En Karanlık Saat
”SİZE KAN, ZAHMET, GÖZYAŞI VE TERDEN BAŞKA VEREBİLECEĞİM BİR ŞEY YOK” (winston Churchill)
İnişli çıkışlı kariyerinde Keira Knightley’li üç başarılı dönem filmi çekmiş olan (“Aşk ve Gurur”, “Kefaret”, “Anna Karenina”) 1972 doğumlu İngiliz yönetmen Joe Wright son filmi “Darkest Hour / En Karanlık Saat”da daha yakın bir zamana geçerek, II. Dünya Savaşının başlarına, Winston Churchill’in başbakanlığa getirilmesiyle başlayan ve savaşın kaderini değiştiren kısa döneme odaklanıyor.
1940 Mayıs ayı başları. Hitler dünyayı tehdit ederken, İngiliz Parlamentosunda bir milli mutabakat hükümeti oluşturma kararı veriliyor. Ancak muhalefetin iktidardaki Muhafazakar Parti ile koalisyon yapmak için tek şartı, Nazilerin tehditkar büyümesine karşı koyamamış olan başbakan Neville Chamberlain’in istifasıdır. Parti, yeni başbakan olarak Kral VI. George’un arkadaşı Halifax Vikontu’nu tercih etse de, istemeye istemeye, muhalefetin kabul edeceği tek parlamenteri, huysuz, laf cambazı, sivri dilli, küstah, içkici Winston Churchill’in başbakanlığını onaylar.
Kendi partisinin yönetiminin ona karşı komplo kurduğu, Kralının bile zor görevinin altından kalkacağına güvenmediği, üstüne üstlük neredeyse tüm İngiliz ordusunun Dunquerque (Dunkirk)’de mahsur kaldığı bir dönemde ülkesinin, belki de dünyanın kaderini elinde tutan Churchill, hayati önemi olan bir karar vermek zorundadır: Partisinin de önerisi olan, Nazilerle barış görüşmelerine oturarak korkunç bir bedel karşılığı bile olsa İngilizlerin varlığını korumak; ya da ülkeyi seferber ederek sonucu belli olmayan topyekün bir savaşa girmek.
Direnebilmek, ülkesinin ideallerini, bağımsızlığını ve özgürlüğünü koruyabilecek gücü Britanya halkından alarak, tarihe geçen ünlü söyleviyle parlamentoyu ikna edecek, yine halkın desteğiyle irili ufaklı sivil teknelerden oluşan filo ile Dunkirk’deki 300.000’in üzerinde askeri kurtararak İngiltere’ye getirtecektir.
“En Karanlık Saat”, Christopher Nolan’ın geçen yaz izlediğimiz “Dunkirk” filminin hem tamamlayıcısı hem antitezi. Nolan havalarda uçup, denizlere açılıp, kumsallarda koşuşturarak öykünün destansı yanına odaklanırken, Wright Başbakanlık konutuna ve Savaş Bakanlığının klostrofobik koridorlarına çekilerek olayların politik tarafını anlatıyor.
Geldik işin sinemasal açısına. Klişe dolu anlatımıyla, hiç de heyecan verici bir sinema örneği olmadığını düşündüğüm “En Karanlık Saat”, “Oscar Ödülü Alma Formülü”nün tipik bir örneği. Filmin tamamı, ağır makyaj altında neredeyse tanınmaz hale gelmiş ünlü bir oyuncuya sağlam bir karakter oynatarak Oscar’ı kapmak için kotarılmış sanki.
Tabii ki sinemanın kendi içsel gerçekliği vardır ve kurmaca bir film tarihsel olaylara körü körüne bağlı olmak zorunda değildir. Ancak burada olaylar neredeyse bire bir anlatılırken, karakterlerin üzerine pek fazla gidilmemiş. Churchill’in ömür boyu sevdiği, sadık kaldığı eşi Clementine, sekreteri Lily James, Almanlarla barışı takıntı haline getiren Chamberlain’le Halifax, İngiltere kıralı George VI, yüzeysel, iki boyutlu derinliksiz kişiler olarak ele alınmış. Babacan ve esprili bir ihtiyar olarak karşımıza çıkarılan Churchill’in despot bir sömürgeci, bir katliam siyasetçisi olduğu hasıraltı edilmiş.
Afrika’yı sömürgeleştirirken kendilerine karşı savaşanları toplamak için ilk toplama kamplarını Nazilerden 40 yıl önce İngilizlerin kurduğundan, sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterilen Chuchill’in, İngilizlerle Almanlar resmen savaşa girer girmez, Nazi katliamından kaçmak için İngiltere’ye sığınmış olan Alman uyruklu Yahudileri tutuklatıp İngiltere’deki toplama kamplarına gönderdiğinin tabii ki lafı bile edilmiyor.
Sonuçta, elimizde kala kala sadece, En İyi Erkek Oyuncu Akademi Ödülü alacağı kesinlikle düşünülen Gary Oldman’ın Winston Churchill portresi var. Burada da, Oldman’ın Churchill’i yorumlamadığı canlandırmadığı, daha çok taklit ettiği söylenebilir.
İngiliz sinemasının en saygın ve en yetenekli oyuncularından altmışına merdiven dayamış Gary Oldman’ın bir Oscar almasını tabii ki istiyorum. Ama yıllardır hak ettiği ödülü bu rolle alması, sayısız Oscarlık filminin ardından son yıllarda yapmış olduğu en kötü işiyle ödülü alan Martin Scorsese’inki gibi bir kara mizah örneği olur.