Çiçero

Casus filmi, dönem filmi, Türk filmi, hem de on numara!

Merakla, olumlu beklentilerle ve heyecanla gittim Çiçero’ya, bu ne kadar iyi bir şey biliyor musunuz? Tıpkı yönetmen filmi gibi yapımcı filmi de imza oldu, Mustafa Uslu’nun yapacağı filme para harcayacağı, imkanları seferber edeceği, iyi bir kadro kuracağı, ayrıntılar üzerinde duracağı ve büyük kitleleri sinemaya sürükleyecek, eli yüzü düzgün, seyretmekten, sinemaya gitmekten zevk alacağımız bir film yapacağını düşündüğümüz için. Yoksa tabii ki iyi yönetmenlerimiz var, imzası kalite olmuş ve tabii ki bu filmler festivallerde ödül alıyor, sinema sever, farklı bir kitle tarafından ayakta alkışlanıyor. Ama kastim o değil, sinema popüler bir sanat, ben istiyorum ki sinefil olmayanların da gittiği filmlerde kalite olsun. Nitelikli, özgün bir hikayeye dayanan, çekimine, kurgusuna, müziğine emek ve para harcanmış, kostümü, makyajı, dekoru yerli yerinde, aksaklıklarına değil, esprilerine güldüren filmler büyük gişeler yapsın, seyirci salonları doldursun!

Ayla öyleydi, Müslüm ondan bir iki gömlek daha iyi ve iddia ediyorum ki Çiçero ikisinden de çok daha iyi, bu demektir ki artık Türk sinemasında dönem filmlerinde mekan, kostüm, aksesuar ve çekim sıkıntısı yaşanmadan film yapılabilecek. O filmler sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da, Orta Doğu ve Asya’da da, ilgiyle ve kalabalıklar tarafından izlenecek Beni bu kadar mutlu eden filmin oyuncularına da kocaman bir alkış: Casusumuz Erdal Beşikçioğlu, zaten iyi bir aktör olduğunu bildiğim için çok şaşırmadım, ama Tamer Levent’le hamam sahnesinde koptum resmen! Yeri gelmişken Tamer Levent de çok başarılı. Ancak bizim oyuncuların, ülkenin ekonomik gerçekleri tabii, şöyle bir sıkıntısı var: yaşamak için televizyon dizilerinde oynuyorlar. Sonra iyi bir teklif gelince sinema filmi çeviriyorlar. İki yıldır İstanbullu Gelin’de Esma Sultan’ın sevgilisi rolündeki adamı İngiliz sefiri olarak gördüğün zaman aklına dizi geliyor. Amerikan sinemasında dizi oyuncuları dizide, sinema oyuncuları sinemada oynuyor, belki de bunun için.

Burcu Biricik, beni en çok şaşırtan oyuncu oldu, tam bir Alman olmuş! Çok da başarılıydı. Alman Büyükelçi rolündeki Murat Garipağaoğlu’nun başarısına şapka çıkarmamak elde değil, kötü adam oynamak çok zordur, üstelik o da, üstelik izlediğim bir dizide, Jet Sosyete’de oynuyor ama filmde tanıyamadım bile. Demek ustalık her rolde kendini oynamak değil, rolün içine girerek oluyor. Hepsini saymayacağım, ama tabii ki yönetmen Serdar Akar’a da kocaman bir alkış, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı izlemiş ve beğenmiştim. Yönettiği Kurtlar Vadisi ve benzeri filmleri çok benim tarzım olmadığı için izlemedim. Ama Çiçero ile gönlümde taht kurdu! Filmin müziklerinin de katkısını hesaba katmak lazım, bir Mustafa Uslu filminde Müslüm’den sonra o da önemli. Özgün müzikler Onur Özmen. Filmde opera müziğinin, aryaların da bir oyuncu kadar rolü var! Hele o opera dinlediğimiz hamam sahnesi yok mu, Ferzan Özpetek çok kıskanacak!

Gelelim filmin öyküsüne: 25 Kasım 2001’de, yani bundan 18 yıl önce, evet, 18 yıl, Murat Yetkin, Radikal’deki köşesinde “Çiçero Türk casusu muydu?” başlıklı bir yazı kaleme almış. Nitekim, Murat’ın casusluk hikayelerine merak sardığı sonradan belgelere dayanan iki muhteşem casusluk romanı yazmasından belli! Kendisine bunu hatırlattım, “Çiçero’nun asıl öyküsü ikinci kitapta” dedi. Henüz okuyamadım, ama haberiniz olsun. Öyküye dönersek, Murat Yetkin o yazısında aslında filmin senaryosuna kaynak oluşturacak bir biçimde Arnavut kökenli İlyas Bazna’nın Ankara’da Alman ve İngiliz Sefaretleri’nde çalıştığını ve casusluk yaptığını anlatıyor. İngilizlerden aldığı bilgileri Almanlara satan Bazna için önemli bir soru soruyor, “Bazna Türk casusu muydu, MİT elemanı mıydı?” Bu sorunun yanıtını filmin tadını kaçırmamak adına vermeyeceğim. Sonuç olarak bir casusluk filmi ve yüksek gerilimde geçiyor, öykünün tamamını anlatırsam nasıl seyredeceksiniz, hele katil kim söylersem? Ama şu kadarını söyleyebilirim: II. Dünya Savaşı bütün dünyada yakıp yıkarak devam ederken savaşın dışında kalma çabası içindeki Ankara’da da casuslar savaşı sürmekte, her yerde ajan kaynamakta, İngiltere ve Almanya, Türkiye’yi kendi yanlarında yer alması için ikna etmeye çalışmaktadır.

İlyas Bazna’nın Arnavutluk’daki çocukluğuyla başlayan film, daha ilk sahnelerden savaşın ne kadar korkunç olduğunu hatırlatıyor seyirciye: çoluk çocuk, hayvan demeden vahşice katledilen bir kasaba halkının cesetleri yerlerde yatarken çeteciler avlarının tadını çıkarmakta ve içip içip hareket eden her şeye silah sıkmaktadır. İlyas, saklandıkları bodrumda sağ kalmıştır ama aklı meydanda kalan down sendromlu kardeşi Ali’dedir. Onu aramaya çıkar, canlı bulur ama kurtaramaz. Filmde daha sonra rastlayacağımız engelli çocuk hikayesine buradan bağlantı verelim. Almanlar Ari bir ırk yaratmak çılgınlığı içinde engelli ve down senromlu Alman çocukları da toplayıp gaz odalarında öldürmektedir. Alman Sefaretinde Büyükelçinin sekreteri olarak çalışan güzel Alman kadınının en büyük zaafı ise budur, down sendromlu çocuğu..

II. Dünya Savaşı hudutlarımız dışındadır ama Almanlar ve İngilizler Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için komplolar hazırlamaktadır. İnönü hükümeti ise bu komplolara karşı komployla cevap verir ve ülkeyi kan gölüne dönmekten kurtarır. Türkiye, o dönem belki ekonomik olarak çok sıkıntı çeker ama II. Dünya Savaşı cehenneminden de uzak durabilir! Ne yazık ki günümüz politikacıları İsmet İnönü’nün askeri dehasını anlamadıkları gibi, siyasi dehasını da anlamayacak ve onu suçlamak ve aşağılamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Filmde tek benimseyemediğim oyuncunun İsmet İnönü’yü canlandıran oyuncu olduğunu söylesem haksızlık etmiş olur muyum? Dönem dekoru ve dış sahneler dahil her şey çok iyi giderken 1943 yılında o trendeki İnönü ve Churchil’in gizli buluşma sahnesi o kadar önemli ki. İşte İnönü orada fizik olarak pek benzemiyor maalesef.

Filmde casusluk sahnelerindeki heyecan ve gerilim dozu gayet iyi, çoğunda kendime, sakin ol, film seyrediyorsun demek zorunda kaldım! Hatta 50 model klasik arabalarla takip sahneleri bile başarılı ve sevimliydi. Filmde sadece casusluk heyecanı yok, aşk da var. Alman elçinin aşkı mide bulandırırken İlyas’ın aşkı göz yaşartıyor. Ve bu aşk, an geliyor ona vazifesini bile unutturuyor. Aslolan vatandır!

Uzatmaya gerek yok, Türk sinemasının eli yüzü düzgün ilk casus filmi çok başarılı. Filmden çıktıktan sonra o yılların Ankara’sına hepimizin nasıl hayran kaldığını konuştuk. Henüz Melih Gökçek zulmü yaşamamış bir Ankara, yemyeşil. Atatürk Orman Çiftliği, büyük bahçeler içindeki sefaretler, Bulvar Palas, Opera, Melek Sineması, hatta pavyon sahneleri bile o dönemin diliyle “nezih”! Herkes şık, takım elbiseli, şapkalı. Kadınlar, kusura kalmayın, tesettürlü ve pardösülü değil. Hele bonenin üstüne iğnelerle tutturulmuş eşarplı hiç değil. Başka bir dünya, başka bir ülkeymiş o zamanın Türkiye’si. Bu atmosferi yaratmakta da çok başarılı olunmuş. Mustafa Uslu’dan şimdi bir de Safiye Ayla filmi bekliyorum. Belgeseli çok güzel olmuş, sinema filmini de ancak Uslu prodüksiyon yapabilir!

 

 

OrtaKoltuk Puanı:

11 YORUMLAR

  1. Ben de eleştiri yapacağım. İlk olarak film güzeldi verdiği mesajlar güzeldi lakin filmde hatalar vardı:
    1.Alman Büyükelçiliğinde SS bayrağı neden var?
    2.Toplama Kampındaki Almanların elinde Thompson(ingiliz silahı)vardı.
    3.SS subayının üniforması o şekilde değil.
    4.Hitler’i biraz daha kısa ve zayıf seçebilirlerdi.
    5.Hitler’in o yıllarda giydiği üniforma o değil.
    6.Çiçero’ya doğrultulan silah Alman marka değildi diye hatırlıyorum.
    Her ne kadar hatalar da olsa 2.Dünya Savaşı ilk kez Türkler tarafından sahneye taşınıyor.

  2. Bir şey sormak istiyorum…
    Ben de filme gittim
    Son sahnede Atatürk ile konuşması hayal vb bir şey miydi yoksa gerçek miydi?
    Çünkü 2.dünya savaşı zamanında Atatürk hayatta değildi

    • 1938 tarihinde Atatürk çiçeroya o emri vermiş gibi göstermişler. Filimde 1938 diye gösteriyolar. O sahnenin çekilme amacıda Atatürkün ne kadar ileri görüşlü bir insan olduğunu gösterme amaçlıdır diye düşünüyorum.

  3. Çiçero’nun hayatını okuyan ve filmi seyreden biri olarak sonu malesef yanlış ve saçma olmuş. Atatürk emir falan vermemiştir. İlyas Bazna kendi parasal menfaatleri ve ingilizlere karşı duyduğu öfke nedeni ile yapmıştır ve sonunda Almanya da fakirlik ve yokluk içerisinde hayatını kaybetmiştir.

  4. Yazıyı baştan sona doğru keyifle okurken sonunda “Kadınlar kusura kalmayın…” diye başlayan kısma geldiğimden kanım dondu. Ciddi anlamda içim buz kesti. Ne kadar karanlık zihinlerle aynı ülkede yaşıyoruz. Eşarbımın altında bone var, evet. Ama bu örtü iyi ki benim sadece başımda. Sizin ise gözlerinizde. Çok yazık. Gözünüze bir perde inmiş. Sadece kendiniz gibi olan, düşünen ve inanan insanları saygıdeğer buluyorsunuz. Atatürk’ün annesinin başında örtü yok muydu? Onun yetiştirdiği evlat getirmedi mi bu günleri? Ankara’da o günleri görebilmek için, o bahsettiğiniz örtülü kadınlar cephe cephe koşmadı mı? Nolur bırakın artık şu dar görüşlü gözlüklerinizi bi kenara. Örtü yalnız bedeni örter. Kalbi, ruhu, fikri, zihni örtecek hiç bir örtü yok. Nasıl ki başını bacağını açıp bir anda kafanın içi dünyayı kuracak bilgilerle dolmuyosa, örtünce de tam tersi kafanın içindeki dünya bir yere kaybolmuyor. Geri kalmış zihniyetiniz için üzülerek yorumumu bitiriyorum… Hoş kalın 🙂

  5. Atatürk’ün annesinin başörtü taktığını unutmuş herhalde o satırları yazan. Kurtuluş Savaşı’nı kazanmamızda en büyük rolleri oynayanlardan birinin Anadolu kadını olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. O yorumu yapan kişiye söyleyeceğim kendini aydın ve kültürlü sanan bir insan olduğudur. Özgürlük derken başkalarının özgürlüğünü aşağılayan bir zihniyetle aynı ülkede yaşadığım için çok üzgünüm.

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz