Festival Günlükleri Özel
“Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri : Türk Sinemateki ve Onat Kutlar”
Sinematek, 1965’te aralarında Onat Kutlar’ın da yer aldığı bir grup aydın tarafından kurulan, dünyanın dört bir tarafından gelen sinema başyapıtlarının ilk kez Türk seyircisine ulaştırıldığı bir dernekti. Beklenenin çok üzerinde müthiş ilgi gören Sinematek sadece film gösterimleriyle yetinilen bir oluşum değildi; entelektüel film kültürünün ortaya çıktığı, yeni nesil sinefillerin sinemacıların ve eleştirmenlerin yetiştiği ortamdı.
Bu efsanevi oluşumun ve efsane yöneticisinin olağanüstü öyküsü, yazıp yöneten Önder Esmer, Kurgucu Tuvana Simin Günay, Görüntü Yönetmeni Serdar Aydın, Özgün Müzikleri besteleyen Alper Maral ve maddi katkısıyla filmin yapılmasına önayak olan yapımcı Matthias Kyska’dan oluşan, sponsorsuz bir ekibin kendi imkanları sayesinde izleyicilere ulaşabilmiş.
Konuşmacıları arasında, bazıları artık aramızda olmayan Mete Akalın, Cevat Çapan, Atilla Dorsay, Burçak Evren, Mustafa Göçmen, Filiz Kutlar, Mazlum Kutlar, Onat Kutlar, Seza Kutlar Aksoy, Ali Özgentürk, Nijat Özön, Adnan Özyalçıner, Ömer Pekmez, Vecdi Sayar, Aydın Sayman, Giovanni Scognamillo, Ahmet Soner, Jak Şalom, Hülya Uçansu ve Rekin Teksoy’un bulunduğu belgesel, kuruluşundan kapatılışına Sinematek serüvenini, çok başarılı arşiv çekimlerinin de desteğiyle ustalıkla aktarıyor.
Samimi, Yeşilçam Sinemasıyla olan absürt çatışmada taraf olmamayı başaran dürüst ve etkileyici bir çalışma. Eski bir Sinematek üyesi olarak kendilerine kocaman bir teşekkür borçluyum.
(****1/2)
Yirmi yıl kadar önce, bir sohbet sırasında bizim kuşağın sinema altyapısının Sinematek’te oluştuğunu anlatırken yaşı altmışların altında olanların Sinematek’i hiç bilmediklerini fark ettim. Yıllarca sinema yaşayıp sinema soluduğumuz, sinemayı tanıyıp öğrendiğimiz, adını neredeyse sinema ile özdeş saydığımız Sinematek’e dernekler kanunu uyarınca 18 yaş altı üye alınamadığını ve 12 Eylül 1980 darbesinin ardından kapatılmış olduğunu anımsayınca şaşkınlığım üzüntüye dönüştü. Genç ve yaşlı birkaç kuşağın kültürel yaşamına yaklaşık yirmi yıl süreyle damgasını varan “Sinematek Yılları”nın hepten unutulmasına yüreğim elvermediği için, o yıllara ait anılarımı dile getirdiğim bir yazı kaleme aldım.
İlk kez 2001’de Megamovie dergisinde, 2019’da Şalom Dergi’de yayınlanan söz konusu yazıyı bu film vesilesiyle tekrar ele alarak sizlerle paylaşmak istedim.
“Şu Bizim Sinematek Yılları”
“Cinémathèque”, Fransızca bibliothèque / kütüphane sözcüğünden türetilmiş, bibliothèque’in her türlü yazın ürününü toplamak, arşivlemek, korumak ve istenildiğinde ilgililere sunmak amacının sinemaya yönelik karşılığı olarak, büyük olasılıkla Cinémathèque Française / Fransız Sinematek’inin kurucusu Henri Langlois tarafından Fransızcaya kazandırılmış bir terim.
Sinematek deyince, 5 yaşında ailesiyle Fransa’ya göç etmiş olan 1914 İzmir doğumlu Henri Langlois’nın adını anmak faez. Çocukluğundan beri eski sinema filmleri toplayan Langlois, 1935 de Cercle Du Cinéma’nın,1936 da Cinémathèque Française’in kurulmasına önayak olmuş, tüm yaşamını sinemaya adamış bu efsane adam, Cinémathèque’in genel sekreteri olarak (Fransızların ilginç terminolojileri var. Langlois Sinematek’in kayıtsız şartsız tek yöneticisi, konumu ise Genel Sekreter) dünyanın en büyük sinema arşivini oluşturmuş, kimi filmlerin dünyanın dört bir tarafına dağılmış kopyalarını ısrarla arayıp bir araya getirmiş, restorasyonlarını yaptırmış, arşivini II. Dünya Savaşında işgalcilerden korumayı başarmış, Paris’te genç sinemacılar için okul işlevi gören gösteriler düzenlemiş, çağcıl sinemanın en önemli akımlarından Nouvelle Vague / Yeni Dalga’nın gelişimine büyük katkılarda bulunmuş.
1961’ta felsefe okumak için Paris’e giden Onat Kutlar Fransız Sinemateki’nde sinemaya olan tutkusunu keşfeder, genç yazar edebiyatı ikinci plana atarak yaşamını sinemaya adamaya karar verir ve İstanbul’da bir sinematek kurmayı hayal ederek bu konuda Langlois’dan destek ister. 1964 yılında sinemaya katkılarından dolayı özel bir Oscar ödülü de alan Langlois, Türk Sinemateki’ne kuruluş aşamasında büyük destek verir, açılışı için İstanbul’a gelir, gösteriler için çok sayıda film gönderir.
Özgürlükçü tutumundan hiçbir zaman taviz vermeyen Langlois, Fransız hükûmetinin ciddi mali desteğini göz ardı ederek dönemin Milliyetçi Kültür Bakanı Andre Malraux ile ters düşer, 1968 Şubat’ında bizzat bakan tarafından görevden alınır. Olay önce Fransa’da sonra dünya çapında sert tepkilere yol açar ve Malraux aynı yılın Nisan ayında Langlois’yı, 1977’deki ölümüne dek başında kalacağı görevine iade etmek zorunda kalır.
1972’de Paris’de Chaillot Sarayında Cinémathèque’e bağlı bir sinema müzesinin kurulmasına da ön ayak olan Langlois kurumun taşrada düzenli film gösterilerini başlatmış ve Chaillot Sarayını Cinémathèque’in Paris’te düzenli gösteri merkezi haline de getirmiştir.
Televizyonun henüz evlerimize girmediği yıllarda Türk Sinematek Derneği, “yerli ve yabancı, eski ve yeni filmleri, bu filmlerle ilgili dokümanları toplamak, araştırmak, korumak ve yaymak” amacı ile çeşitli sanat ve bilim dallarından 15 kişi tarafından 25 Ağustos 1965’de kurulur.
Çağcıl düşünce ve kültürümüzün bu 15 saygın ve aydın kişisini, artık aramızda olmayanları da rahmetle anarak bir kez daha alfabetik sıra ile bir araya getirelim : Aziz Albek, Adnan Benk, Adnan Çoker, Cevat Çapan, Hüseyin Baş, Macit Gökberk, Muhsin Ertuğrul, Mazhar Şevki İpşiroğlu, Nijat Özön, Onat Kutlar, Sabahattin Eyüboğlu, Semih Tuğrul,- Şakir Eczacıbaşı, Tunç Okan, Tunç Yalman.
Derneğin ilk Yönetim Kurulu Başkanı sinema yazarı Semih Tuğrul’dur. Başkanlığı 1965’de devralan Şakir Eczacıbaşı bu görevi 1975’e kadar yürütür. Derneğin yöneticiliğini, askerlik hizmetini yaptığı 1967 – 1969 dönemi dışında, 1965’den 1976’ya değin Onat Kutlar yapar. Onat’ın ayrılmasından sonra yerini alan, salonsuzluk ve parasızlık sorunları ile boğuşmak zorunda kalan Vecdi Sayar’la, iki yıllık aradan sonra 1978’de gösterileri tekrar başlatabilmek için insanüstü çaba sergileyen Ahmet Sezerel’in de haklarını yemeyelim ama bizim kuşak için Sinematek Yılları, Onat Kutlar yıllarıdır.
Sinema tarihinin en önemli yapıtları ile çağcıl sinemanın seçkin örneklerinin Türkiye’de ilk kez gösterildiği, açık oturum, seminer, kurs ve konferansların düzenlendiği, üyelerin konuk yabancı sinemacılarla tanışıp tartışabildiği, sinema bilincinin, sinema kültürünün yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı, film, fotoğraf ve yayın arşivlerinin oluşturulduğu, sinemanın aşkla, coşku ile tutku ile yaşam tarzımız haline geldiği yıllar…
Bakmayın kimi Yeşilçam Sineması mensuplarının saldırgan iddialarına. Yerli filmlerin küçümsendiği bir dönemde, düzeysiz buldukları kimi filmlere aşırı tepki göstermiş de olsalar Sinematek ekibinin, Türk Sinemasını da geniş retrospektiflerle tanıttığı, eski ustalarla genç sinemacılara toplu gösteriler düzenlediği, siyasi ortamın elverişsizliğine rağmen bu gençlerden Yılmaz Güney’in neredeyse bütün filmlerinin peş peşe gösterdiği yıllar…
Şişli ile Bomonti arasında 60’lı yıllarda İstanbul’un gözde semtlerinden olan Sıracevizler uzanır. Bir zamanlar semtin aynı adı taşıyan ana caddesinde bir Kervan Sineması vardı. Son dönemlerinde varlığını kereste deposu olarak sürdüren bu sinemada Tarkan, Kara Murat v.s. filmleri gösterilirdi. Sinematek ilk film gösterilerine haftada 2 kez 18 matinesini kiraladığı bu salonda başlamıştı. Kışın yağışlı günlerinde salonun merkezindeki 8-10 koltuk hep boş kalır, bu en güzel yerlerde bütün ihtişamıyla koca bir çamaşır leğeni, tavandan akan yağmur sularını toplardı. Projeksiyon makinesi eskiydi; ses düzeni, görüntü kalitesi ile yarışacak kadar kötüydü; ama ne gam!
Edirne’de yedek subaylığımın son günlerine denk gelen açılışına gidememiş olsam da, 1965 Ekim başlarında terhis olur olmaz otobüsten inip, elimde kova bir valizle, eve değil Şişli Kervan sinemasına koştırdum.
Sinematek’te izlediğim ilk film Agnés Varda’nın “Cleo de 5 a 7 / 5’ten 7’ye Cléo” filmi oldu. Kanser olduğunu / olabileceğini öğrenen bir şarkıcının düzenli ve güvenceli yaşamından çıkıp Paris sokaklarında maksatsız dolanmasını, Cezayir savaşına katılmak üzere olan genç bir askerle tanışmasını ve ne olursa olsun yaşama yeniden umutla sarılmasını anlatan bu etkileyici aşk ve ölüm şiirinin en önemli özelliği Cléo’nun saat 5 ila 7 arasında yaşadığı 90 dakikalık sürecin, filmin süresi olan 90 dakika ile eş zamanlı verilmesiydi.
“Cléo” Sinematek’te tüm önemli yapıtları ile tanıyacağımız o dönemin çağcıl akımı Yeni Dalga sinemasının gösterime giren ilk filmlerdendi. Peşinden Agnès Varda’nın bir erkeğin iki kadını sevmesinin olanaksızlıkları üzerine son filmi ”Le bonheur / Mutluluk”geldi. Sinematek bir yandan Henri Langlois’nın desteği ile Yeni Dalga ve Genç Fransız sineması toplu gösterilerini yıllarca sürdürürken diğer yandan doğu bloku ve uzak doğu gibi hiç tanımadığımız ya da çok az tanıdığımız ülke sinemalarını ve dünya sinemasının tüm klasiklerini tanıtıyordu.
1966’da Sinematek ikinci yılını kapsamlı bir Japon Sineması Toplu Gösterisiyle açar. O dönem izleyicisi, ticari gösterme girmiş olan “Rashomon” sayesinde tek uzak doğulu yönetmen olarak sadece Akira Kurosawa’yı bilir. Gösterilerde bu büyük ustanın “Yedi Samuray”, “Yaşamak”, “Yojimbo” ve Shakespeare’i sinemaya uyarlama çabalarının belki de elmiş geçmiş en başarılısı, olağanüstü Macbeth uyarlaması “Kanlı Taht” gibi erken dönem başyapıtları vardır. Ama onların yanında Yasujiro Ozu, Kenji Mizoguçi gibi adını ilk kez duyduğumuz çok önemli sinemacıların da filmleri vardır.
Sanmayın ki bu sinema dehalarını bugünkü teknolojik şartların rahatlığıyla tanıyacaktık. Filmler özgün dilindeydi, çoğunda altyazı yoktu, henüz fotokopi olmadığı için, elimizde sarı teksir kâğıdına basılmış senaryo özetleri, beyazperdede gördüklerimizi anlamaya çalışıyorduk
Sinemanın büyüsünü keşfetmenin belki de en güzel yoluydu bu. Konuşmaların film müziğinin bir parçası olarak algılandığı, görüntüleri plan plan, sekans sekans çözümleyerek filmi yeniden yaratmak zorunda kaldığımız bir izleme yöntemiydi bizimki. Filmler başka ülke sinemateklerinden veya sinema kulüplerinden temin edildiği için ve gösterim sonrası iade edildiği için bu sorun yıllarca süregeldi. Zaten filmler bize hibe edilmiş bile olsa Sinematekte dönemin imkanlarıyla üzerlerine altyazı basacak para yoktu. Alt yazılısı da başka bir âlemdi! Flamanca alt yazılı Japon filmleri mi izlemedik, Japonca alt yazılı Sovyet filmleri mi? Neyse ki, Sinematekin son yıllarında rahmetli Hasan Ali Ediz eline mikrofonu alıp Rus filmlerinin simültane çevirisine başladı da, Sergey Bondarçuk’un 427 dakikalık “Voyna i mir / Savaş ve Barış”ını bayağı anlayarak izleyebildik.
Mizoguçi’nin “Ugetsu Monogatari / Yağmurdan Sonraki Bulanık Ayın Masalları” filmini seyrediyoruz. Bilmediğimiz bir dilde, tanımadığımız bir evvel zamanda geçen bir hayalet hikâyesi… Müthiş “renkli” ve etkileyici siyah-beyaz bir görsel şiir! O zamana dek izlediklerimizden o kadar değişik, o kadar heyecan verici ki, film arasında herkes Onat’ın etrafına toplanıp bir şeyler soruyor. “Bir dakika” diyor Onat, “Size bir hikâye anlatacağım.”
“Yabancılara kapalı ve geleneklerine aşırı bağlı bir briç kulübünde dört arkadaş, haftada iki kez büyük bir sessizlikle üç saat briç oynarmış. Bir gün kulüpte ilk kez gördükleri bir bey yanlarına gelip oyunu seyretmek için izin istemiş. Durum alışılmadık, ancak kendini Mr. Jones diye tanıtan kişi o kadar düzgün ve nazikmiş ki, isteğini reddedememişler. Mr. Jones üç saat süre ile ağzını bile açmadan oyunu dikkatle izlemiş. Bir hafta sonra tekrar yanlarına geldiğinde onu memnuniyetle buyur etmişler. Yıllar geçmiş, bizimkiler haftada iki kez briç oynar, Mr. Jones da hiç aksatmadan gelip seyredermiş. Yirmi yıl sonra ilk kez oyunla ilgili bir tartışma çıkmış. iş nerdeyse kavgaya dökülüyormuş ki, aralarından biri,- arkadaşlar, demiş, sinirlenmeye gerek yok! Yirmi yıllık dostumuz Bay Jones bize hakemlik etsin! Hepsi Bay Jones’a yönelmiş; “Aman beyler, demiş Jones, bana hiç sormayın! Ben briç bilmem!”
“Siz de bana sormayın” diye gülerek devam ediyor sevgili Onat, “ben sinemadan anlamam!”
O günler, nerdeyse tüm yaşamını sinemaya adamış, sinemayı eğitmenlerine bile öğretecek kadar iyi bilen birinin büyük bir alçakgönüllülükle, cehaletimizi bize mazur göstermekteki inceliğine bizi müthiş etkilemişti. Çok sonraları, Onat’ın bize ne denli önemli bir ders verdiğini, sanatın ve estetiğin anlaşılabilmesinde kuramlar ve açıklamaların yetersiz olduğunu, kişinin ancak algıladıklarını kendi bilgi, düşünce ve duygu dağarcığında damıtarak kendine mal etmesiyle gerçek güzelliğe ulaşabileceğini, bunun için de ciddi bir kişisel çaba göstermek gerektiğini bir çırpıda, bir tek fıkra ile anlatmış olduğunu fark ettik.
Nurlar içinde yat sevgili dostum, abim, hocam!
Aynı yıl sinemanın geçmişine doğru uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Sessiz sinemanın ilk örneklerini, Meliès’in filmlerini, Charlie Chaplin’leri, Buster Keaton’ları, Ayzenştayn’ın “Potemkin Zırhlısı”nı, Carl Theodor Dreyer’in olağanüstü “Jean D’Arc’ın Çilesi”ni izliyoruz. Neredeyse tamamı yakın çekimlerden oluşan film Jeanne D’arc’ın duruşmalarının son safhalarını ve idamını anlatıyor. Eller, giysiler, haçlar ve yüzler… Jeanne D’Arc’ı canlandıran Renée Jeanne Falconetti’nin yüzü en çok görüleni… Fiziksel acıyı ve iman gücünün verdiği huzuru aynı anda bu kadar mükemmel verebilen başka bir yüz olamaz! Dreyer bu olağanüstü anlamlı yüzü çevreleyen bütün diğer kişiliklere ve dekorlara da olayın metafizik derinliğine doğrudan ulaşan olağanüstü bir yalınlıkla yaklaşıyor ve hem mermerden yontulmuş hem ışık kalıbında dökülmüş gibi duran film, kusursuzluktan ağlatacak kadar etkileyici bir şölene dönüşüyor…Alt yazı (sızlık) sorunu klasiklerin izlenmesini kolaylaştırıyor, sessiz filmleri tercih bile ediyoruz!
Ardından Sovyet Sineması’ndan örnekler geliyor. Sovyet diyorum çünkü Rus sinemasının yanında Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan sinemalarını da keşfediyoruz; hem de yepyeni ürünleri ile. Roman Polanski’nin, Andrzej Wajda’nın, Jiri Menzel’in, Miklos Jancso’nun ilk filmlerini, “Güneş ve Gölge” ile Rangel Valçanov, “Yolcu” ile Andrzej Munk ve “Cehennemde iki Halftaym” ile Zoltan Fabri izliyor.
Laurance Olivier’nin Oidipus kompleksi etkisinde, ruhbilimsel, nerdeyse latan eşcinsel “Hamlet” uyarlamasını, Grigori Kozintsev’in haksızlıklara, cinayetlere ve baskılara başkaldıran çağcıl “Hamlet”iyle karşılaştırıyoruz. Ayzenştayn’ın “Alexandr Nevski”sini ve kusursuz başyapıtı “Korkunç İvan 1 ve 2”yi izliyoruz.
Yine Fransız Sineması. Önce klasiklere dönüp Sacha Guitry’nin, René Clair’in, Jean Renoir’ın filmleri; ardından Yeni Dalga’dan Godard’dın “Pierrot le Fou” ve “Alphaville”i.
Yalnız bunlar mı? Biz o yıllarda tüm akımları ile İtalyan Sinemasını, Bunuel’inden Saura’sına İspanyol Sinemasını, İskandinav Sinemasını ve özellikle Ingmar Bergman’ın o güne dek çevirdiği bütün filmlerle İsveç Sinemasını ve daha neleri, kimleri izledik…
Küçük sinema salonu tıklım tıkış dolu. Filmin başlamasından birkaç dakika önce, giysilerinin azıcık modası geçmiş de olsa, kırk yaşlarında şık, zarif, incecik bir kadın, ekranın sol alt tarafına yerleştirilmiş piyanoya yöneliyor. Oturup taburesini düzeltiyor, notalarını özenle diziyor, piyanonun kapağını açıyor ve ilk akorlarla beraber ışıklar sönüp film başlıyor. Sadece bir piyanist değil bu kadın; o bir “sinema eşlikçisi”. Henüz sesli film icat edilmediği için, filme sesini veren insan o… Bir gözü notalarında, bir gözü oynamakta olan filmde ekrandaki görüntüyü müzikle tanımlamaya, tamamlamaya çalışıyor… Kimi zaman seyirciyi az sonraki acı olaya hazırlayan trajik notalar, kimi zaman kahkahalarımıza eşlik edecek eğlenceli nağmeler, kimi romantik anların altını çizen duygusal melodiler parmaklarından piyanoya, piyanodan ekrana ve ekrandaki görüntü ile birleşerek seyircinin kalbine akıyor.
Otuzlu yılların bir sinema salonunda değiliz. Sıraselviler’de kendi salonuna geçtiğinden beri, Sinematek’te sessiz filmler, çevrildikleri yıllarda olduğu gibi, piyano eşliğinde gösteriliyor.
Bir yandan sessiz ve sesli neredeyse tüm yapıtları ile Charlie Chaplin ile Buster Keaton, diğer yandan bütün filmleriyle Jacques Tati ve gerçeğin bazen kurmacadan da şaşırtıcı olabileceğini bir kez daha hatırlatan nefis bir kara mizah başyapıtı, Mikhail Romm’un şaşırtıcı Sovyet belgeseli “Sıradan Faşizm”. Gülmecenin ne menem ciddi bir iş olduğunu öğreniyoruz bunların sayesinde.
Sinematek’e hibe edilmiş çok az sayıda Sovyet filmden biri olan “Sıradan Faşizm”in belleğimizde özel bir yeri var. Belirtmiş olduğum gibi filmler bize sadece birkaç gösterim için gönderiliyor. Kimi zaman geç gelenler, kimi zaman gümrükte takılanlar oluyor. Salon dolu, gösterim saati gelmiş ama film yok. Çare “Sıradan Faşizm”! müthiş keyifli bir film olduğu için gören görmeyen itiraz etmeksizin bir kez daha izliyor. Önder Esmer’in filminde bir konuşmacı aynı görevi “Potemkin Zırhlısı”nın üstlendiğini söylüyor. Tabii ki Sinematek sansür belasıyla da uğraşan, kurucularının arasında özgürlükçü ve solcu aydınlar olduğu için özellikle şüpheyle yaklaşılan bir dernek. İlk gösterilen Sovyet filmlerinden olan ve “sakıncalı” kabul edilen ”Potemkin”, ancak Ayzenştayn’ın “Korkunç İvan”ının Stalin eleştirisi olduğu farkedildikten sonra temize çıktığından, “gelmeyen filmin yerine gösterilme” rekoru Mikhail Romm’un!
François Truffaut’nun çok taklit edilmiş hiç erişilememiş başyapıtı “Jules et Jim / Jül ve Cim” nerdeyse çekilir çekilmez gösterime giriyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında geçen ve o dönem için çok aykırı gelen bu şaşırtıcı üçlü aşk hikâyesi, sinemanın en büyük kadın oyuncularından Jeanne Moreau’yu Oscar Werner ve Henri Serre ile karşı karşıya getiriyor.
Ardından kendimizi ölümle satranç oynar buluyoruz . İsveçli büyük usta İngmar Bergman bu kez tüm yapıtlarıyla Sinematekte: “Yüz”, “Yedinci Mühür”, “Yaban Çilekleri”, “Sessizlik”, “Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri”, “Aynanın içinden”, “Persona”, “Yüz Yüze” ve diğerleri…
İsveç’ten İtalya’ya geçiyoruz. Sinemanın gelmiş geçmiş en büyük esteti Luchino Visconti, Postacı Kapıyı İki Kere Çalar romanının beklenmedik ve de en başarılı uyarlaması “Ossessione”, “Beyaz Geceler”, “Rocco ve Kardeşleri” ve “İl Gattopardo / Leopar” ın nihayet kesintisiz orijinal kopyaları ile, hâlâ erişilememiş o olağanüstü sinema dilinin ilk örnekleri ile karşımızda. Elimizdeki teksirleri bile unutup Visconti’nin büyüsüne kapıldığımda bu dahi sinemacıyı özgün dilinde anlamak için İtalyancayı öğrenme sözü veriyorum kendime. Bu sözümü, geç de olsa 17-18 sene sonra tutabileceğim.
Önemli bir parantez açayım. Yenilerde Kadıköy Belediyesinin de desteğiyle tekrar faaliyete geçmiş olan Sinematek / Sinema Evi, Emin Alper’in Genel Sanat Yönetmenliğinde Onat Kutlar ruhunu, üstüne üstlük çok güzel bir sinem salonunun teknolojik imkânları eşliğinde sürdürüyor. 02 Mayıs – 25 Haziran arasında tüm filmlerinin gösterildiği bir retrospektifle Luchino Visconti anılıyor. İzlememiş olanlar kadar defalarca izlemek isteyenler için yılın kaçırılmaması gereken en önemli sinema olayı.
Biz dönelim Sinematek Yıllarına.
Şiir, öykü, deneme, tiyatro alanında yaptığı çalışmalar kendisine yetmediğinden, genç neslin en önemli İtalyan yazarı sayıldığı yıllarda, 43 yaşında sinemaya atılan başka bir İtalyan, Pier Paolo Pasolini, “Matya’ya Göre İncil”, “Mamma Roma” gibi ilk filmleri, Hıristiyanlık ile Marksizmi harmanlayan, burjuvaziyi, Tanrı-insan ilişkilerini, ahlâk sorunlarını bir büyütecin merceğinden incelercesine eleştiren son başyapıtı “Teorema” ve henüz yeni başladığı üçlemenin ilk halkası ”Decameron” ve ile Sinematek’e misafir oluyor. Birkaç yıl sonra üçlemenin geri kalanını ve hunharca bir cinayete kurban gitmeden önce çektiği son başyapıtı “Salo ya da Sodom’un 120 günü”nü de izleyeceğiz.
İtalyan Sinemasının o dönemdeki diğer genç temsilcilerine gelince, onlar da var : “Cezayir Savaşı” ve “Quemada” ile Gillo Pontecorvo, ilk dönem filmlerinden son yeni yapıtlarına Fellini ve Antonioni.
Yöneticilerinin tüm çabalarına karşın, bir yandan salonsuzluk ve parasızlık, diğer yandan siyasal ortamın giderek artmakta olan faşizan tutumuna karşı ayakta kalmaya çalışan Sinematek için artık zor yıllar başlamıştır. Birkaç yıl daha direnmeyi sürdürdükten sonra, mezarında bile rahat etmeyeceğinden emin olduğum Marmaris’li ressam bozuntusu bütün dernekleri kapattığında Sinematek de tarihe karıştı.
Ama Sinematek’te oluşan dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar hep devam etti. Aşklar deyince kişisel anılara dalmamak mümkün değil. 53 yıllık eşimle bir arkadaşın arkadaşı olarak 55 yıl önce Sinematek ortamında tanıştığımı, eşimin karnı burnunda hâmile haliyle Pontecorvo’nun “Quemada”sına yetişmek için Taksim’de Sıraselvilere koşturmasını tabii ki unutamam.
İşte böyle geçti bizim sinema içip, sinema yiyip, sinema yaşadığımız Sinematek yılları! Her gösterisi estetiği, yaşamı ve kendimizi yeniden keşfettiğimiz bir tören olan Sinematek aslında bizim asıl yaşadığımız yerdi. ”İnsan mutlu iken mutlu olduğunu fark etmez” der Orhan Pamuk Kar’da… Ben de şimdi, altmış yılın ardından, bize bir zamanlar doğal gelen o yıllarda ne kadar mutlu olduğumuzu fark ediyorum…
Mutluluk bir yana Sinematek, sadece yeni oluşmaya başlamış Türk sinemasever gençliğinin dünya sinemasıyla, batın ve doğu bloklarının, uzak doğunun sinema başyapıtlarıyla tanıştığı bir film kulübü, bir film derneği değildi; Sinematek Türk Sinemasında bilinçli bir izleyici kuşağının, bugün duayen olarak gördüğümüz bir eleştirmen kuşağının yetiştiği bir öğrenim yuvasıydı.
Günümüzde üniversitelerde, yüksek okullarda artık sinema eleştirmenliği eğitimi veriliyor. Bana, ya da benim kuşağımdan bir sinema yazarına nerde eğitim aldığımız sorulduğundaysa, “biz sinemayı, filmleri okumayı, anlamayı, irdelemeyi ve izlenimlerimizi aktarmayı Sinematek okulunda, efsane bir eğitmenden, Onat Kutlar’dan öğrendik” cevabını veririz.
Sinematek kardeşlikleri yıllarca sürdü. Sokakta karşılaştığımız her Sinematekli ile bir bakışma, bir gülümseme bizi anında o tutkulu yıllara geri götürdü! Onat ise hep en yakın dostumuz olarak kaldı. Vahşi bir saldırı sonrası genç yaşta yitirdiğimiz bu can dostumuzu Teşvikiye Camii’nden son yolculuğuna alkışlarla uğurlarken Sinematek’in nerdeyse tüm üyelerinin katıldığı son ve en görkemli toplantısını yaptık.