Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz Bıçaklar Kınına Lütfen !
Bir haftadır Türk sinemasının iki önemli ismi olan Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz arasında polemikler sürüyor. Zeki Demirkubuz Habertürk televizyonunda açıklamalar yaptı. Nuri bilge Ceylan twitterden bir yazı paylaştı. Bir sinema yazarı olarak ve her iki yönetmenin de neredeyse bütün filmlerini seyretmiş biri olarak “lütfen bıçakları kınına sokun” ricasında bulunuyorum. Ülkemizde zaten çok az olan iyi şeylere de gölge düşürmeyin.
Bizler seyircileriniz olarak ikinizi de seviyoruz ve iyi filmlerinizden dolayı memnuniyetimizi ifade etmek isteriz… Kim haklı kim haksız bakmaktan ziyade ortaya çıkan sonuca bakarız ve bu bizi üzer. Bizi taraf tutmak zorunda bırakmayınız… Sitemizde değerli yazarlarımız hem” Kuru Otlar Üzerinde” hem de “Hayat” filmine çok olumlu eleştiriler yazdılar…
Elbette aranızda bir takım olumsuzluklar, çekişmeler, gizli kıskançlıklar, esinlenmeler olabilir ama bunu yine filmlerinizde birbirinize Dostoyevski ya da Shakespeare aracılığı ile iletin, daha asil daha sanatsal bir cevap olur. izleyiciler de bundan sinemanın o güzel diliyle nasibini alır. Sinema adına bir zenginliktir bu. Şunu da belirtmek isterim, dünya çapında bir yönetmen olmak kolay değildir. Dünyanın o kadar ünlü yönetmenleri ve yapılan o şahane filmler varken…Yani çalıntı olduğu düşünülen filmlerle bu yere varılması mümkün değildir…
Rüzgarın hışırtısını Nuri bilge Ceylan’dan daha güzel kim anlatabilmiştir?
“Ahlat Ağacı” filmine yazdığım 8 Haziran 2018 tarihli Milliyet’te yayınlanan eleştirimde şöyle yazmışım: “Rüzgarın şiirini sinemada yazan yönetmen Nuri Bilge Ceylan; yine doğanın bir başka kahramanı olan “Ahlat Ağacı” üzerinden kara meyvelerini üzerimize döküyor. film bize şunu söylüyor: “hepimiz biraz ahlat ağacı gibiyiz; çarpık, kuru, uyumsuz…Eğri dallarıyız hayatın ve sapına kadar yalnızız..”
Şimdi rüzgarın hışırtısını Nuri Bilge Ceylan anlattı diye başka bir yönetmen anlatamayacak mı? Elbette anlatacak, ki Zeki demirkubuz da Habertürk’teki programda böyle bir hayali olduğunu anlattı ama bilinçaltında “bu bir kopya değil, yaşadığım bir anıdan yola çıkarak rüzgarın hışırtısını anlatacağım” mesajını vermek istedi…
Evet, filmlerinizden birbirinize verdiğiniz mesajları bizler algılayabiliyoruz. Nitekim 21 Nisan 2012 tarihinde yine Milliyet’te yayınlanan Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı filmi ve Dostoyevski” başlıklı eleştiri yazımda Demirkubuz’un programda bahsettiği şu meşhur masada geçen konuşmalar üzerinde durmuşum ve tahmin yürütmüşüm. Kırgınlıklarını bilmeden… Masada bahsi geçen “Ankara Sıkıntısı” adlı romanın da Baudelaire‘in düz yazı şiiri olan “Paris sıkıntısı”ndan esinlenme olduğunu belirtmiş (Demirkubuz da programda bunu itiraf etti) Nuri Bilge Ceylan’ın “Mayıs Sıkıntısı”ndan yola çıkılarak ona verilmiş bir cevap olduğunu tahmin etmiş fakat bunu yazımda belirtmenin durumu tam bilmediğim için hoş olmayacağını düşünmüş ve bu düşüncemi kendime saklamıştım.
Evet o eleştirimi olduğu gibi aktarmak en doğrusu, doğru tahlil edip etmediğimi de okuyucu karar versin…
“YERALTI” FİLMİ VE DOSTOYEVSKİ
Dostoyevski‘yi tanıma yolculuğum farklı farklı şehirlerde sürdü, sanırım bu şekilde sürmeye de devam edecektir. “Suç ve Ceza”yı Sivas’ta, “budala”yı Ankara’da, “Yeraltından Notlar”ı Mulhouse’da ve bir başyapıt olarak gördüğüm “Karamazov Kardeşler”i Strasbourg’da okudum. Farklı senelerde ve farklı şehirlerde okunmuş bu eserler üzerimde aynı etkileri yaratmıştır her nedense. Son on yıldır sürekli yer değiştirmem sebebiyle her şehirde kendime küçük bir kütüphane oluşturup sonra da onları dağıtmak zorunda kaldığımdan artık kitap satın almak yerine nerede kitap bulursam ödünç alıyorum. “Karamazov Kardeşler”i de Strasbourg Başkonsolosluğu Eğitim ataşeliği kütüphanesinden alıp okumuştum. Ve şimdi şu tesadüfe bakın ki “Yeraltı” filminin gösterildiği şu sıralarda elimde yine Dostoyevski’nin ”Ölü Evinden Anılar” kitabı var. Durur muyum, koşa koşa “Yeraltı” filmini seyretmeye gittim…
Okuduğum bütün bu eserleri saymamın nedeni ; izlediğim filmde Dostoyevski‘nin neredeyse bütün eserlerinde ortak özellikler gösteren “o kahramanını” görmüş olmam. O, aşağılanmış, dışlanmış, hastalıklı, takıntılı, kendini ifade edememiş ya da yanlış ifade etmiş, ruhu yarıklarla dolu kahramanını. Örneğin yeni okumakta olduğum “Ölü Evinden Anılar” da yazar, Sibirya’da sürgün hapishanesindeki katilleri, hırsızları, kaçakları anlatırken bir batakta bile insanın var olma çabalarını farkeder. Tiksinti veren karakterlerin böcekler gibi yerlerde debelenen mahlukların nasıl kişiler olduklarını anlatmaya çalışır. “Ölü bir ev diye düşünürdüm. Tutuklulara dikkatle bakar yüzlerini, hareketlerini inceleyerek, onların nasıl insanlar olduklarını, huylarını anlamaya çalışırdım” der anlatıcı.
Zeki Demirkubuz’un Türk insanına uyarladığı bu “yeraltı” insanı, Muharrem’in suretinde ortaya çıkar. İyi olmaya çabaladıkça bataklığa gömülen bir adamın hikayesidir “Yeraltı”. Kendini işe yaramayan bir böcek gibi görür Muharrem. Yaşadığı eski, kirli, duvarlarının sıvaları yer yer dökülmüş daire de ancak hamam böceklerinin, tahta kurularının var olduğunu bir yerdir. Sıradan memurluk hayatında dişe dokunur bir şey yapmamış, bir şey üretmemiştir. Arkadaşları tarafından sevilmez; takıntılıdır, korkaktır, kıskançtır, komplekslidir, içinden geçenleri karşısındakilere söyleme isteğini bile gerçekleştiremez, bulunduğu ortamda sürekli arıza çıkarır. Muharrem monologlarında şöyle der : “Kendine karşı acımasız olan insan gururludur, oysa ben hem kendime karşı acımasız hem de gurursuzum…” Roman ödülü alacak arkadaşları için gece düzenleyen mesai arkadaşlarına istenmediğini bile bile, gurursuzluk yaparak zorla kendini davet ettirir. İçinden bu davete katılmayacağını söylese de o gün geldiğinde koşa koşa arkadaşlarından önce gider davete. Ödül alacak arkadaşının da yemeğe gelmesiyle grup tamamlanır.
“Ankara Sıkıntısı” adlı romanıyla ödül alacak arkadaşına “yazdıklarının başkalarından aşırma olduğunu, fikir hırsızlığı yaptığını” söylemek istese de (ki romanın adı Baudlaire’in Paris Sıkıntısı’ndan esinlenmedir, yönetmen belki de bir gönderme yapmak istemiştir) baştan bir şey söyleyemez ama aldığı alkolün etkisiyle eski hesaplar açılır ve yemek büyük bir rezaletle biter. Aslında kendisini aşağılayan, hor gören toplumun normal gözüken bu arkadaşları da yalancıdır, riyakardır, iki yüzlüdür. (Toplumun büyük bir çoğunluğunu da bu normal gözüken insanlar teşkil eder. Uzaklara değil çevremize bakmak yeterlidir sanırım.) Muharrem, kendini fuhuş batağına gönderir egosunu tatmin etmek için. Varoluşsal acı çeken bu kişi belki de var olduğunu hissettiği tek yerdir fuhuş odası.
Aslında Muharrem tümüyle kötü değildir. Örneğin evini temizlemeye gelen kapıcı kadın Türkan’ın dert ortağıdır. Onu dinler, acılarını paylaşır. Sorunlarına çözüm arar hatta öylesine çözüm arar ki Türkan’ın ona sürekli dert yandığı apartmanın başka bir sakini olan yöneticisinden kurtulması için onu öldürmesini söyler! Oysa çevresindeki bu insan da iki yüzlü, çıkarcıdır. Öldürmeye çalıştığı insanla evlenmeyi kabul eden Türkan, Muharrem’e çoktan arkasını dönmüştür bile…
Filmdeki gölge gösterisi müthişti. Film boyunca dikkat çeken diğer bir unsur ise Muharrem’in yanından ayırmadığı “patates” simgesi. İlk başlarda anlayamadığım bu sembole sonradan bir anlam yükledim elbette. Patates insan egosuydu. Çünkü o patatesle işe yarar bir şey yapmıştı Muharrem. Bir gece komşu apartmanda çıkan eğlenceli gürültüye uyanan Muharrem onları susturmak için önce bağırmış sonra yumurta fırlatmış fakat susturmayı başarmayı bırak sesini bile duyuramamıştı. Oysa mutfaktan eline geçirdiği patatesle gürültü gelen evin camını kırmayı başarmış, oradaki insanları korkutmuştu. Bir anlamda egosu tatmin olabilmişti. Zaten patatesi de tatmin işlerinde kullanmaya devam etti.
Fakat “gerçekler” her şeyin önündeydi; hatta insan egosunun bile… Ve eve dönüp kapıyı her açışımızda “farklı bir şey olsun” beklentisi insanın en önemli tragedyasıdır aslında…
19.04.2012