Matrix Resurrections
20 yıl sonra yine, yeniden … ve de neden “The Matrix Resurrections”
O zamanki adlarıyla The Wachowski Brothers / Wachowski Biraderler’in yazıp yönettiği, ilk bölümü 1999’da, ikinci ve üçüncü bölümleri 2003’de vizyona giren siber macera öyküsü “Matrix Üçlemesi”, yapay zekanın insanlık için bir tehdit oluşturması konusu üzerinden, gerçek ve sanal dünyaları ustalıkla iç içe geçirerek bilimkurgu sinemasına taptaze ve derinlikli bir bakış açısı getirir.
1965 doğumlu Larry Wachowski ile 1967 doğumlu Andy Wachowski sinemaya 1996’da, film-noir tarzına mizah, cinsellik ve şiddeti ustalıkla yedirmiş olan Bill Wilder’den esinlenen “Bound” filmiyle girerler. Ustalıklı senaryosu ve başarılı oyunculukları kadar, iki başkarakterinin popüler sinemada pek sık rastlanmayan lezbiyen aşk ilişkisinin ele alınasıyla “Bound”, ticari ve eleştirel başarı kazanır, festivallerde ödüller alır. Filmin ticari başarısı kardeş sinemacılara pahalı bir süper prodüksiyon çekme olanağı yaratır ve ikinci filmleri “Matrix”i yazıp yönetirler.
Bir yazılım şirketinin başarılı çalışanı Thomas Anderson (Keanu Reeves), yeraltı dünyasında Neo adıyla ün yapmış, her türlü kanunu çiğnemiş bir hackerdir. Bilgisayarda gizemli yazılım Matrix’in ve onunla bağlantılı Morpheus’un izini sürerken, yani tanıdığı Trinity adlı güzel ve çekici bir kadın (Carrie-Anne Moss) isterse onu Morpheus’la (Laurence Fishburne) tanıştıracağını söyler.
Morpheus Neo’ya içinde bulunduğu 1990’ların dünyasının aslında var olmadığını ve Matrix adlı simülasyon programının yarattığı, insanları köleleştiren bir tür sanal gerçekçiliğin içinde yaşadığını anlatır. Neo’ya biri mavi biri, kırmızı iki hap veren Morpheus, mavi hapı içerse her şeyi unutup sistemin körleştirdiği esarete döneceğini, kırmızıyı seçerse de, gerçek dünyaya girebileceğini söyler. Kırmızı hapı seçen Neo, kendini 150 yıl sonrasının bir uzay gemisinde bulur. İnsanların yaratmış olduğu yapay zekâ, onlardan üstün olduğunu fark ettiğinde tüm insanlığı yok etme amacıyla, köle olarak kullanılabilecek bir kısım insanın kuluçka makinelerine bağlı olarak tarlalarda yetiştirildiği, bilinci olan bir makine dünyası yaratmıştır. Son gerçek insanlar ise yeraltının en derinlerinde gizlenmiş Zion kentinde yaşamakta ve makine medeniyetiyle amansız bir savaş sürdürmektedirler.
Direnişin elebaşlarından olan Morpheus savaşı ancak bir “seçilmiş kişinin” durduracağını bildiren kehanete inanmakta ve yıllardır aradığı bu bu kişinin Neo olduğunu düşünmektedir.
Uzay gemisine ilk girişinde bile olaylara şüphe ile bakan Neo, giderek “seçilmiş kişi” olduğuna değil, ancak savaşın sona erdirilerek insanlığın kurtarılması gerektiğine inanarak büyük bir değişim geçirir ve üç filmlik 6.5 saatlik destansı serüvenlerin sonunda barışı sağlamayı başarır.
Sanal gerçekliğin yeni yeni gelişen bir teknoloji olduğu, yapay zekâ konusunda henüz yeni çalışılmaya başlandığı XX. yüzyılın sonlarında, olağanüstü bir görsellikle anlatılan, özel efektlerin uzak doğu savaş sanatlarına yepyeni bir büyü kattığı, aksiyon ile felsefi düşüncenin ustalıkla harmanlandığı bu distopik öykü coşkuyla karşılanır, Neo ile Trinity arasında ölüme bile meydan okuyan aşk öyküsünün müthiş karamsar temalarına başarıyla yedirildiği film, büyük ticari başarı kazanırken eleştirmenlerin büyük beğenisini de alır.
Wachowski Biraderler, Warner Bross.un devam filmi yapma tekliflerini, Matrix öyküsünün Trinity’nin kesin ve Neo’nun olası ölümleriyle bitmiş olduğu gerekçesi ile kesinlikle reddeder ve sinema kariyerlerine bilimkurgu türünde yapıtlarla devam ederler. 2005’de yönetmenliğini James MacTeigue’in üstlendiği “V for Vendetta”nın senaryosunu yazarlar. 2008’de “Speed Racer”ı yazıp yönetirler. Bu film The Wachowski Brothers adıyla vizyona giren son çalışmalarıdır, çünkü çekim ve post prodüksiyon sürecinde Larry 2007’de cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirerek kadın olmuş ve Lana adını almıştır. Kardeşi Andy de 2016’da abisinin / ablasının izinde giderek Lilly’ye dönüşür.
Bundan böyle The Wachowskis / Wachowskiler adını kullanmaya başlayarak “Cloud Atlas” filmini Tom Tykwer ile birlikte yazıp yönetirler (2012). 2015’de beraber yazıp yönettikleri “Jupiter Ascending”i çekerler.
2015 ila 2018 arasında, tasarladıkları, senaryo yazılımlarına katıldıkları ve çoğu bölümünü yönettikleri 24 bölümlük televizyon dizisi “Sense 8”e yoğunlaşırlar. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan farklı ırk, inanç ve cinsiyetten bazı insanların aniden zihinsel olarak birbirine bağlanmasını ve onları kurulu düzen için tehlikeli bularak yok etmeye çalışanlara karşı verdikleri savaşı anlatan dizi, siyaset, kimlik, cinsellik, cinsiyet ve din gibi televizyonda ve bilimkurguda pek alışılmadık konulara açılır. Dizinin başkişilerinden birisinin, transseksüel ve başka bir kadına aşık bir karakter olması, Wachovski Kız Kardeşlerin özel yaşamlarına gönderme yapan otobiyografik bir öge: Andy iken 1992’de Thea Bloom ile evlenen, 2002’de boşanan Lana, 2009’dan beri Karin Winslow ile evli. 1991’de Larry iken Alisa Blasingame ile evlenmiş olan Lilly ise bu evliliği sürdürüyor. İlginç değil mi, yarım yüzyıl erkek olarak yaşadıktan sonra cinsiyet değiştirip kadın olmak ve yine kadınlarla aşk yaşamak?
Burada, “Matrix” filmlerinin bir trans alegorisi olarak okunabileceği üzerine yapılmış olan yorumlara, hatta Neo’ya dönüşümün kapısın açan kırmız hapın bir östrojen hormonu olduğu iddiasına da yer vermekte fayda var. Lilly Wachowski, bir süre önce katılmış olduğu bir internet programında “Matrix’teki şeyler tamamen dönüşüm arzusu hakkındaydı, ancak üstü kapalı bir şekilde anlatılıyordu” diyerek “The Matrix”i bir trans anlatısı olarak tasarladıklarını onaylamış, ancak o dönemde dünyanın böyle bir açıklamaya hazır olmadığını belirtmişti.
İlk “Matrix” ten bu yana bir devam filmi yapmayı reddetmiş olan kardeşlerden Lana Wachowski, geçen Berlin Uluslararası Edebiyat Festivali’nde arasının hep çok iyi olduğu anne ve babasının aynı anda hastalandığını, onlara ilgilendiği esnada yakın bir arkadaşlarını da kaybettiğini anlatır. Beş haftada önce babasını sonra annesini kaybederek bitmeyen bir yas sürecine giren yönetmen, bu duyguyla yeni bir film tasarlayarak baş etmeyi düşünür. Filmin başkişileri anne ve babası olamayacağı için, onların “hayatındaki muhtemelen en önemli iki karakter” olan Neo ve Trinity olmasına karar verir. Bu fikri “Matrix”in ortak yaratıcısı Lilly ile paylaştığında, kardeşi yıllardır yaşamış olduğu zorlukları geçmişe yeniden dönerek anımsamak istemediğini ve projeye katılmayacağını belirtmiş.
Bu da bizi 18 yıl aradan sonra gelen, Lana Wachowski’nin tek başına yönettiği devam filmi “The Matrix Resurrections”a getiriyor.
Dizinin ilk filmine bir göndermeyle açılan filmde yine bir yazılım şirketinde çalışmakta olan ve bir yerlerde karşısına çıkan evli çocuklu bir kadına (Carrie-Anne Moss) uzaktan hayranlık duymakta olan Thomas Anderson (Keanu Reeves) bir bilgisayar oyununun ünlü yaratıcısıdır. Tabii ki bu herkesin oynadığı çok satan oyun bildiğimiz “Matrix”tir. Gerçeklikle ciddi sorunlar yaşayan Thomas, tedaviyi kendisine mavi haplar veren bir psikiyatr ile (Neil Patrick Harris) sürdürmektedir. Ta ki, daha genç, daha cevval, daha “pop” bir Morpheus (Yahya Abdul-Mateen II) ona bir kırmızı hap verene kadar. Neo’nun içine girdiği gerçeklikte kurduğu barış devam etmiştir ama yeni bir direnişçi ve ajan çatışması süregelmektedir.
Aradan geçen 20 yıla yakın zamanda değişen sadece Wachowskiler olmamıştır. Sanal gerçek artık kanıksanmış bir olguya dönüşmüş, o dönemin bilgisayar dünyası cep telefonları ve sosyal medya ile neredeyse içimize girmiştir. Bir zamanlar özgün ve yepyeni olan ilk “Matrix” filmlerini bugünün genç seyircisine izletmeye kalkarsak ilginç karşılasalar da, büyük olasılıkla herhalde o günkü izleyicinin coşkusunu yaşamayacaklardır.
Kaldı ki, o eski hikâyenin yeni çeşitlemeleri, bir zamanlar o heyecanı yaşamış olan bizlere bile, eskimiş ve “demode” gelmektedir. Ben filmi, aynen kısa bir süre önce yeni “West Side Story” için hissettiklerime benzer bir duygu ile izledim. Spielberg’in 1960’lara göre daha gerçekçi bir iş çıkarmasının, yoksulluğun, maddi durum ve sınıf farklarıyla onların doğurduğu sosyal şiddetin çok iyi yansıtmasının kendi dehasından çok günümüz sinema anlayışının bir gereksinimi olduğunu düşünsem de, çok daha genç biir kadro ile coşkulu bir iş çıkardığını da kabul etmiştim. Lana Wachowski ise, mantığı biraz da zorlayarak diriltilmiş olduğu Neo ve Trinity aracılığıyla ilk üçlemenin “reçetesi”ni aynen uygulamış, öyküsünü üçlemenin teknik düzeyini aratmayacak bir ustalıkla aktarmış. Ancak, oyuncu ekibi aynı coşkuyu yaşatabilecek, aynı heyecanı duyumsatacak düzeyde değil.
Yaşlanmak doğa kanunu ama, ne 50’li yaşlarını güzel taşıyan Carrie-Anne Moss ne de John Vick saçı ve sakalıyla ahı gitmiş vahı kalmış duran Keanu Reeves artık o insanüstü Trinity ve Neo değiller. Son bölüme çoğu genç yepyeni oyuncular katılmış ama, eski kâhinin olsun, Laurence Fishburne’un bilge Morpheus’unun olsun eksiklikleri fazlasıyla hissediliyor. Dizinin nerdeyse tamamında rol çalan, kötücüllüğü heyecan veren Hugo Weaving’in muhteşem Ajan Smith’inin Jonathan Groff tarafından yakışıklı ve kişiliksiz bir karakter olarak canlandırılması affedilir gibi değil. Lambert Wilson’un ukala ötesi hınzır Merovingian’ının saçı sakalına karışmış kılıksız bir evsize dönüştürülmesini ise, anlayan varsa beri gelsin.
Sonuç olarak üzerinde kitaplar yazılmış bir kült diziye hiçbir özgünlüğü olmayan bir devam filmi çekmesi, kanımca sadece Lana Wachowski’nin ruhsal olarak kendini tatmin etmesi olmuş. Tabii ki asıl karar sizi izleyicilerin.
Yönetmen : Lana Wachowski
Senaryo : Lana Wachowski & David Mitchell & Aleksander Hemon
Görüntü Yönetmeni : Daniele Massaccesi, John Toll
Kurgu : Joseph Jett Sally
Müzik : Johnny Klimek, Tom Tykver
Oyuncular : Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss, Yahya Abdul-Mateen II, Jessica Henwick, Jonathan Groff, Neil Patrick Harris, Priyanka Chopra Jonas, Christina Ricci, Telma Hopkins, Eréndira Ibarra, Toby Onwumere, Brian J. Smith, Jada Pinkett Smith
ABD / Aksiyon-Bilimkurgu / 148 Dk.
https://youtu.be/nNpvWBuTfrc