Sokağın Dili Olsa    /    If Beale Street Could Talk

Bu yıl İstanbul Film Festivali seçkisinde yer alan “Sokağın Dili Olsa” filmi her yönü ile merak uyandırıcı. Yönetmeni 2017 yılında üç dalda oscar ödülü kazanan “Moonlight” filminin yönetmeni Barry Jenkins. Film, Afro-Amerikan yazar James Arthur Baldwin‘in Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan, Seçkin Selvi‘nin çevirisi ile ülkemizde de ilgi uyandıran “If Beale Street Could Talk” eserinden uyarlanma. Üstelik filmin oyuncularından Regina King, filmdeki performansı ile bu yılın akademi ödüllerinden birisi olan “en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü”nün de sahibi.

Bahsettiğim gibi filmin senaryosu bir romanı temel alsa da, sanki bir şiirden esinlenilmiş gibi duru ve akıcı bir anlatıma sahip. Sinemada, o karartılmış ekranda, ilkin mekan olarak seçilen ve siyahilerin yoğunlukla yaşadığı New Orleans’taki Beale sokağının edebi tasvirini görüyoruz. Ve bu temel üzerinden bir insan hakları sorunsalı, yargının da olumsuz katkısı ile sonuna kadar bu ilk anlatımı doğruluyor. Anlatıcı, dış ses sahibi Tish (Kiki Layne) burayı babasının, cazın dahisi Louis Armstrong‘un ve bir nevi ezilenlerin sesi olan caz’ın doğduğu yer olarak tanıtıyor. Ona göre ve aslında tüm bilenler için siyahiler nerede doğarsa doğsun aslında Beale sokağında doğmuşturlar, burası onlara bir mirastır. Ancak bu angaje, didaktik bir yöntemle izleyiciye sunulmuyor. Geri planda kalmayan, sinema açısından unutulmaz bir aşk düzleminden hareketle ilerleniyor.

Sokak, iki aşık Tish ve Fonny’den (Stephan James) aktarım ile aslında tüm 1970’lere kadar, hatta günümüze dahi uzanan o melanet Amerikan ırkçılığının dehşetini, kişisel dramlara sebep olan yanlarını bir nevi haykırıyor. Filmin ilk sekanslarında olağanüstü müzikler eşliğinde iki sevgiliyi, Tish ve Fonny’i bir parkta, merdivenlerden inerken görürüz. Flashbacklerin katkısı ile küçüklükten beridir birbirlerini tanıyan, ilk cinsel deneyimlerini yaşayan, iki sevgili artık tüm saflığı ile karşımızdadır. Ama hayat hep iyi yönleri ile yok maalesef.

Film sürecinde Amerikan caz ve blues müziklerinin hisleri, bizdeki ağıt benzeri durumların ilk işaretleri veriliyor. Filmdeki caz, bizdeki bir nevi arabesk gibi acı aktarımının vasıtası oluyor. İşte bu geriye dönüşlerle, sevince engel tüm haller bir bir ekrana dökülüyor. Üstelik bunu kör göze sokarcasına yapmayıp, öyle bir anlatım dili ile sunuyor ki, filmin sonuna gelindiğinin farkına varamıyoruz. Ara sıra araya katılan siyah-beyaz politik yoğunluklu fotoğraf kareleri, Tish’e sarkıntılık eden beyaz adama dönük polis koruyuculuğu, siyahilerin ev bulmakta dahi yaşadığı sorunlar da sokağın dili, Tish’in o müthiş masumiyet halleri ile birlikte sunuluyor.

Yönetmen Jenkins klasik bir anlatım tarzı sunmamakta. İzleyenler de fark edecekler ki, o tüm zorluklar, sevinçler, aşklar hep bedenin sesi olan yüz’ün diliyle anlatılıyor. Aşk gözlerden sıçrıyor, yüz kadraja yanaşıyor; hemen ardından ekran buğulanır ve müzik başlar. Anlatım dili kimi yönleri ile Pablo Larrain ve Terrence Malick‘i anımsatır. Ve tüm bunlardan arka kalmayan tema olan o lanet ırkçılık ile bulamaç adaletsizlik düzeni de teşhir edilir. Porto Rikolu kadın Victoria Rogers’a (Emily Rıos) yapılan cinsel saldırının Fonny’e haksız bir önyargı ve ırkçı saiklerle suçlama olarak yöneltilmesi, buna dönük masumiyeti ispatın zorlukları ve o sevimli Alonzo’nun (Kaden Byrd) sancılı büyüme hikayesi.

Bilindik bir hikayeden, özellikle Layne ve King’in sinema’da Stanislavski sistemi oyunculuğu gibi asla teatrele kaçmayan, rolün tam ruh haline bürünen doğal oyunculukları ile filmden bize kalanın en önemlisi ırkçılığın aşkın büyüsüne dayanamayacağıdır. Tish ve Fonny, görüş günlerinde ahizelerle konuşurken, Tish’in hiç ümitsizliğe kapılmaya el vermeyen o güçlü duruşu unutulur gibi değil. Üstelik ırkçılık da yenilmez değildir. Buna dair de umut vardır. Fonny’in Tish’e market içindeki saldırıyı gerçekleştiren kişiye tepkisi üzerine ırkçı polisin saldıranı değil de, Fonny’i tutukladığını belirttiği anlarda, market sahibi beyaz kadının buna tepkisi gibi. Üstelik başka ulus ve dinlerdeki insanların da sevgi anları bazen ekrana yansır.

 

Tish ve Fonny’in sıklıkla buluştukları İtalyan restoranttaki garsonun (Boby Conte Thornton) sevgililere sevgiyle yaklaşımı ve ev bulmakta onlara zorluk çıkarmayan Yahudi Levy’in (Dave Franco) her türlü tepkiye karşın evi kiraya vermesinde görüldüğü üzere. Ve yine Fonny’in ailesinin baskısı gibi bireysel; adalet mekanizmasının çürümesi şekliyle de toplumsal yönlerinin sevgili olmanın, yani o büyük tutkunun yanında yok olacağına dair inancı vermesidir bize kalanlar. Tıpkı Alonzo’nun cezaevinde, görüş günü, gardiyanlar arasında, anne ve babasının ellerinden tutarak aile birliğinin sarsılmayacağını, şükrederek saf duygularla verebilmesindedir. Bu nedenlerle işte sokağın olduğu gibi, sinemanın dili de bu filmi kaçırmayın diyor bize.

OrtaKoltuk Puanı:

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz