FİLM EKİMİ 2021 İZLENİMLERİ 1
Fransız Sinemasının Gövde Gösterisi
İKSV, pandemi sonrası ilk kez fiziksel olarak yapılan 2021 Film Ekimi programında son yılların en doyurucu seçkilerinden birini canlı olarak izlememize olanak tanıdı. Birkaç yazı ile bu seçkiden seyredebildiklerime ait izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. İlk olarak bu yıl festivallerin çok sayıda ödülünü kazanmış olan Fransız Sinemasının genç kuşağının önemli işlerini ele alacağım.
“Titane” (**** 1/2)
2016’da 33 yaşındaki Femis mezunu kadın yönetmen-senaryo yazarı, Julie Ducournau, benzersiz bir teknik ustalıkla kotardığı, çoklukla “Raw /Çiğ” adıyla bilinen ilk filmi “Grave” ile Cannes’dan bir FİPRESCİ dahil 24 uluslararası ödül kazanır, yamyamlık göndermeleri de taşıyan bu filmiyle o güne kadar sadece erkek sinemacıların tekelinde kalmış olan bol kanlı ve aşırı ürkünç “gore” tarzına ilk kez kadın elinden çıkma bir başyapıt kazandırır. Beş yıl sonra yırtıcı tarzını daha da çılgın boyutlara taşıdığı ikinci uzun metrajı “Titane”, Cannes Film Festivalinde oy birliğiyle Altın Palmiyeyi alır.
Altın Palmiyeyi kazanan en çılgın filmlerden biri olan “Titane”, arabanın arka koltuğunda oturan kız çocuk Alexia’nın otomobil kullanan babasını rahatsız ederken ciddi bir kazaya sebep olmasıyla başlar. Kafatasına cerrahi müdahaleyle titanyumdan bir levha takılan (“titane”, titanyumun Fransızcasıdır) kızın her türlü metalden nefret edeceği düşünülse de, tam tersine, Alexia hastaneden çıkar çıkmaz babasının otomobiline aşkla sarılarak şevkle öper.
Film, sosyal medyada dansçı olarak epey tanınan, 30’lu yaşlarına gelmiş Alexia’nın (Agathe Rousselle) bir otomobil şovunda, arabayla neredeyse müstehcen bir yakınlığa ulaşan dans gösterisine geçer. Şovun ardından Alexia, peşinden otoparka gelen, tacizci olmasa bile epey tahrik olmuş görünen hayranını öldürür. Bu noktadan itibaren “Titane” çılgın, uçuk, bol bol kan dökülen, ölümcül bir seri cinayet şölenine dönüşür. Kara mizahın hep var olduğu katliam öyle müthiş bir görsellikle aktarılır ki, uygunsuz bir yakıştırma olarak görülebilecek “şölen”, yaşananları tanımlayacak en doğru sözcüktür.
Ducournau’nun karanlık vizyonu, esin kaynakları olan Cronenberg ya da Lynch’in de yapmış olduğu gibi, mantığı zorlamaktan, fantastiğe kaymaktan katiyen çekinmez. Cronenberg’in, aşırı şiddetle aşırı erotizmi harmanlayan, trafik kazalarının cinsel dürtüleri alevlendirdiği, çekilmesinden 25 yıl sonra bile taptaze kalmış başyapıtı, “Crash”a açıkça selam gönderen Ducournau, ustasının çılgınlığını da aşarak, “Crash”ta cinselliğin katalizörü olarak pasif bir rol yüklenmiş olan otomobile, aktif bir maço cinsellik kazandırır ve ona hamileliğinin sonlarında memelerinden süt yerine makine yağı gelecek olan Meryem’ini tohumlamak tanrısal bir görev verir. Metal-insan simbiyozu dendiğinde “Titane”ın bir başka çılgın ustaya, “Tetsuo: The Iron Man”ın yaratıcısı Shinya Tsukamoto’ya da selam çaktığını unutmamak gerekir.
Kimliğini artık saklamak gerektiğini fark eden Alexia, saçlarını tıraş eder, hunharca burnunu kırar, fark edilmemeleri için memelerini sıkıca bantlar ve erkek kıyafetine girerek oğlu on yıldır kayıp olan itfaiye şefi Vincent’ın (Vincent Lindon) karşısına, bulunmuş 17 yaşındaki oğlu Adrien olarak çıkar. (Referans meraklısı olanlar için, Bart Layton’un 2017 tarihli belgeseli “The İmposter”ı da hatırlatalım.) Bu kez başkişisini, sımsıkı bir aile olarak kenetlenmiş itfaiyecilerin arasına sokan Ducournau, cinsiyet karmaşasını etkileyici homo-erotik boyutlara çıkarırken, sevgisiz ve yalnız insanların umut edebilmek için nasıl en olmayacak, en mantıksız inançlara bile kapılabildiklerini yalın, ama müthiş dokunaklı bir dille aktarır. Kanımca tüm sinema tarihinde defalarca söylenmiş de olsa, “senin kim olduğun umurumda değil” cümlesi hiçbir zaman bu kadar derinlikli bir güçle telaffuz edilmemiştir.
Sonuç olarak benzersiz sinema dili, nefes kesici temposu, sayılmış olan ya da akla gelebilecek tüm referanslar bir yana, müthiş ilginç ve özgün öyküsü, iki başkişisinin olağanüstü oyunculuklarıyla, kendinden başka hiçbir filme benzemeyen son yılların sinema olaylarından biri. Gösterime girdiğinde sakın kaçırmayın, ama mutlaka geniş ekranlı parlak ses düzenli bir sinema salonunda izleyin derim.
“Tout s’est bien passé / Her Şey Yolunda” (***1/2)
Emmanuèle Bernheim’in (1955-2017) otobiyografik romanının François Ozon tarafından yapılan uyarlaması “Tout s’est bien passé / Her Şey Yolunda”, yazar yönetmenin son yıllarda edindiği ağırbaşlı ve karamsar bakış açısının son örneğidir. “Frantz” (2016) ile ölüm, matem ve suçluluk temalarını, “Grâce à Dieu” (2019) ile Katolik Kilisesi bünyesindeki çok sayıda pedofili olayını, “été 85” (2020) ile genç ölümlerini ve intiharlarını ele almış olan Ozon, bu kez yaşlılığın yıkıcı etkilerine ve ötanazı konularına eğiliyor.
Konuyu kısaca özetlersek, Emmanuèle’in 85 yaşında felç geçiren babası hastaneye kaldırılır. Yaşama tutkuyla bağlı olan bu adam uyandığında, eksilmiş ve bakıma muhtaç kalacağını fark edince, kızından ölebilmek için yardım etmesini ister.
Aslında ölüm teması, ilk uzun metrajı “Regarde la mer”den hınzır “Sitcom”una, “Le temps qui reste”ten “Les amants criminels”e Ozon’un ilk dönem filmlerinde de sık sık üzerine gittiği bir oluşumdur. Ve bütün bu filmlerde yapmış olduğu gibi, bu son filminde de aşırı duygusallığa kaçmadan, yalın bir içtenlikle olayların dokunaklı boyutunu aktarmayı başarır.
Sanayici baba ile entelektüel kızının yakınlığından, karşılarına çıkan ikilemin ve getireceği büyük acının farklı karakterde iki kız kardeşi sevgi dolu bir işbirliğine götürmesine ikili ilişkileri dantel gibi işleyen Ozon, müthiş bir oyuncu yönetmeni olduğunu bir kez daha kanıtlar. Olağanüstü güzel yaş alan Sophie Marceau, çocuk yıldızlıktan gelen tüm gereksiz biçimciliğinden kurtularak canlandırdığı Emmanuèle ile uzun kariyerinin en iy performansını sergiliyor. Onun yanında ikincil gibi dursa da Géraldine Pailhas, duru ve yalın oyunuyla çok etkleyici. André Dussolier’nin babaya getirdiği parlak yorumun bence Fransız Oscar’ı olarak bilinen César Ödüllerinde şansı çok yüksek. Yine de filmin en güzel sürprizi, iki eski dostla, kırılmış ve depresif eş olarak Charlotte Rampling ve İsviçre’deki yasal ötanazi kliniğinin temsilciliğini yapan emekli yargıcı canlandıran Hanna Schygulla ile yeniden buluşmak.
İnsancıl ve dokunaklı bir konuyu, aşırı Kısduygusallığa düşmeksizin, usta işi saygınlıkla aktaran etkileyici bir film.
“ Annette” (****)
Daha öce uzun bir yazıda söz etmiş olduğum “Annette”, dramatik müzikal türüne yepyeni bir soluk getiren, Leos Carax’ın aykırı filmografisinde de parlak bir yer tutacak çok özel bir film. Carax’ın tüm filmleri gibi kayıtsız kalınamayacak, ya çok beğenilecek ya da nefret edilecek bir film. Ben çok sevenlerden biri olarak kaçırmayın derim. 22 Ekim’de vizyona giriyor. Karar sizin.
“Guermantes” (***1/2)
Fransız sinemasının önemli yaratıcılarından Christophe Honoré, sahne sanatlarına da el atmış, oyunlar sahnelemiş, yönettiği operalara çok ilginç yorumlar getirmiş bir sanatçı. YouTube’da çevrimiçi canlı olarak izlemiş olduğum Aix-en-Provence Festivali için sahnelemiş olduğu çift primadonnalı “Tosca” kanımca olağanüstüydü. Pandemi döneminde çektiği son filmi “Guermantes” sinema ve tiyatroyu ustalıkla harmanlayan nefis bir film.
2020 yazında Paris’te aralarında Anne Kessler, Laurent Lafitte ve Dominique Blanc’ın yer aldığı bir grup Comédie-Française oyuncusu, Marcel Proust‘un “Guermantes Tarafı”nın sahne uyarlamasının provalarındayken, Covid-19 salgını yüzünden oyunun iptal edildiği haberini alırlar. Durumu öğrendiğinde yönetmen Christophe Honoré onlara isteyenin bırakıp gidebileceğini, ancak sırf güzellik, hoşluk, beraber olmanın hazzı ve de kendisini de mutlu edeceği için provalara devam etmeyi teklif eder. Kısa bir kararsızlığın ardından ekip birkaç günlüğüne provaları sürdürmeye karar verir. Tüm oyuncular gibi kendisi de oyuncu-yönetmen olarak filme katılan Christophe Honoré, Paris’in boş Marigny Tiyatrosunun her köşesini sınırsız bir sahneye dönüştürerek bu kültür mabedini herkesin her an birlikte ye da ayrı ayrı yaşadığı bir evcil uzam gibi kullanır. Tiyatroya odaklanırken ustalıkla sinema tadı verebilen, gerçek ile kurmacanın iç içe geçtiği, yaşananla düşlenenin karıştığı, zeki, eğlenceli ve müthiş keyifli bir film. Söyleşilerinde kendinden söz etmeyi pek sevmeyen Honoré’nin, kişisel duygu ve düşüncelerini beklenmedik bir samimiyetle paylaşması da cabası.
Francophone eğitim almış, Proust’u ve Rostand’ı kendi dillerinde okuyarak sevmiş bir eleştirmen değil, bir seyirci olarak bu filme gönül puanının (*****) olduğunu da ekleyeyim.
“Kan Portakalları / Oranges Sanguines” (****)
Fransa’nın tanınmış tiyatro yönetmenlerinden Jean-Christophe Meurisse’in ikinci filmi 2021 Cannes Film Festivali’nde geceyarısı seansında gösterilen “Oranges Sanguines / Kan Portakalları”, çok öykülü ve çok karakterli yapısıyla günümüz Fransa’sının üç farklı kuşağına ve çok sayıda toplumsal sınıfa odaklanır. Çocuklarına yük olmadan yüklü bir borcu kapatmak için dans yarışmasına katılan yaşlı bir çiftin, vergi kaçırdığını örtbas etmek isteyen, lastiği patladığında yardım için çok yanlış bir kapı çalan ekonomi bakanının, bekaretini bir parti sırasında epey çekingen bir delikanlıya verdikten sonra bir tacizcinin eline düşen yeniyetme kızın, mesleğinde ilerlemek ve etrafına değerini ispatlamaya çalışan genç bir avukatın iç içe geçmiş öyküleri, bu dünyada kurulu düzenin hep seçkinlerden yana olduğunu açığa çıkarıyor. Meurisse çoklukla cinsel içerikli vahşeti ve iğrençliği, müthiş matrak bir tonlamayla aktarırken, farklı koşullarda benzer bir olayı trajik boyutlarda anlatıyor ve dehşet sinemasının tüm klişelerini altüst ederek, izleyiciyi kendi ahlaki bakışını sorgulamaya davet ediyor.
Sert, kanlı ve müthiş komik politik bir film ”Film Ekimi”nin en güzel sürprizlerinden.
“France” (***)
Bruno Dumont, “Ma Loute” ve “P’tit Quinquin” ile girişmiş olduğu mizahi tonlamalara “France”da da devam ediyor. Bu kez sosyopolitik bir taşlamaya soyunarak medya eleştirisine yönelen yazar yönetmen, her zamanki sivri mizah duygusuyla ülkesinin adını taşıyan Fransa’nın en popüler TV programcısının yaşadıklarına yöneliyor.
TV haber programının yıldızı, ünlü muhabir France de Meurs’ün (Léa Seydoux) kariyerini ve sansasyonel özel hayatını izleyen film, hem Fransa özelinde hem de dünyada haberciliğin başarı ve başarısızlık kıstaslarını, medya ahlakının gerekliğini, şöhret kültürünü, medyanın günümüzde hayatımızdaki yerini müthiş bir gözlemcilikle aktarıyor.
Çizgi romandan, melodram kokan fotoromana bütün anlatım türleriyle dalga geçen Dumont, keyifle izlenen epey hınzır bir film yapıyor. Léa Seydoux müthiş.
“L’évenement / Kürtaj” (****)
Fransız yazar Annie Ernaux’nun Türkçeye de çevrilen anılarından sinemaya uyarlanan ve 78. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanan “L’évenement / Kürtaj”, Fransa’da kürtajın henüz yasal olmadığı 1963 yılında, istenmeyen hamileliğini bitirmeye çalışan bir genç kadının hikâyesini anlatır. İstediği okulu kazanıp yaşadığı küçük şehirden çıkabilmek için sınavlara hazırlanan Anne, beklenmedik bir şekilde hamile kalınca yasal olmadığı için gizlice kürtaj olabilmek için çeşitli yolları dener, bir şekilde yardımına koşacak birini bulmaya çalışır. Yazıp yönettiği filmde Audrey Diwan, Anne’in nasıl ya da kimden hâmile kaldığı, geleceğinde kiminle nasıl ilişki kuracağı gibi sorularla hiç ilgilenmiyor. Zaten asıl sorun sadece kürtaj yasağıyla kadının kendi bedeni üzerinde söz hakkının engellenmesi değildir. Korunma yönteminin mevcut olmadığı altmışlarda olsun, aşırı muhafazakâr düşüncenin hâlâ geçerli olduğu kimi günümüz toplumunda olsun, devletin ve sağlık örgütlerinin korunmak ve kürtaj konusundaki kanunlarının, buna hakları olmaksızın, fiilen kadınların tüm cinsel yaşamına müdahaleye dönüşmesidir. Ben burada sadece geri kalmış, baskıcı toplumlardan değil, “özgürlükler ülkesi” ABD’nin Texas eyaletinden de söz ediyorum.
Bu çok önemli toplumsal mesajın, son derece yalın ve duru bir anlatımla verilmesi, sesini yükseltmeden, Anamaria Vartolomei’nin gözlerindeki çaresizlik ve acıyla aktarılabilmesi “Kürtaj”ı sinemasal açıdan da çok etkileyici ve başarılı kılıyor. Altın Aslan’ı almasının bu yılın kadın yönetmenler yılı olduğunu bir kez daha tescillediğini ve ödülü hak etmiş olduğunu düşünsem de kişisel kanımın, Altın Aslan’ı başka bir kadının, sadece bu yıl Venedik’in ya da Film Ekimi’nin değil, son birkaç yılın en kusursuz sinema örneklerinden biri olan “The Power of the Dog” ile Jane Campion’un hakkı olduğunu da belirtmek isterim
“Les Olympiades, Paris 13e / Paris 13. Bölge” (****)
“Un prophète / Yeraltı Peygamberi”, “De rouille et d’os / Pas ve Kemik”, “Frères Sisters / Sisters Biraderler” ile tanıyıp sevdiğimiz, “Dheepan”la Altın Palmiye kazanmış yazar yönetmen Jacques Audiard bu kez beklenmedik bir hamle yaparak, ABD grafik edebiyatının en büyük çağdaş yeteneklerinden Adrian Tomine‘in 21. Yüzyılın sesi olarak tanımlanan, “Killing and Dying” adlı çizgi romanının beş öyküsünden yapılmış bir uyarlamayla karşımıza çıkıyor: “Les Olympiades, Paris13e / Paris 13.Bölge”.
Paris’in 13. Bölgesinde yer alan, kozmopolit, modern, hareketli, gri apartmanlarla dolu Les Olympiades mahallesinde Emilie, ev arkadaşı olarak aldığı Camille ile seks yapmaya başlıyor. Bir süre sonra ondan ayrılan Camille, Nora’nın çekim alanına giriyor. Nora, kendisiyle fiziksel benzerliği yüzünden sorunlar yaşamış olduğu cam-girl Amber ile görüşüyor… Otuzlu yaşlarının başında üç kadın ve bir erkek, bazen arkadaşlar, bazen sevgililer, bazen de ikisi.
Senaryosunu Audiard’ın Céline Sciamma ve Léa Mysius’le birlikte yazdığı film, hayal kırıklıkları ve kayıplarla baş edebilmek için alaycı ve umursamaz görünen, birbirleriyle beraberken bile kendini yalnız hisseden, uzun uzun sevişseler bile, bağlanmak ya da ileride acı çekmek korkusuyla aynı yatakta uyumaktan çekinen bir genç kuşağın keyifli ve dokunaklı öyküsünü muhteşem bir siyah-beyaz eşliğinde anlatıyor.