Acı ve Zafer / Pain and Glory / Douleur et Gloire
“Eğer bir insanda yaratıcılık tükenmişse, bilin ki arzuları tükenmiş demektir. Pedro Almodovar
Salvador (Antonio Banderas), tükenen arzularını tetiklemek ve canlandırmak için yazdığı “İLK ARZU” kitabının filmini çekmek ister; tabii “ilk” olması nedeniyle gideceği adres bellidir, doğrudan çocukluğudur. Yaratıcılar için çocukluk eşsiz bir hazinedir! Çocuğun kendisinin o zamanlar farkında olmadığı her detay bilinç altına öylesine derin işler ki en çaresiz durumlarda o fotoğraflar tek tek ortaya çıkar; sizi siz yapan da işte o fotoğraflardır aslında…
Birbirinin içine karışan canlı renkler üstünde geçen film emekçilerinin isimleri kayarken, hayatın renkleri ve desenlerinin ebru sanatı gibi iç içe geçtiğini ve birbirinin üzerinden kaydığını görüp daha ilk sahnede filmin ipuçlarını alıyorsunuz. Sonra kımızıya geçiş, ardından koyu gri ve mavi sulara. Aslında tual gridir, renkleri üstüne biz atarak hayatımızın katmanlarını oluştururuz…
Salvador Mallo havuzun içinde hareketsiz ve nefessizdir; sırtında boydan boya bıçak yarası gibi bir iz vardır. Salvador’un bugünkü durumunu özetleyen bu imge her şeyi anlatır aslında. Zamanın ünlü yönetmeni; yaşlanmıştır, yalnızdır, acılar içinde kıvranmaktadır ve yaratamamaktadır! Nefes alması için film çekmesi zorunludur. İşte yönetmenimiz bulunduğu havuzdan başını yukarı çıkararak bir nehir kenarında o nefesi almaya başlar…
O nefes kimlere derman olmamıştır ki!…
Marcel Proust’u yine böyle sıkıcı bir ortamda duyduğu çörek kokusuyla geçmişe götüren ve koca bir romanı “Geçmiş Zaman Peşinde” ya da diğer adıyla “Swanların semtinden” i yazdıran çocukluk oksijeni, diğer birçok sanatçıda olduğu gibi bu kez Mallo’ya nefes olur. Proust’u yitik zamana götüren kek ya da çörek kokusuydu; oysa yönetmenimizi geçmiş zamana götüren koku “anne kokusudur”… Annesi(Penélope Cruz) dört kadınla birlikte ırmakta ,eğilmiş çamaşır yıkarken dört beş yaşlarında olan Salvo, annesinin sırtındadır…
Filmde beni çok etkilemiş ve gözlerimi yaşartmış bu sahneyi en az beş kez izlemiş olmam dolayısıyla ırmak sahnesi üzerinde biraz duracağım. Eğer yaşadığınız yerde bir nehir akıyorsa orada mutlaka çok hikayeniz olmuş demektir. Irmakta çamaşır yıkayan, birbirlerine şakalar yapan ve onca yorgunluğa rağmen şarkı söyleyen muhteşem kadınlar hiç de yabancısı olmadığım sahnelerdi. Belki de bu yüzden çok etkilendim. Bir an annemin ve kasaba kadınlarının Kızılırmak kenarında çamaşırları, kilimleri ve buğdayları yıkamaları bir bir gözümün önünden geçti, (elbette ben de bu hikayeleri yazacağım.) Daha da ötesi dupduru ırmaktan sapsarı buğday tarlalarına uzandım, kadınların güneşin yakıcılığı altında oraklarla hem ekin biçip hem yöresel türküler söylediği sahneler katma değer olarak döndü bana; tıpkı ırmak kenarında dört kadının hafiften dansederek ve eğlenerek söyledikleri kendi yerel şarkıları gibi…
Irmakta yıkanan sakız gibi çarşaflar çalıların üstüne serilir, İşte o beyazlıktır çocukluk, Almodovar’ın göndermesinde hayatının en beyaz sayfasının bu yıllara ait olduğunu anlıyoruz. Hayat; kadınların içinde duru akan bir ırmak, beyaz çarşaf ve mavi gökyüzüdür…
Salvador’un hayatında müthiş bir iz bırakan anne en büyük yaratıcıdır aslında; öyle ki yaşadığı cehennem hayatını cennete çevirebilecek yeteneğe ve güce sahiptir. Yoksulluktan dolayı Valencia’nın bir köyüne taşınıp Fransızların “cave” diye tabir ettiği yıkık, dökük kirli bir mağara gibi kulübeye taşındıklarında; anne ne yapıp eder kulübeyi şirin bir cennet parçasına dönüştürür. İşte burada da o saf beyazlık karşımıza çıkar, evet duvarlar kirlidir ama anne o pratik zekasıyla, kendilerine başvuran nişanlı bir çiftin erkeğine, evi boya ve badana yapması karşılığında Salvador’un bu gence okuma ve yazma öğreteceğini söyler ve takas böylece başlamış olur, ev çiçeklerle donatılıp; duvarlar bembeyaz olmuştur ve Salvador bu beyazlık karşılığında beyaz defter sayfalarında gence okuma ve yazmayı öğretir. İplere asılan çamaşırlar biraz daha küçülmüş ancak (eskisi kadar olmasa da) beyazlığını korumaktadır. Eh gökyüzü de avlunun ızgarasından görünüyordur ve su tenle yine temas halindedir. İşte Salvador’un ilk arzusu; eşcinsel eğiliminin ortaya çıktığı bu sahnedir, suyun tenle temas halidir. Evde mutfak fayanslarını yapan genç, sonrasında temizlenmek için vücudunu yıkarken yatağında uzanmış yatan çocuk onu gizlice seyreder ve ateşler içinde baygın düşer….
Marcel Proust’un geçmiş zamanından Arthur Schopenhaur’un “Varolmanın Acısı”na uzanan bu yolda Pedro Almodavar aynayı artık başkasına değil kendisine tutar, her filminde kendinden bir parça koyan yönetmen bu kez o parçaları bütünleştirir ve samimi itiraflarına başlar; uyuşturucu kullanımından eşcinsel ilişkisine kadar olan hikayesini anlatır ve yaşlandıktan sonra iyice yalnızlaşıp üretim yapamamanın acılarını bütün bedeniyle ve ruhuyla duyarken bunu seyircisine göstermekten çekinmez. “Kendisi hakkında her şeyi”i; hayatının önemli detaylarını birbiriyle bağlantılı geçişlerle çok iyi yapar, zaman kopuklukları insanı yormadan basit ve sade şekilde akıp gider. Hayatındaki kahramanın işi bittikten sonra onu artık başka kareye almaz, kapıdan yolcu eder. O kareye daha sonra bir tek annesinin yaşlanmış görüntüsü dahil olur. Anne yaşlı olsa da yine de formu yerindedir ve oğluna “hiç gönlüme göre bir evlat olmadın” diye serzenişte bulunur…
Filmin anlatımında farklı deneyler yapmaktan çekinmeyen Almodovar, anlatıcı olarak girdiği bir bölümde kaslardan, sinirlerden oluşan insan iskeletiyle bizlere “anatomi” dersi vermeyi ihmal etmiyor. Bedenimize yansıyan aslında ruhumuzun acılarından başka bir şey değildir…
Ruhunun kararmış olmasına rağmen canlı renkleri çok seviyor, üzerine giydiği turuncu, yeşil , bordo gibi sıradışı ceketler montlar iç dünyasının yaşam çığlığını hissettiriyor seyirciye.
Filmin sonunda yönetmen kendi filmini çekmiştir aslında, motor der ve makara geriye sarılır tekrar. 72. Cannes Film Festivalinde, “Acı ve Zafer” (Salvadore rolüyle Antonio Banderas) en iyi erkek oyuncu ödülünü ve en iyi film müziği ödülünü aldı; çok konuşulan bir film oldu. 72. Oscar Ödüllerinde “En İyi Uluslararası Film Kategorisinde de yarışacak olan “Acı ve Zafer” in ödül alabileceğını düşünmemekle birlikte sürpriz olur mu diye de merak ediyorum. Bu tarz filmler daha ziyade “Cannes” ruhuna uygun filmler çünkü.
Rutin hayatı seven yönetmen, oyuncu konusunda da bu rutini sürdürmeye devam ediyor; Antonio Banderas ve Penélope Cruz’u vazgeçilmeyen oyuncular olarak filminde yeniden ağırlıyor ama bu artık seyircide bir bıkkınlık yaratabilir; çünkü insan farklı hikayelerde doğal olarak farklı kişileri görmek ister. Eleştiri yazma sırasında izlediğim birkaç film şahsen bende bu bıkkınlığı yarattı…
Hikayesi, oyunculuğu, anlatımıyla bir otobiyografik film olan olan “Acı ve Zafer” izlenmeye fazlasıyla değen bir film; hatta Almodovar’ın dediği gibi “filmimi iki ya da üç kez izlerseniz kuşkusuz daha çok şey keşfedeceksiniz”
Ben üç kez izledim, evet her defasında bir şey keşfettim….
Yönetmen / Senaryo : Pedro Almodóvar
Müzik : Alberto Iglesias
Görüntü Yönetmeni : José Luis Alcaine
Oyuncular : Antonio Banderas, Asier Etxeandia, leonardo Sbaraglia, Penélope Cruz, Nora Navas, Julieta Serrano, Cecilia Roth, Susi Sánchez
İspanya / Dram / 113 Dk.