Gerçeği Bilebilir Miyiz?
Konumuz, yönetmeni Alex de la Iglesia olan 2008 yılında yapılmış “The Oxford Murders” filminin bir kesitinde geçen “Gerçeği bilebilir miyiz?” konuşması olacaktır. Film, Arjintinli kitap yazarı ve aynı zamanda matematikçi Guillermo Martinez’in romanından uyarlanmadır. Filmin konusu bahsi geçen matematikçiye daha yakın olabilmek için Oxford’a gelen matematik sevdalısı Martin’in bir dizi cinayeti çözmeye çalışmasıdır. Ele aldığımız kesit ise Ludwig Wittgenstein adlı askerin Tractatus Logico-philosophicus adlı felsefi kitabını konu alacaktır. Bu eser 20. yüzyılın en önemli kabul edilen felsefi çalışmasıdır.
Konuşmacımız olan John Hurt (Arthur Seldom) öncelikle Ludwig Wittgenstein’ın kullandığı metodu şöyle açıklar “Asker gerçeğe ulaşmak için, matematiksel mantığı kullandı. Yavaş ve hatasız bir metotla birbiri ardına denklemler kurarak ilerledi ve korkunç sona ulaştı. Matematik dışında kesin bir gerek yoktur çünkü mutlak gerçeğe ve insanoğlunun aradığı sorulara ışık tutacak kanıtlara ulaşmanın hiçbir yolu yoktur. Bu noktada felsefe ölmüştür.” Kısa süreli bir sessizlik sonrasında Martin (Elijah Wood) parmağını kaldırıp “Ben Pi sayısına inanıyorum.” diyerek antitezini sunmuştur. Antitezini desteklemek için şu şekilde devam etmiştir. “Doğanın varlığı içerisinde sayılar gizlenmiştir. Ufak bir kar tanesinin şekli bile sayısal bir orantı içerir. Eğer sayıların sırlarını çözebilirsek, gerçeğin gizli anlamını da çözebiliriz. Sayıların gerçeğin içerisinde saklı olduğunu anlarız.”
Bu durumda son savunmasını yapacak olan John Hurt, “ Soyut şeylerin sadece kendi beynimizde oluştuğunu bir türlü kabul etmeyiz. Hayatın bir anlamı olduğunu düşünmeye ihtiyacımız var.” demiştir. Ve insanların yaşam içerisinde önemli olup da onların fark etmediği olayları vurgulayarak sahneden ayrılmıştır. Bu durumda “gerçeği bildiğini iddaa edenler o savaşta kurşuna kurşunla, gerçeği bilemeyeceğini iddia edenler sınırsızlığıyla ölecektir” diyen John Hurt aslında savaşın ortasında sonsuzluğu düşlediğini sanan bir silahtır. Öğrencisini dinlemez, ona söz hakkı vermez. Aslen kurşuna kurşunla ölecek sonsuz düşlü bir adamdır. Kendiyle çelişir.
Filmin izlemekte olduğumuz sahnesinde bir felsefe hocasının Ludwig Wittgenstein’in hayatındaki bir kesit üzerinden öğrencilerine ders verdiğini görmekteyiz. Ortada kafamıza takılan mühim bir soru var ; ‘’ Hayatını tehlikeye atacak kadar önemli olan neydi ? ‘’ Ludwig Wittgenstein der ki ‘’ Ölüm bir yaşam olayı değildir. Ölüm yaşanmaz. Sonu gelmeyen bir zaman süresi değil de zamansızlık anlaşılırsa şimdiyi yaşayan bengi yaşar.’’ Bunu derken aslında bahsetmek istediği şeyin filmde kanser savaş yahut negatif oluşumlardan dem vurularak insanın tinselliği gerçek saymasının aslında kaderden korkması yada zaaflarına karşı yenilmesi olduğunu iddia eder. bu tıpkı Heisenberg’in ‘’gözlemlediğimiz kendi başına doğa değil sorgulama yöntemimize maruz kalmış doğadır’’ derken kastettiği üzere aslında gerçekliğini kesin saydıklarımızın hatta yaşamımızı buna göre konumlandırıp üstüne inşa ettiklerimizin aslında insanlaşma sürecinde zaaflarımızın yan ürünü olmuş şeyler bütünü olabileceğini kastedebileceği gibi bir kasıt olabilir.
Heisenberg 20. yy’da yaşamış bir alman fizikçidir ve bize şu soruyla gelir ; “Doğanın atom deneylerinde görüldüğü kadar saçma olması mümkün mü ?” Einstein’e göre tanrı zar atmaz ama Heisenberg’e göre evren oldukça kaotik bir yapıya sahiptir.(olasılıkla yönetilen bir evren yapısında bütün sonuçlar vardır fakat atomlar ve temel partiküllerin kendileri bu kadar gerçek değildir bir şey veya bir gerçek oluşturmaktan çok potansiyel yada olasılıklar dünyasını oluştururlar) Bugüne kadar gerçekleşen savaşların sonucunda kimsenin bir şey bilmediği göz önünde tutulursa ileride gerçekleşecek olan ve zemini şimdiden hazırlanan -ki savaşların tek bir nedeni yoktur zira üst üste yığılmış kültür problemleridir bence- ileride gerçekleşecek savaşların sonucunda neyin gerçek olacağını (yahut hayatını tehlikeye atacak kadar önemli) kimse bilemez.
Bizi içine çeken makalemizin konusu olan film bir savaş sahnesiyle başlar. Ancak savaşımızın bütün anormalliğinin yanında bütün kaostan bizi ayıran bir sahne görürüz. Bir komutan bağırır “kim bu salak?” yönetmen bir anda görüşümüzü değiştirir ve savaşın ortasında bir adam görürüz, umurunda olmadan bir şeyler yazan bir adam. Bu adam hem John Hurt’ı hem Martin’i hemde bu makalenin başında bulunan beni değiştirecek beyin fırtınasını kurşun yağmuru altında topraklanmış kağıdına döker. Savaşla sınırlı görüşümüz bir anda sınırsızlaşır. “Görüş alanımız nasıl sınırsızsa yaşamımız da öyle sınırsızdır” der Ludwig Wittgenstein. Ve gerçeği görebilir miyiz sorusunu sormak için o savaşın ortasında belki gerçeklikte bir kırılma yaratmış olabilir. Zira Ludwing yine der ki ‘’ iyi ya da kötüyü istemek dünyayı değiştirecekse ancak dünyanın sınırlarını değiştirebilir. Olguları değil. Dille sözü edilebilir olanı değil. Kısacası dünyanın tümüyle başka bir dünya olması gerekir. Bütün olarak batması veya çıkması gerekir ’’Belki o an, tüm ahengiyle bombalar arasında çömelişini, imgeler dünyasını bir saniyeliğine gerçek kılmak adına eylemde uyumsuzluk yaparak denediğini iddia bile edebiliriz. Belki o an -biraz aklı varsa- ölümden korkmuştur, belki – daha fazla aklı varsa- korkmamıştır.
Jacques-Louis David‘in ünlü “Sokrates’in Ölümü” tablosunu düşünelim. Tablo zindanda geçer ve Sokrates baldıran otu zehrini içmeden hemen öncedir. Sokrates son dersini verecektir, bilge bir adam ölmekten korkmaz. Zaten tabloda sakin olan sadece iki kişi vardır öğrencisi Platon ve Sokrates. Bunu aklımızda bulundurarak Ludwig’in hatırladığımız üzere “’Ölüm bir yaşam olayı değildir. Ölüm yaşanmaz. Bengilikten sonu gelmeyen bir zaman süresi değil de zamansızlık anlaşılırsa şimdiyi yaşayan bengi yaşar. Görüş alanımız nasıl sınırsızsa yaşamımız da öyle sonsuzdur.” der ve şu şekilde devam eder; ‘’Nasıl ki ölümde dünya değişmez, yalnızca sona erer,’’ ve ekler “zaman ile uzam içindeki yaşam gizeminin çözümü, zaman ile uzamın dışında yatar.’’ Ve aslına bakarsak toplumsal ve bengi bir eleştiride de bulunuyor olabilir. ’’Mutlunun dünyası, mutsuzun dünyasından bambaşkadır.’’ Biraz bakınınca Tractatus’un (latincede inceleme anlamına gelir) Ludwig Wittgenstein’in köpeğinin adı olması baya ironik bir detay olabilir ve unutmamalıyız ‘’ Görüş alanımız nasıl sınırsızsa yaşamımız da öyle sonsuzdur.’’
Yazar : İzem Ayşegül TOPAL / Uzay Emre ZİLAYAZ
Yönetmen : Álex de la Iglesia
Senaryo : Álex de la Iglesia, Jorge Guerricaechevarria
Görüntü Yönetmeni : Kiko de la Rica
Kurgu / Müzik : Alejandro Lazaro
Oyuncular : Leonor Watling, Elijah Wood, John Hurt, Julie Cox, Burn Gorman, Anna Massey, Jim Carter, Alex Cox, Dominique Pinon
Fransa-İngiltere-İspanya / Suç-Gerilim-Gizem / 108 Dk.
Ben bu filmi izlemiştim ancak hiç bu açıdan bakmamıştım enfes bir yorum olmuş. Bilgisi olan ve/veya öğrenmeyi seven insanlar için çok sürükleyici bir yazı. Bayıldım.
Umarım en yakın zamanda daha fazla yazınızı okuyabiliriz. Gerçekten yeni bir soluk olmuş.
Evet evet umarım en yakın zamanda misafir yazar kadrosundan yazar kadrosuna geçebilirler