“ÖNEMLİ OLAN DÜŞÜŞ DEĞİLDİR YERE ÇARPIŞTIR”
Albert Camus‘nün en az “Yabancı” kadar önemli olan başyapıtlarından “Düşüş” romanı; kendi toplumundan, Parisli küçük burjuva olan bir avukatın; bencil, kindar, yalaka ve kendini beğenmiş halleriyle bir karakterin ahlaki düşüşünü anlatır. karakter aynı zamanda kendine yabancılamıştır. Yazar aslında Fransız toplumunun düşüşünü anlatır.
Evet, “La Haine” filminin son sahnesindeki can alıcı cümle de aynı sözü söylüyor: “Bu düşen bir toplumun hikayesi, düşerken kendini rahatlatmak için şu sözü söylermiş: buraya kadar herşey yolunda”
Fransa; Afrika’ya, Fas’a, Tunus’a, Cezayir’e gidip o ülkeleri sömürürken herşey yolundaydı..
Sonra sömürgelerinin vatandaşları Fransa’ya geldiler; ülke yönetimi bu insanlara şehrin dışında çok katlı aşelem evleri yaparak onları izole etti, kendi eliyle ayrı dünyalar yarattı, onları en alt işlerinde çalıştırarak sömürmeye devam ettiler. Eh gene buraya kadar herşey yolundaydı…
Sonra o insanların çocukları oldu, ikinci kuşakta da çok sorun olmadı ufak tefek pürüzlere rağmen buraya kadar yine herşey yolundaydı, Fransa kibirli burnundan yine kıl aldırmıyordu.
Çocukların çocukları oldu, yani üçüncü kuşak; işin seyri ve rengi değişmeye başladı. Artık hiçbirşey yolunda gitmiyordu ve yere çarpış kaçınılmaz olmuştu…
EN ALTTAKİLER
Günter Wallraff’ın “En Alttakiler” kitabı 1985 yılında yayınlanmıştı. Kitabı aldık okuduk, göçmenlerin hikayesini yazmıştı. Almanya’da Türkler de dahil göçmen işçiler olarak yaşayan insanların aşağılanmasını ve nasıl ayrımcılığa uğradıklarını anlatmıştı. Tabii bu yazdıkları ilk nesil içindi, bu kadar aşağılanmanın, ayrımcılığa uğramanın bir karşılığı olacaktı elbete…
Yeni gelen nesiller bir kısmı bu travmayı atlatarak kendilerine bir sosyal statü oluşturdular ama büyük bir kısmı savrularak adeta bulundukları ülkeye nefretlerini kustular… Fransa’da bu kusma daha şiddetli oldu…
Fransa’nın banliyö bölgelerinde görev yaptım. Strasbourg’un en belalı kolejinde(ortaokulda) öğrencilerim oldu; itaatsiz, saygısız, küfürbaz, alaycılardı… Derslerde başarı gösteremeyen öğrenciler kendilerini bu şekilde gösteriyordu: “ben de varım ve böyleyim beni gör” demek istiyorlardı adeta. Türk vatandaşların çocuklarını okutuyordum; Arap ve Zenciler bizim çocuklardan daha felaket bir durumdaydı.(Dışarıdan bu öğrencileri de gözlemliyordum) Onlara değer verdiğimi hissettirerek aynı zamanda otoritemi de kullanarak öğrencilerimle iyi bir iletişim kurmayı başardım ama ne kadar zorlandığımı anlatamam…
“La Haine” filmini seyredince o çocuklar geldi aklıma, hikayede onların büyümüş halini gördüm…
GÖÇMENLERİN TRAJİK HİKAYESİ
Yönetmenliğini ve senaristliğini Mathieu Kassovitz’in yaptığı 1995 yapımı “La Haine” yani Nefret “Protesto” çevirisiyle Türkiye’de gösterime giriyor. Yönetmen en alttakilere kamerasını tutuyor. Siyah beyaz çekilen film toplumsal ve siyasal olguların sıradan insanın yaşamı üzerindeki etkilerini irdelemeye yönelik olması ve kamerayı sokağa tutması bakımından yenigerçekçi akımına yakın durmaktadır. Üç ana karakter üzerinde üç ana unsur öne çıkıyor; zaman, tabanca, polis…
Filmin finalinde bu üç ana öge bir araya gelerek müthiş bir son oluşturuyor. Saatin tiktakları, tabancanın (tahmin edilemeyen bir şekilde Hubert’in elinde) patlaması, Said’in yüzüne zoomlanan kamerada gözlerinin ifadesi…
Yirmi dört saate sığdırılan büyük bir hikaye; ana kahramanları üç göçmen genç: Yahudi Vinz (Vincent Cassel): Ne yapacağı belli olmayan, öfkeli, hırçın, küfürbaz, zaptedilmez…
Hubert (Hubert Kounde): zenci, diğerlerine göre daha sakin, daha aklı başında; elbette öfkeli ve isyankar ama kendi içinde felsefi derinliği olan, olanaklar oluştuğunda toplumda yer edinebilecek biri…
Said (Said Taghmaoui): Arap, çocuksu ve saf davranışlarıyla hırçınlığı absorbe edilebilecek biri…
Üç anti kahraman ot ve esrar kullanıyorlar, bol bol küfür ediyorlar, öfkelerini kimseye yöneltemedikleri zaman kendilerine yöneltiyorlar. İçlerinde birbirlerine karşı zalim davranan bu gençler dışarıda tam bir dayanışma sergiliyorlar. Özellikle polise karşı…
Bir olay sonrası trenle Paris’e kaçmak zorunda kaldıklarında, polisin bir defaya mahsus onlara nazik davranması karşısında affallıyorlar ama bu şehirde kendilerini yabancı hissediyorlar…
Güzel bir eve girdiklerinde fare deliği gibi yerlerde yaşadıklarını hatırlayıp isyan ediyorlar. Elbette bilinçli ve örgütlü bir isyandan söz etmek mümkün değil, filmin başlığından da anlaşılacağı üzere nefret patlaması yaşıyorlar.
Hiçbir yerde tutunamayan, hiçbir yerde değer görmeyen üstelik kendilerine de değer vermeyen bu üç anti karakter aslında Fransa’nın başına bela olmuş göçmen gençlerin çoğunluğunu temsil etmektedir…
Filmde üç önemli sahne dikkati çekiyor. Paris’teki tuvalet sahnesi; absürd bir durum olarak tuvalette ankesörlü telefon vardır, Said telefonla konuşurken bir yandan da iki yanında tuvaletini yapan arkadaşlarıyla konuşmaktadır, tam bu sırada sifonu çekerek diğer tuvaletten çıkan orta yaş üstündeki Rus adamın ders niteliğinde orada bulunan üç arkadaşa söyledikleri filmin ana mesajını oluşturuyor. “Tuvaletimi yapmak bana iyi geldi,Tanrı’ya inanıyor musunuz aslında yanlış soru, doğru soru Tanrı size inanıyor mu olmalıydı. Bir arkadaşımla Sibirya’ya sürgün edilmiştik” der ve devam eder, tren durduğunda tuvaletlerini yaptıklarını, arkadaşının trenin biraz daha uzağında tuvaletini yaptığı için tren hareket edeceği zaman yetişmek için iki eliyle pantolonunu tutarak koştuğunu, trene bindiğinde pantolonun dizlerine kadar düştüğünü anlatır…
Gençler, yaşlı adamın bunu kendilerine niye anlattığını çözemezler. Diğer önemli sahne; Vinz’in aynada kendi kendine konuşması. Ve en önemlisi de son sahne…
Diğer taraftan neredeyse bütün sahnelerde görülen bir tabanca var. Polisin kaybolan tabancısını bir şekilde eline geçiren Vinz, onu her an patlattı, patlatacak beklentisi ve stresiyle seyircinin yüreğini ağzına getiriyor, gerilimi diri tutuyor. Bir an yönetmenin o silahı ters köşe yapıp artık patlatmayacağını düşünüyorsunuz; ama finalde silah ateş alıyor, ters köşe karakter üzerinden yapılıyor ve silaha karşı olan Hubert’in elinde patlıyor…
Filmde oyuncuların kendi adları ile oynamaları bir bakıma kendiliğindencilik olarak karşımıza çıkıyor; bu da Fransa’da ortaya çıkan yeni dalga akımını çağrıştırıyor. Yönetmen, yeni gerçekçilik akımına karşıt olan doğan yeni dalga anlayışından da yararlanarak her iki akımın özelliklerini birleştirmiş ve güzel bir kompozisyon oluşturmuş.
“La Haine” 1995 yılında Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü, 1996 yılında ise Cesar en iyi film, en iyi prodüktör, en iyi kurgu ödüllerini aldı. Filmin çevrildiği andan itibaren hikayede işaret edildiği gibi olaylar durulmak bilmedi. Banliyö gençleri ve polis arasındaki gerilim hala devam ediyor ve neredeyse her yıl büyük bir olay oluyor. Fransa günahının bedelini ödedi, ödüyor; artık bu soruna köklü bir çözüm bulması gerekiyor…