten izole bir tesiste, dua yoluyla terapi uygulayan bir toplulukta yaşadıklarının öyküsü.. İnsancıl ve dokunaklı bu son filminde Cédric Kahn inanç, din ve bağımlılık konularına, disiplin, sadelik, çalışma, dostluk ve duanın dönüştürücü gücü üzerinden yaklaşmaya çalışıyor. Başrol oyuncusu Anthony Bajon, kendisine Gümüş Ayı kazandıran performansında Thomas’ın inançla inançsızlık arsındaki gel gitlerini vermekte çok başarılı. İyi yazılmış, iyi oynanmış, ancak bütün yemekler Hz.İsa sosuyla pişirildiği için hazmedilmesi güç bir mönü. (**1/2 )
İnançla terapi tezinin müthiş başarılı antitezi, festivalin en iyi filmlerinden “The Miseducation of Cameron Post / Cameron Post’un yanlış Terapisi” filminde. Desiree Akhavan’ın Emily Danforth’un romanından uyarlanan senaryonun yazılımına da katılıp yönettiği, Sundance’te gecesinde bir kızla sevişirken yakalandıktan sonra zorla gönderildiği bir “dönüştürme terapisi” merkezinde yaşadıklarının öyküsü. Çeyrek yüzyıl önce geçen öyküde, eşcinselliğin günah sayıldığı, inanç, dua, disiplin, ahlak, gibi yöntemlerle “düzcinselleştirme”nin mümkün olduğu kanısının, tahrip edici, kimi zaman trajik sonuçlarını, kimliğine ve kişiliğine sahip çıkmaya çalışan birkaç ergenin üzerinden irdeleyen dokunaklı ve samimi bir film, (****1/2)
Birkaç yıl önce “W imię… / …adına” filmiyle Festivalin konuğu olan 1973 doğumlu Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska, Berlinale^de “Wimie… / …adına”yla Teddy (2013), “Cialo / Beden”le En İyi Yönetmen (2015) ödüllerini kazandıktan sonra bu yıl Festivalde izlediğimiz “Twarz / Yüz” filmiyle Jüri Büyük Ödülünü almış. Bir kasabada yaşayan, metal müzik hayranı Jacek’e, dünyanın en büyük İsa heykelinin inşaatında çalışırken geçirdiği iş kazasının ardından Polonya’nın ilk yüz nakli uygulanmıştır. Ameliyatın ardından herkesin Jacek’e karşı davranışının değişmesi üzerinden, kimlik, beden, toplum politikalarına kara mizahı ihmal etmeyen derin bir eleştirel bakışla yaklaşan Szumowska, bu filminde de Katolik Polonya’nın çoğu zaman bağnazlığa kaçan inanç sorununu da irdelemeye devam ediyor (****)
“Mayınlı Bölge” seçkisinden “9 Doigts / 9 Parmak”, sinemanın tavizsiz punk şairi, kült Fransız yönetmen ve müzisyen F.J., son filminden tam yedi yıl sonraki ilk çalışma Simon Roca’nın olağanüstü siyah beyaz görüntüleriyle anlatılmış hınzır bir kara-film parodisi. Gösterime katılan, geçen yılın Altın Lale galibi “Ornitolog” filminden tanıdığımız başrol oyuncusu Paul Hamy’ye göre “film-noir” şeklinde çekilmiş bir yaşam metaforu. 2017’de Ossang’a Locarno En İyi Yönetmen Ödülü getirmiş. (***1/2)
Hazır, tarzı, yaklaşımı, tekniği ya da anlatımı farklı, bazen zorlayıcı ve sivri, bazen deneysel ama her zaman öncü filmlerden oluşan “Mayınlı Bölge”ye girmişken bir süre bu yolda devam edelim.
Genç Danimarkalı yönetmen Isabella Eklöf, ilk uzun metrajı “Holiday / Tatil”in Zorlu’daki gösterimi öncesi, filmde cinsellik ve şiddet içeren çok sert sahneler olduğunu, salondan çıkan izleyicileri doğal karşılayacağını söyledi. Film sonrasındaki soru cevap faslında, Danimarkalı bir uyuşturucu çetesinin klan halinde geçirdiği Bodrum tatilini anlatan bu orta halli çalışmanın yönetmenine, “ah be kızım, sen İstanbul seyircisini ne sanıyorsun, biz bu güne kadar tüm Haneke’yi, Lars Von Trier’i ve de senin taklit etmeye öykündüğün Ulrich Seidl’ın tamamını hatmetmişiz. Oral seks soslu bir hakimiyet sado-mazosu ile gözümüzü korkutamazsın” demek içimden geçmedi değil. Allah’tan Nişantaşı’na başka bir gösterime yetişeceğimden kalmamışım. İzleyiciler, Bodrum’umuzu çok güzel gösterdiği için kıza bol bol teşekkür etmişler! (**1/2)
Nicolas Pesce, etkileyici ilk filmi “The Eyes Of My Mother/Annemin Gözleri”ni takiben yazıp yönettiği “Piercing”i, Takashi Miike’nin “Audition” filminin esinlendiği kitabın da yazarı olan Ryû Murakami’nin aynı adlı romanından uyarlamış. Cinselliğin psikolojisiyle ve sadomazoşizmle zalimce oynayan, bol kanlı, hınzır bir kara komedi. Mia Wasikowska olağanüstü. (***)
Alexandros Avranas, gerçek olaylardan esinlenen, toplumsal dramdan gerilime, oradan da korku filmine evrilen “Love Me Not / Sevme Beni” ile maddi ve manevi çöküntü içindeki Yunan toplumuna odaklanıyor. Acımasız toplumsal eleştiri iyi oturmuş, oyunculuklar parlak, soluk soluğa izlenen temposu başarılı; ancak türden türe değişim biraz inandırıcılıktan yoksun. Tam bir hayal kırıklığı olmasa da daha iyi olabilirdi izlenimi bırakıyor. (**3/4)
Ryan Prows’un 2017 Kanada Fantasia Film festivalinde Jüri Özel Ödülü alan ilk uzun metrajı “Lowlife / Sefil Hayat”, sanki bir Trump dönemi Tarantino filmi. Bu son derece aykırı suç öyküsü, Meksikalı göçmen kadınları fuhşa zorlayan, organ ticareti de yapan bir mafya babası, onunla çalışmakta sakınca görmeyen, filmin canilerinden de cani, yozlaşmış polisler, uyuşturucu bağımlıları, beceriksiz küçük suçlular ve bir tür halk kahramanı, asil haydut “El Monstruo” arasında geçiyor. Uçuk kaçık, sert olduğu kadar da komik bir film. (***)
Miaoyan Zhang’ın hırs, güç arzusu ve toplumsal yozlaşmanın çağdaş Çin toplumunu nasıl etkilediğini ülkenin güneyindeki bir kanal kasabasında günlük alışkanlıklar ve sıradan halk üzerinden anlatan dördüncü uzun metrajı “Silent Mist / Sessiz Pus” huzur dolu kasabaya bir gece ansızın uğursuz bir sisin basmasıyla başlar. Gölgelerde bir tecavüzcü pusuya yatarken kamera, ihtiyar bir adamın, bir kız öğrencinin, bir genç kızın ve genç bir çiftin peşine daracık yollarda dolaşır. Yazar yönetmen Zhang, ahlaken çürümüş kasabalılardan gelebilecek görünür ya da gizli tehlikelere karşı tedirginlikle ne yapacaklarını bilemeyen gençlerin başına gelenleri “bireysel özgürlüklere karşı masumların ödediği bedellerin simgesi” olarak tanımlıyor. Filmin belgesel dokunuşları, büyüleyici görüntülerin şiirsel ve meditatif tadıyla dengeleniyor. Müthiş etkileyici! (****)
Bir sonraki yazımızda devam etmek üzere, hepinize iyi seyirler dilerim.