Cannes Film Festivali’nin 5 Günü
Mayıs ayında sinemanın kalbinin attığı Cannes Film Festivalinde, 4.000’i basın mensubu olmak üzere 150 ülkeden 35.000 sektör ilgilisi bir araya geliyor. Bu yıl 78. Festival birkaç ilke imza attı. Festival afişi ilk kez 2 resimden oluştu : 60 yıl öncesinin Altın Palmiye Ödülü galibi “Bir Erkek ile Bir Kadın” filminin kahramanları Jean-Louis Trintignant ile Anouk Aimée’yi birbirlerine sarılırken gösteren 2 ayrı resim. Açılış Galasında ilk kez bir kadın yönetmenin filmi gösterildi. Genç yetenek Amélie Bonnin’in “Partir Un Jour” adlı müzikal filmi galanın izleyicilerine keyifli bir seyirlik yaşattı. Festival yönetimi sinema tekniğinin ulaştığı zirveyi, festivalin ana salonu Lumiere’e Dolby Atmos sistemiyle taşıyarak izleyicilere, projeksiyon sırasında görsel ve işitsel bir şölen sundu. 2309 koltuklu Louis Lumiere salonu Dolby Atmos teknolojisini uygulayan Avrupa’nın en büyük salonu oldu.
78. Festival galalarda ilk kez kıyafet kurallarında dikkati çeken değişiklikler yaptı. Festival yönetimi, vücudu gösteren transparan elbiseler ile büyük kuyruklu, gösterişli kıyafetlerin kırmızı halıda yasaklandığını duyurdu. Yayımlanan yönergede, “nezaket” gerekçesiyle kırmızı halıda çıplaklığa ve aşırı hacimli elbiselere izin verilmeyeceği ve kurallara uymayanların kırmızı halıya erişimi festival görevlileri tarafından engelleneceği açıklandı. Her yıl genç yeteneklere imkan tanıyıp sinemaya yeni keşifler kazandıran Cannes Film Festivali, bu yıl sadece filmler ve starlar ile değil, aynı zamanda dünya siyasetinin gölgesinde geçen tartışmalarla da gündemdeydi. ABD’de 2. başkanlık dönemine fırtınalı bir başlangıç yapan Donald Trump‘ın “yabancı ülkelerde çekilen filmler”de getirmeyi planladığı gümrük tarifeleri festivalde konuşuldu.
Festivalin 2. günü gösterilen Tom Cruise’un “Görevimiz Tehlike : Son Hesaplaşma / The Final Reconing”in, tıpkı 3 yıl önce aynı aktörün “Top Gun : Maverick”inde olduğu gibi fırtınalar estirdi. Cannes’da Altın Palmiye Ödülü kazanan 2 filmin (“Taksi Şoförü” ve “Misyon”) başrol oyuncusu olarak sahneye çıkan Robert de Niro, bu kez Onursal Altın Palmiye Ödülü ile taçlandırıldığı için Açılış Galası’nın yıldızı oldu. Leonardo Di Caprio, De Niro’ya ödülünü takdim etmeden önce uzun bir konuşma yaptı. “Kendisini henüz 15’indeyken keşfeden kişini De Niro olduğunu, kendisine yolgöstericilik yaptığını ve kariyerini ona borçlu olduğunu anlattı. Ben 50 yıldır Robert de Niro’nun fotografını her gördüğümde, “Taksi Şoförü” rolünü oynarken aynanın karşısına geçip kendine “Benimle mi konuşuyorsun ?” diye hitap eden, kafasını sıyırmış Vietnam gazisi Travis Bickle aklıma gelir” dedi.
Cannes Film Festivali, sinema dünyasının uluslararası film festivallerinin en görkemli Açılış ve Kapanış Galalarını tertiplamedeki ayrıcalığıyla tanındı.
78. Festivalin açılışı ve ödül töreni seremonilerinin takdimcisi, Fransız sineması ve tiyatrosunun prestijli ismi, Comédie Française aktörü Laurent Laffite oldu. Uzun bir girişle başlattığı konuşmasını, ana yarışmanın Oscar ödüllü başkanı Juliette Binoche’u, jüri üyeleri İtalyan oyuncu Alba Rohrwacher, Amerikalı yönetmen / oyuncu Halle Berry, G. Koreli yönetmen Hong Sang-soo, Meksikalı yönetmen ve senarist Carlos Reygadas, Fransız-Faslı yazar Leila Slimani, Kongolu yönetmen ve belgeselci Dieudo Hamadi, Hintli yönetmen ve senarist Payal Kapadia ve Amerikalı oyuncu Jeremy Strong’u tanıttı. Fransız- Kanadalı şarkıcı ve söz yazarı Mylene Farmer tek bir şarkı söyledi.
Ana yarışmada 4 filmle temsil edilen Amerikan sineması, yarışma dışı gösterilen filmleriyle de ağırlığını hissettirdi. Bunlardan “High and Low” ile Akira Kurasawa’dan esinlenen Spike Lee, çok sevildiği bu festivalde öne çıkmayı başardı. Filminin başrolünde yine fetiş oyuncusu Denzel Washington vardı. Ağabeyi Joel’in gölgesinden çıkıp, senaryosunu yazıp yönettiği filmi “Honey Don’t” ile Ethan Coen başarılı bir gizemli cinayet gerilim filmi örneği sundu. Tebessümüyle ekranı renklendirirken izlemeye alışık olduğumuz Amerikalı süperstar Scarlett Johansson, 2. yönetmenlik denemesi “Eleanor The Great” ile festivalin yan bölümü Belirli Bir Bakış’ta boy gösterdi. Johansson kadar güzel ve yetenekli 2. bir Amerikalı süperstar Kristen Stewart senaryosunu yazıp yönettiği “The Chronology of Water”da ilk kez oturduğu yönetmen koltuğunun hakkını verdi. Bu biyografik drama dilmi de Belirli Bir Bakış bölümünde yer aldı.
Kariyerinin ilk 3 filmiyle fırtınalar yaratan Ari Aster ilk kez katıldığı Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında modern westerni kara komedi “Eddington” ile düş kırıklığı yaşattı. Tümü tanınmış bol sayılı oyunculu filmleriyle ünlenen Wes Anderson, gizemli komedisi “The Phoenician Scheme”de Roman Coppola ile birlikte yazdığı senaryo ile, çizgi dışı, özgün taklit edilemez sinamasının yeni bir örneğini verdi. Festivalin en merak edilen filmi “Nouvelle Vague” ile Amerikan Bağımsız Sinemasının öncülerinden Richard Linklater, hayranlarını ve Fransız Yeni Dalga Akımının özlemini çeken benim gibi sinefilleri mest etti. Son Amerikalı yarışmacı Kelly Reichardt, 1970’te geçen bir müze hırsızlığını anlattığı “The Mastermind” ile yeteneğini kanıtladı.
Ev sahibi Fransa’yı ana yarışmada temsil eden 4 filmin dışında, Açılış Galasında genç bir Fransız kadın yönetmeni Amélie Bonnin, “Partir Un Jour” ile Fransız sinemasının prestijine hizmet etti. “Cherbourg Şemsiyeleri” ve “Emilia Perez” gibi 2 Fransız müzikali başyapıtını akla getiren film izleyicilere hoşça vakit geçirtti. Dünya prömiyerini Cannes’da yapan “Görevimiz Tehlike : Son Hesaplaşma / The Final Reckoning” izlenmesi son derece yorucu bir film. Türden hoşlanmyanlar sayısız entrika ve teknolojik bilgi bombardımanı altında kalabiliyorlar. Ancak filmin son yarım saatindeki başdöndürücü uçakla takip ve uçaktan uçağa geçme sekansı, “Son Hesaplaşma”yı bu son bölümüyle izlenmeyi hak eden bir film yapıyor.
Fatih Akın’ın “Amrum” adlı filmi Cannes Classics bölümünün açılışını yaptı. Fatih Akın ve oyuncusu Diane Kruger salona girerken ve filmin sonunda izleyiciler tarafından uzun uzun alkışlandı. Fatih Akın çok sevdiği hocası Hark Bohm’un çok çekmek istediği ancak bu arzusunu gerçekleştiremediği konuyu bizzat filme aldı. 1945 ilkbaharında, Almanya’nın savaşı kaybettiğinin belli olduğu ve Hitler’in ölüm haberinin geldiği günlerde yaşanan travmayı anlatıyor. Film babası savaşta esir düşen, Nazi hayranı annesinin yeni doğum yapmasına rağmen açlık grevine girmesini engelleyemeyen, 12 yaşındaki Nanning’in bakış açısından anlatılıyor. Bir yeniyetmenin büyüme hikayesinde, Nazizme körü körüne inanan insanların yaşadığı travma ile, saçma buldukları bir ideolojiyle alay eden Almanların karşı karşıya gelmelerini izledik.
Dominik Moll “Dossier 137”de Paris’ten doğum yeri Haute Marne bölgesine bir olayı soruşturmak için gelen polis müfettişi Stéphanie’nin adalet arayışını anlatıyor. Paris’te sarı yeleklilerin protesto nümayişine katılan bir gencin polis tarafından ağır yaralanması konulu “131 no.lu vakayı” yardımcısıyla soruşturan Stéphanie eline geçirdiği bir videoda, ateş eden 2 polisi teşhis eder. Ancak polisin üst düzey yöneticileri ve İçişleri Bakanlığı suçluların cezalandırılmalarını engeller. Fransa gibi bir hukuk devletinde, dokunulmazlık sağlanan polisin koruma altına alınması ayıbını, Dominik Moll çok etkileyici bir mizansen eşliğinde gözlere seriyor. Maiwenn’in Cannes’dan Jüri Ödülü sahibi film “Polisse”i (2011) akla getiren konusuyla, cinayet draması “Dossier 137”, Fransız polis teşkilatının iç yapısını ve bireysel vicdan muhasebesini derinlemesine incelemeyi sürdürüyor.
Sergei Loznitsa’nın “İki Savcı / Deux Procureures”ü 1937’nin Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde, rejim tarafından haksız yere suçlanan on binlerce mahkumun yazdığı mektupların yakılmasıyla başlıyor. Yanmaktan kurtulan bir mahkum mektubunun idealist bir savcının eline geçmesiyle başlatılan soruşturmayı merkezine alan film, dikta rejimlerinin acımasızlığını gözlere seriyor. Kolay tahmin edilebilir sürprizli finalli filmiyle, Loznitza eleştirel sinemasını sürdürüyor. Politik filmleriyle ünlenen Ukraynalı usta, hukuk kuralarını hiçe sayan, dokunulmazlığı olan gizli polisin marifetlerini anlatırken, bizlere yurttaşlık görevimizin demokrasiye sahip çıkma mücadelesi olduğunu hatırlatıyor.
Ünlü oyuncu Hafsia Herzi 4. yönetmenlik denemesi olan “La Petite Derniere”de çok cesur bir konuyu, eşcinsel eğilimi olduğunu keşfeden dindar bir Müslüman kızın yaşadıklarını anlatıyor. Bir erkekle platonik bir ilişki yaşarken internetten tanıştığı bir kızla ilk eşcinsel tecrübesini yaşayan Fatima, Koreli bir kıza aşık olur ancak terkedilince bunalıma girer. Lezbinlerin devam ettiği bir barda tanıştığı kadınlarla ilişkilerini sürdürür. Dini vecibelerini sürekli yerine getiren Fatima bir imamdan yardım talep eder. İmam erkek görünümlü genç kız dişiliğini kullanıp erkeklerin ilgisini çekmesini önerir. Fatima’nın eski erkek arkadaşıyla yaşadığı cinsel ilişki işe yaramaz. Film çok gerçekçi bir final bölümüyle noktalanır. Ana yarışmanın ilk filmi, Alman yönetmen Mascha Schilinski’nin “Sound Of Falling”i, 4 farklı kuşaktan kadınların yaşamlarını, Almanya’nın Altmark bölgesindeki aynı çiflikte geçen yüzyıllık bir zaman diliminde birbirlerine bağlayan bir anlatı sunuyor. Bu son derece iç karartıcı, karamsar, karanlık, kasvetli, ağır atmosferli ve fazla iddialı film beklentilere cevap veremiyor. Sembol yüklü, izlenmesi zor, Haneke’nin Altın Palmiye ödüllü “Beyaz Bant / The White Ribbon”u akla getiren filmin en uzun bölümü 9 yaşındaki masum bir kızın gözünden anlatılıyor.
Olivier Laxe dramatik gerilim filmi “Sırat”ta, oğlunun eşliğinde kayıp kızının izini süren bir babanın, kuzey Afrika çöllerinde geçen içsel ve fiziksel yolculuğunu anlatıyor. Luis (Sergi Lopez) kızının 5 ay önce Fas’ta bir parti sırasında kaybolmasının ardından, çölde düzenlenen bir başka partiye katılarak, bir grup gençle birlikte Atlas Dağlarını aşmaya çalışır. Bu son derece zorlu ve tehlikeli yolculuk, sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal bir keşif halini alır. Başrollerden birini tek kolu kesik bir amatör aktör, diğerinde takma bacaklı bir başka engelli oynuyor. “Sırat” çok özgün, tansiyonu fefkalade yüksek, özgün bir distopya filmi olarak alkışlandı.