‘DENGELEYİCİ’ KAHRAMANIMIZ, ÖYLE KALMALIYDI..
‘Adalet 2’, dinamik bir tempoya sahip, başkahramanını dengeli bir çerçeveye oturtan, ilk filmin devamı olarak mantıklı bir öykü barındıran, kısaca ortalamanın üstünde bir polisiye-aksiyon filmi olarak göze çarpıyor. Bir kez daha yönetmen Antoine Fuqua–Denzel Washington ortaklığından doğan ‘Adalet 2’nin bütün bu pozitif noktalarına rağmen çok orijinal bir senaryoya sahip olmadığını da söylememiz gerekir. Kuşkusuz oyuncuların yüksek performansları ve yönetmenin dozunda müdahaleleri çok özel olmayan öykünün seviyesini yükseltiyor ve film keyifle izleniyor. Ancak filmdeki asıl zayıflık, başkarakterin filmin ilk bölümündeki mantıklı bakışını tamamen kaybedip olaylara tek taraflı ve biraz kapalı bakmaya başlamasının altında yatıyor.
Eski CİA ajanı Robert McCall, geçmiş hayatının hatalarını hazmetmeye çalışan ve kaybettiği eşinin hala yasını tutmakla birlikte, hayatını düzene koymaya çalışan bir adamdır. Mütevazi hayatında taksi şoförlüğü yapmaya başlamıştır ancak bunun yanında da arada başı dertte olan arkadaşlarına (veya arkadaşlarının yakınlarına) yardım etmekte, olayları kendine has bir adalet duygusuyla çözmektedir. Hayatı bu şekilde devam ederken, eski arkadaşı ajan Susan Plummer’ın vahşi bir şekilde öldürülmesiyle Robert tekrar eski hayatına dönüp katilin peşine düşer. Tabii yine kendi adaletini sağlamak için…
McCall’un tavrı baştan belli…
Bizce filmin orijinal isminin (Equalizer) tam Türkçe karşılığının ‘Adalet’ değil de ‘dengeleyici’ olması tabii ki, boşuna değil. Başkarakter McCall eski ajan hayatından vazgeçmiş olduğu halde adalete olan inancından vazgeçmemiş olan ‘eski toprak’ bir adam. Üstelik karşısında bulduğu kötü insanlara gerekli cezayı genelde şiddetli bir şekilde verirken, bunu bir kiralık katil edasıyla ve sadece ‘iş’ bakış açısıyla yapmıyor. McCall’un bu müdahaleleri bazen tanıdıklarının talepleri doğrultusunda, bazen ise hayatına tamamen tesadüfen giren ve zor durumda olan kişilere yardım
etmek amacıyla gerçekleşiyor. Bu ister babası tarafından kaçırılmış bir çocuk olsun, ister zengin, genç iş adamları tarafından uyuşturucu verilip, faydalanılmış genç bir kadın olsun McCall için durum değişmiyor. Dikkatimizi çeken nokta ise, bütün bu yardımlar sonrasında McCall’un asla para aldığını görmüyor olmamız… Sadece yardım ettiği insanlardan ona karşı bir minnettarlık duyma ve (parasal olmayan) borçlu kalma durumu mevcut. Dolayısıyla McCall yemin etmiş bir adalet savaşçısı veya bir profesyonel dövüşçü değil, isminin de açıkladığı gibi bir dengeleyici… Ezilenin yanında yer alıp, para, ün gibi şeyleri ikinci plana atıp, sadece vicdan duygusuyla hareket eden bir insan.
Artık intikam zamanı!
McCall karakterinin, bu çok yenilik taşımayan ama keyif veren tanıtımından sonra, beklenildiği üzere başkarakteri kabuğundan çıkıp, unuttuğu eski hayatına dönmeye zorlayan bir olay yaşanıyor ve bu noktadan sonra hem filmin tonu, hem de başkarakterin tutumu biraz değişiyor. Hala ajan olan, eski arkadaşı Susan’ın bir otelde vahşice öldürülmesi, McCall’u derinden etkiliyor ve her şeyin fitilini ateşleyen bu olay, onu bir dengeleyiciden intikamcıya, filmi de bir adalet filminden öç alma hikayesine dönüştürüyor. Bu dönüşüm, kahramanın filmin ilk bölümündeki, iyilik yapan adam imajını yaralasa ve hikayenin gidişatını biraz basitleştirse de, yönetmen olaylara birçok yan karakter katarak ve asıl cinayetin sadece birkaç serserinin saldırısı değil çok daha karmaşık olduğunu hissettirerek filmin düzeyinin düşmesine izin vermiyor.
Ana hikayeden bağımsız görünen bir çiftin katledilmesi de asıl olaya bağlanıyor, bu cinayet faillerinin sadece mafya veya çeteciler değil ama çok daha beklenmedik kişiler olduğunu görüyoruz. Çok deneyimli bir özel detektif çalışmasıyla olayı yavaş yavaş çözmeye başlayan McCall, cinayetin ucunun ne kadar derin bir organizasyona uzandığının ve arkasında bıraktığı ortamın şimdi çok daha kirli ve çıkarcı olduğunun farkına varıyor.
Filmin benzerlerinden farkı…
Kabul etmemiz gerekir ki yakınını kaybeden kararlı bir karakterin intikam ve adalet duygusuyla kötülere karşı savaş açması Charles Bronson’nun rol aldığı ünlü ‘Death Wish (1974) filmiyle yeni bir nefes almış ve sonrasında da oldukça işlenmiş bir konudur. Keza polis teşkilatının çürümüşlüğünün ve aralarındaki çıkar ilişkilerinin gözler önüne serildiği filmlerin örneklerini de (The Big Easy (1986), Sterett Kings (2008), Pride and Glory (2008)…) çokça sayabiliriz.
Ancak yönetmen Fuqua’nın başarısı, bu kadar sıradan olabilecek bir hikayeyi sadece bir iz bulma senaryosuna hapsetmeyip ona bazı yan öyküler katmasının ve elinin altında Denzel Washington gibi bir oyuncu olduğunun farkında olarak ve onu sonuna kadar kullanmasının altında yatıyor. Bir yandan bu cinayeti çözmeye çalışan McCall, bir yandan da komşusu olan bir siyahi gencin yavaş yavaş bulaşmakta olduğu çetelerden uzak tutmaya çalışıyor ve ona bir nevi bir ağabeylik hatta babalık yapıyor. Hikaye ilerledikçe ve etrafındaki insanların maskeleri düştükçe, McCall dostunun öldürülmesindeki gerçek nedenleri anlamaya ve önceki hayatında dağıttığı adaletin belki ne kadar küçük çaplı ve yetersiz olduğunun farkına varmaya başlıyor.
Filmin benzerlerinden bahsetmişken, başkarakter biraz farklı olmasına rağmen, hikayenin gidişatı ve finali itibariyle biz bu filmde, Peter Weir’in ‘Witness’ (1985) filminden de ciddi esintiler gördük.
Bir de tabii filmde oyunculuk açısından ciddi bir Denzel Washington katkısı var. Fuqua yönetimindeki ilk işbirliğinde ikinci Oscar’ını kazanan (Training day / 2001) Washington, bu ununu elemiş eleğini asmış ama trajik bir olayın ardından bildiği ortama tekrar bodoslama dalan bir adam rolünde üstün bir performans sergiliyor. Geçmişini ve kaybettiği eşini hatırladığı anlardaki kırılganlık, ihanetleri fark ettiğindeki kızgınlık ve cezalandırmalarda ki kararlılık hissiyatları tam anlamıyla seyirciye geçiyor.
‘Adalet 2’ türünde çok yeni bir açılım ve unutulmaz bir örnek sunmasa da, sağlam bir polisiye-aksiyon izlemek isteyen seyirciler için keyif verici bir tercih. Belki Fuqua–Washington ortaklığından daha da özel bir yapım bekleyebilirdik ama bu seferki sonuca da burun kıvırmaya hiç gerek yok…,
Yönetmen: Antoine Fuqua
Oyuncular: Denzel Washington, Pedro Pascal, Bill Pullman, Melissa Leo, Jonathan Scarfe, Orson Bean, Ashton Sanders, Caroline Day…
Türkiye’yi çok kötü tanıtıyor.Türkiye yobaz adamlardan ibaret değil.Rakı shut bardağında içilmez! İlk yarı çok kötü. İkinci yarı izlenilebilir
Son dönemde Türkiyenin adının geçtiği tüm filmlerde ne yazık ki imajımız yerlerde.. Adamların da istediği bu zaten. Kendi halklarına ve dünya üzerindeki diğer halklara vermek istedikleri “bu adamlar kötüdür, irandan hiç bir farkları yoktur ve başlarına ne gelirse hakettikleri için gelmiştir” mesajıdır.
Kanımca yeni bir Suriye yıkımının insanların bilinçaltlarındaki hazırlığıdır bu, ama bu defa coğrafya farklı olacak. O sebeplede adamlar “belki de Türkiye’yi kaybetmek istiyoruzdur” demektedirler..
O sebeple de filmde dahi çaktırmadan “İki tip acı vardır, biri canını yakar, diğeri seni değiştirir” diye ültimatom verilmektedir. Yani “ya bizim yolumuza gelir bu kafayı değiştirirsiniz, ya da başınıza geleceklerin acısını çekersiniz” denmektedir.
“İki tip acı vardır, biri canını yakar, diğeri seni değiştirir” diye ültimatom verilmektedir. Yani “ya bizim yolumuza gelir bu kafayı değiştirirsiniz, ya da başınıza geleceklerin acısını çekersiniz” şu cümlen şu anki gündemden tut hayata bakış açımı değiştirdi. Keşke etrafımda böyle cümle kurup ufkumu açabilecek bir insan olsaydı
Filmde ki mavi kitabın ismi neydi acil lütfen
Yakışmadı hep bizi kötüleme derdindeler türkiye eşittir yobaz eşittir katiller eşittir caniler son zamandalarda izlediğim en muhteşem flimdi ama ilk sahne planlıydı dertleri sadece biziz