Sofra Sırları
1965 İzmir doğumlu Ümit Ünal, Bağımsız Türk Sinemasının artık ellili yaşlarına gelmiş olan ilk “auteur “ kuşağının önemli sinemacılarından biridir.
Hemen sinemamızın geçmişiyle ilgili küçük bir hatırlatma yapalım: Genelde “bağımsız” olarak nitelendirilen sinema, örneğin Amerikan Bağımsız Sineması, mevcut stüdyo sistemine karşı bir tür başkaldırı olarak gelişmişken, 1990’ların başında gelişmeye başlayan Bağımsız Türk Sineması, çökmüş bir stüdyo sisteminin ardından, filmlerini yapabilmek için yeni ve farklı finans kaynakları arayan bir genç kuşağın çeşitli estetik yaklaşımları keşfetmesiyle oluşmuştur. Yani bizim bağımsız sinemamız güçlü bir stüdyo sisteminin varlığından değil, yokluğundan doğmuştur. Bağımsız Türk Sinemasının önünü açan sinemacı, tam olarak sistemin dışında kalmasa da, çizgisinden ömür boyunca ödün vermeyişiyle endüstrinin çöküş yıllarının kuşkusuz en özgün yaratıcısı Ömer Kavur’dur. Yeni sinemacı kuşağının ilk önemli “auteuer”leriyse, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu ve Ümit Ünal’dır.
Burada bir parantez daha açarak, bağımsız sinemanın temel öğesi olan “auteur” olgusuna değinmek isterim.“Auteur”, ilk olarak 1950’lerde Fransız Yeni-Dalga sinemacılarının kullandığı, filmini yazan, yöneten, kimi zaman çeken ve kurgulayan, kamerasını bir “kalem” ya da “fırça” özgünlüğü ile kullanan, kitle beğenilerine fazla yüz vermeyen kişisel bir sinemayı yeğleyen, kısaca prodüksiyonun her aşamasında filmine sahip çıkan yaratıcı “yazar yönetmen” i kasteden, Türkçede bire bir karşılığı olmayan bir kavram.
9 Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV mezunu olan Ünal’ın 1986 Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması birincisi ilk senaryosu “Teyzem”, Halit Refiğ tarafından filme çekilmiş, 1986-93 yılları arasında, farklı yönetmenler tarafından filme alınman: “Milyarder” (1987) , “Hayallerim, Aşkım ve Sen” (1987), “Arkadaşım Şeytan” (1988) , “Piano Piano Bacaksız” (1989), “Berlin in Berlin” (1992), “Amerikalı” ve Yaz Yağmuru” (1993) senaryolarının ardından, 2001’de yazıp ve yönettiği ilk filmi “9” ile kamera arkasına geçmiş. Türkiye’nin Yabancı Film Oscar Adayı seçilen, çeşitli festivallerde ödüller alan “9”dan sonra 2004’de senaryosunu yazdığı, her bölümünü farklı bir yönetmenin çektiği “Anlat İstanbul” u 4 farklı yönetmenle birlikte çekmiş.
Peşinden hepsini yazıp yönettiği sinemamızda benzeri olmayan oda sineması örneği bol ödüllü “Ara” (2008), Hasan Ali Toptaş’ın pek çok okumaya açık romanının son derece başarılı ve ilginç bir okuması olan “Gölgesizler” (2008), ölümden kaçmaya çalışırken kırılgan bir kız çocuğunun hayal dünyasını canlı tutmaya çalışan bir adamın öyküsü “Kaptan Feza” (2010) gelir. Uygar Şirin’in senaryosundan çektiği, mantıksal dokusu hiç aksamayan, sinemamızda az rastlanan ve psikolojik gerilim filmi “Ses” (2010) ve 2011’de yazıp yönettiği, farklı inanıştaki farklı insanların hayatlarını yarım gün gibi çok kısa bir süre içinde aynı öykü içinde kurguladığı, “Nar”ın ardından gelen “Sofra Sırları”, Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği sekizinci, yazdığı yedinci film.
Ünal’ı diğer sinemacılardan ayıran bir yönü de, farklı disiplinlerde eser veren bir sanatçı, bir tür rönesans adamı oluşu. Yazar olarak devamlı çalışıyor, senaryo, öykü, roman gibi farklı dallarda ürün veriyor. Profesyonel ressamları aratmayacak seviyede resim yapıyor. Sadece resimleri değil 2016’da sergilemiş olduğu desenleri de heyecan verici. Yönetmen olarak, oluşturduğu kendine has sinema diliyle bir Ümit Ünal Sineması’ndan, bir oda sineması’ndan söz edilebiliyor. Oda Sineması’ndan kastettiğim, sinemanın gelmiş geçmiş en büyük dehalarından İngmar Bergman’ın bazı filmlerinde geliştirdiği, taklit edilmeye çok çalışılmış, ama hiçbir zaman ulaşılamamış bir anlatım tarzı.
Bergman, hemen hepsi “çetesinden” olan birkaç oyuncusunu kısıtlı bir mekâna, sokar, sadece konuşmalarına, yüz ifadelerine, beden dillerine, yani kısaca oyunculuklarına odaklanarak bir öykü anlatır. Bu yöntem size tiyatroyu anımsatıyorsa kesinlikle yanılıyorsunuz. Bergman, mucizevi bir şekilde, tiyatroyla yakından uzaktan alâkası olmayan, yüzde yüz sinema bir iş çıkarır. İlk anda aklıma gelen “Sessizlik”, “Persona”, “Çığlıklar ve Fısıltılar”, “Güz Sonatı” bu tür çalışmalardır ve hepsi de günümüze kadar çekilmiş en iyi filmler arasında olan başyapıtlardır.
İlk izlediğimde “9”, bana böyle bir oda sinemasını çağrıştırmış, pek beğendiğim bu filmi hemen ders programıma almıştım. “Ara” ve yenilerde “Nar”, Ümit Ünal’ın kesinlikle tek mekânda yüzde yüz sinema yapabilen çok az sayıda “auteur”den biri olduğunu gösterdi.
“Sofra Sırları”, bir zamanlar büyük aşk yaşadığı kocasının peşinden doğup büyüdüğü İstanbul’u terk eden, adamın işi yüzünden yaşamını Anadolu kasabalarında sürdürmüş olan, yıllar geçip kocanın ilgisi de sevgisi de tükendiğinde, yabancısı olduğu bir taşra kasabasında evine kapanarak, kendini yemek pişirmeye vuran utangaç ve sevimli Neslihan’ın hikâyesi. Neslihan’ın, kasvetli yaşamından kaçmak için düşlediği fantezi bir dünyaya sığınmaktadır. Neslihan, bu düşsel evrenin pırıl pırıl aydınlatılmış bir stüdyosunda, “Sofra Sırları” adlı yemek programının şık ve bakımlı sunucusudur. Ancak, yaşamak zorunda kaldığı gerçekler, sığındığı düşsel mekânı zorlamaya başlayacak, giderek Neslihan, hayali seyircileriyle sadece sofra sırlarını değil, yaşam sırlarını da paylaşmaya başlayacaktır.
Neslihan’la kocası Ethem’in korkunç duygusuz bir tekdüzeliğe dönüşmüş ilişkisi, aslında maço erkek egemen toplumun yarattığı bir yumurta-tavuk hikâyesidir. Kocasının sözünden çıkmayan, maddi ve manevi şiddet uygulamasını kolayca sindiren, aldatıldığını öğrense bile tepki göstermeyecek kadar ruhen körelmiş, umutsuz ev kadını Neslihan, tam da Ethem’lerin, Mehmet’lerin, Ahnet’lerin idealindeki eştir. Ancak bu ideal eş, kendisinden beklendiği gibi, yaşamda ve yatakta robotlaşmaya başlayınca erkeği bu tepkisiz robot-kadından sıkılacak, kendine farklı heyecanlar aramaya başlayacaktır…
Aslında öykü hakkında pek fazla ipucu vermek istemesem de, filmin afişinde, “mükemmel bir ev hanımı, mükemmel bir aşçı, ve bir seri katil” dendiği için ayrıntılara biraz gireceğim.
Kocasının ayrılmak istemesiyle, Neslihan önce yaşamakta olduğu bu karabasan gibi rutinden kopmamak için direnecek, sonra da azar azar bir bilinçlenme ve özgürleşme sürecine girecektir. Bu süreçte kocadan aşüfte komşuya, kocanın iş arkadaşlarından çiçekçi çocuğa, karşılaşılan her türlü engel aşılacak, gerekirse bunun için cinayet bile işlenecektir. Mekanik kuralları ve sınırları olan tür filmlerinden uzak durmuş olan Ümit Ünal burada da bildik “seri katil filmi” türünü alt üst edierek Neslihan’ın tragedyayı çağrıştıran dramatik öyküsünü, hınzır, fırlama bir kara mizah güldürüsü olarak anlatıyor.
Hınzır senaryosu, yeni yeni keşfetmeye çalıştığı bir dünyaya o kocaman masum gözlerle bakan, bir sarılmaya muhtaç olacak kadar sevgiye ve ilgiye susamış Neslihan’ın karşısına içten pazarlıklı, paragöz ve kötü niyetli kurbanlarını çıkardığında asıl canavarın öldüren mi öldürülen mi olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Ve Neslihan, seri katil olmaktan çıkıp bir intikam meleğine, giderek Robin Hood gibi ezilenlerden yana bir adalet kılıcına dönüşüyor.
Bu karanlık ve son derece komik güldürüyü yönetirken büyük başarıyla, mekanın da filmin önemli bir karakterlerine dönüştüğü bir oda sineması olarak ele alıyor. “9”, “Ara” ya da “Nar” da tek mekana sınırlı bütçelerin de zorlamış olduğunu söyleyen Ünal, bu kez daha rahat bir bütçeyle çalışmasına karşın, Neslihan’ın içinden çıkamadığı kısır döngünün, eve kapanmışlığın, kapatılmışlığın ifadesi olarak filmin neredeyse tamamını Neslihan’ın evinin içinde çekiyor.
Az biraz kullandığı dış mekan çekimlerini, Neslihan için açık hava hapishanesinden başka bir şey olmayan Tirilye’de, kışın gündüzü de güneşsiz karanlığında gerçekleştirmiş. Doğa da destek vermiş, senaryoda düşünülmemiş olan bir kar yağdırarak filmin görselliğine etkileyici bir katkıda bulunmuş. Final sekansında İstanbul’u bir geminin camlarına yansımasıyla gösterdiğinde, özgürlüğüne fiilen kavuşmuş olsa da, Neslihan’ın yıllar önce terk etmiş olduğu İstanbul’una kavuşamayacağını, ancak onun bir yansımasına, bir hayaline kavuşabileceğini söylüyor sanki.
İlk filminden beri kusursuz bir oyuncu yönetmeni olarak tanıdığımız Ümit Ünal, benzersiz kadrosuyla yine harikalar yaratıyor. Bunda İstanbul Modern’deki söyleşide de ifade ettiği gibi, çekim detaylarına kadar tamamlanmış bir senaryo ile çekime başlamasının büyük etkisi var. Bütün yan karakterler inceden inceye düşünülmüş, derinlemesine ele alınmış. Filmdeki fonksiyonu, Neslihan’ın etrafındaki ölüm furyasında kadından şüphelenmek olan komiser bile, iki üç cümle ile geçmişini tahmin ettiğimiz, hayallerini duyumsadığımız kanlı canlı bir kişiliğe bürünüyor. Böylece, erkekler takımı olsun (Fatih Al / Ekrem, Alican Yücesoy / Komiser, Ferit Aktuğ / Mehmet, Emrah Kolukısa / Ahmet, Fırat Altınmeşe / Ramo), kadınlar takımı olsun (Elit Andaç Çam / Meral, Burcu Halacoğlu / Müjgân, Burcu Seyben / Kadriye) dört dörtlük, müthiş inandırıcı bir ekip oyunculuğu çıkarıyorlar.
Filmin asıl yükünü taşıyan, neredeyse tamamında ekrandan çıkmayan Demet Evgar ise olağanüstü. Tiyatro ve sinema oyunculuğu müthiş farklı iki disiplindir. Demet Evgar’ın, bu ayırımı neredeyse insiyaki olarak yapan, sahnede tiyatrocu, filmde sinemacı olabilen az sayıda oyuncudan biri olarak, her iki ortamda da canlandıramayacağı, kendine mal edemeyeceği karakter yok gibidir. “Sofra Sırları”ının Neslihan’ına da tüyler ürpertici bir yorum getiriyor.
İstanbul Modern’deki söyleşide Ümit Ünal’ın Neslihan’daki değişimi adım adım izlediğini, oya gibi işlediğini hayranlıkla anlatan oyuncu, filmin başında güçlü, kendinden emin düşsel Neslihan ile ezik, ruhsuz gerçek Neslihan’ı taban tabana zıt iki karakter olarak ele alıyor. Neslihan’ın, özgürleşmeye, bir insan olarak var olmaya yolculuğunda, değişimin safhalarını tüm bedeniyle milim milim veriyor ve Neslihan’ın artık evi/geçmişi terk ettiği son sahnede saç modeli ve giysisiyle hayal ettiği kişiye dönüşümünü tamamlıyor. Müthiş!
Ümit Ünal ilk filminden beri çok etkilendiğim, her yeni filmiyle çıtayı daha da yükseltmeyi başaran, sinemamızın önemli “auteur”lerinden biri. “Sofra Sırları” şu ana kadar yaptığı en iyi film. Çok başarılı oyunculukları ve özellikle Demet Evgar’ın Neslihan’ı için ikinci bir kez izlenmeye değer. Kaçırmayın.
OL MA MIS diye buna derim..
Malesef ki Türkler hep taklit ediyor ama tam olmayınca ortaya böyle herseyden biraz AŞURE gibi filmler cıkıyor
Son zamanlarda seyrettiğim Türk sinemasının özel eserlerinden biriydi bana göre. Çok özel ve güzel bir filmdi. Emeği geçen ekibe çok çok teşekkür ederim.