TÜRK SİNEMASINA GENEL BİR BAKIŞ : YEDİNCİ BÖLÜM

GENÇ TÜRK SİNEMASI II

Bu bölümde 1975 ve sonrasında doğan sinemacılara odaklanacağız.

LEYLA YILMAZ

Bursa’da doğan Leyla Yılmaz, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümünden mezun olduktan sonra ABD’ye giderek New York Üniversitesi’nde sinema eğitimi alır, Spike Lee’nin yönetiminde Harlem’de sosyal dönüşümü sağlamak amacıyla gençler için düzenlenen kısa film workshoplarında çalışır. New York ve Türkiye’de pek çok prodüksiyonun rejisinde görevler alan ve kendi kısa filmlerini çeken Yılmaz, 2006’da başta sinema ve belgesel filmler olmak üzere farklı görsel sanat disiplinlerini kullanarak sosyal ve sanatsal projeler üretmek amacıyla Fikri Görsel Sanatlar isimli yaratıcı platformu kurar. Türkiye’de eleştirmenlerin cinsiyetçi bulacak kadar yanlış anlayarak yerden yere vurdukları ilk uzun metrajı, “Bir Avuç Deniz” (2011), Toronto Femal Eye feminist filmler festivalinde büyük ödül alır. O filmi izlememiş olduğum için tabii ki fikir beyan edemem ama, Yılmaz’ın sekiz sene sonra yazıp yönettiği, ikinci uzun metrajı 2019 Antalya İzleyici Ödüllü “Bilmemek” (2019) filminin kesinlikle önemli bir yaratıcı yönetmeni müjdelediğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Filmin son derece sağlam senaryosu, iletişimsiz, birbirinden kopma noktasına gelmiş Selma ve Sinan çiftiyle, varlığının onları birlikte tuttuğu, 17 yaşındaki lise son sınıf öğrencisi oğulları Umut’un yaşadıklarına odaklanır. Çoğunlukla kankası Tunç’la takılan su topu oyuncusu Umut’un hayatı, dayak yiyen bir çocuğa yardım ettiğinde, eşcinsel olduğuna dair çıkan ve hızla zorbalığa dönüşen bir dedikoduyla alt üst olur. Umut’un, takımdakilerin yargılayıcı sorularını, böyle sorular sormaya hakları olmadığı gerekçesiyle yanıtlamayı kararlı bir tavırla reddetmesini, eşcinselliğinin keskin olduğu olarak algılayan ekip onu takımdan dışlar. Linçe dönüşen bu yargısız infaz dayanılmaz hale geldiğinde, Umut ortadan kaybolur. Umut’a cinsel yönelim üzerinde yapılan zorbalığın toplumun her kesimine, kadınlara, mültecilere, iş yerinde mobbing uygulananlara, her türlü farklı görüş sahibine, değişik yöntemlerle, ama aynı gaddarlık ve insafsızlıkla yansımakta olduğunu, güncel sorunların ilişkileri giderek aşındırdığını, yeniyetme dünyasının acımasızlığını, iş hayatının insafsızlığını, zorbalık, sevgisizlik, önyargı ve ötekileştirme gibi konuları son derece çarpıcı bir sinema diliyle, dantel gibi işleyerek aktaran Yılmaz, büyük olasılıkla bugüne dek sinemamızda yapılmış, ötekileştirme ile ilgili en doğru ve en başarılı filmi çekmiştir.

BİR AVUÇ DENİZ

ATIL İNANÇ

Senaryo yazarı Emine Nevin Cangür’ün oğlu, “Türev”in ödüllü yönetmeni Ulaş İnanç’ın kardeşi, 1975 Ankara doğumlu Atıl İnanç, bir süre televizyon dizilerinde yazar ve yönetmen olarak çalıştıktan sonra 2007’de ilk uzun metrajı “Zincirbozan”ı yönetir. 12 Eylül dönemini ele alan filmde Süleyman ve Nazmiye Demirel, Bülent ve Rahşan Ecevit, Kenan Evren ve Turgut Özal gibi siyaset tarihimizin kilit isimleri, ordu yetkilileri, istihbaratçılar ve perde arkasında Türkiye’nin sosyal ve politik ortamını manipüle eden güçler filme konu olur.

Ancak, senarist Avni Özgürel ve yönetmen Atıl İnaç’ın kronolojik bilgi verir gibi, 12 Eylül döneminde göz önünden uzakta yaşananların çetelesini sunmaktan öteye gidemeyen film, sinema adına pek bir şey söylemez. Ses bandı da felaket kötüdür. 2008’de kardeşi Ulaş İnaç ile birlikte Aziz Nesin’in “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz”ının eli yüzü düzgün bir televizyon filmi uyarlamasını çeker. İnaç, 2009’da Şafak Sezer’in benim hiç sevmediğim “Kolpaçino” filmlerinin ilkini yönettikten sonra aynı yıl, tüm ailesi ABD askerlerinin ansızın geldiği bir gece operasyonunda katledilen Irak’lı bir Türkmen Kızının, Türkiye’deki abisine ulaşabilmek için biraz da mecbur kalarak çıktığı yolculuğun öyküsü olan “Büyük Oyun”u Erbil, Musul, Urfa, Adıyaman, Malatya ve İstanbul’da çeker. Dinin kuşattığı insanı tasvir ederken neredeyse “Takva” kadar sivri olan “Büyük Oyun”, Irak’taki, birbirine komşu şehirlerde bile insanların aynı dilde konuşmamasından ve anlaşamamasından, yaygın medya tarafından bu kadar yakınımızdaki bir coğrafyaya nasıl ilgisiz bırakıldığımızı göstermesine birçok yan konuya da ustalıkla değinen bir çalışma.

San Fransisco Tiburon Film Festivali’nde En İyi film seçilen “Büyük Oyun”un ardından yeniden televizyona dönen İnaç, 2013’de Ankara Uluslararası Film Festivalinde En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini alan “Daire”yi çeker. Üniversitede öğretim görevlisi Feramus’un, babasının ölüm haberinin ardından ondan miras kalanları satıp rahat bir hayat sürmenin hayaliyle doğduğu kasabaya geri dönmesiyle başlayan “Daire”, adamın işlerini halletme sürecinde, yıllardır kullanılmayan bir havaalında çalışan Arif ve bir kızıyla birlikte yaşam mücadelesi veren komşusu Betül ile tanışmasıyla absürt bir traji-komik boyutta gelişir. Film çoğunlukla devlet ve birey ilişkisinin tükenen taraflarına dokunur. Tapu dairesinde umutları gittikçe tükenen Feramus, bir düş dünyasına sığınmaya çalışırken, Arif, yıllardır tek bir yolcunun bile ayak basmadığı bir havalimanında, kendisinin de anlam veremediği bir şekilde günlerini geçirmektedir. Bu işlevsiz havaalanı tam teşekküllü olarak çalışırken, belediyenin üreten ve oyun çıkarmaya hevesli taşra tiyatrosunun kapatılması, tiyatronun oyuncularından, kızının hastalığı nedeniyle zaten zor zamanlar geçirmekte olan Betül’ü daha da zora sokar. Belediye tiyatroyu düğün salonu yapmak için kapatınca işsiz kalan Betül’ün karşısına ölü yıkayıcılığı tek seçenek olarak çıkar. Belediyenin açtığı kursu bitip, iş başı yaptığı gün kader, yıkayacağı ilk kişi olarak karşısında ölen kızını bulur…

Atıl İnaç, hâlen, yine kardeşiyle birlikte çektiği “Ortak” filminin post prodüksiyonunu tamamlamak üzere.

BÜYÜK OYUN

SEREN YÜCE

1975’de İstanbul’da doğan, Arkeoloji mezunu Seren Yüce, reklam ve dizi sektöründe çalışmış, yardımcı yönetmenlik ve yönetmen asistanlığı yapmış, yazıp yönettiği ilk film “Çoğunluk” (2010) ile Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı ödülünü almıştır.

Altın Portakal’da en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen ve en iyi film ödüllerini de toplayan “Çoğunluk” İstanbullu orta-üst sınıf bir ailenin oğlu Mertkan’ın hayatına odaklanır. Son zamanlarda var olan politik, sosyolojik ve hatta psikolojik durumlardan ötürü oluşan çarpık sınıfsızlık ve gene uzun süredir hepimizin ağzına sakız olan “ötekileştirme” meselesini ele alan film, Türk ailesinin erkek egemen yapısı, babanın anne ve çocuk üzerindeki baskıcı tutumu, paranın güç olarak görülerek sorunları çözmede tek silah olarak görülmesi gibi konulara da yalın ve net bir şekilde değinir.

İkinci filmi “Rüzgârda Salınan Nilüfer” (2016), iki farklı çiftin birbirleriyle ve toplumla ilişkileri, beklentilerini ve sorunları üzerinden yine orta-üst sınıfın sorunlarını gözlemleyen bir çalışmadır. Korhan ve Handan çifti Bağdat Caddesi yakınında küçük kızlarıyla konforlu ama ruhsuz bir hayat yaşarlar; tüketerek ve yaşamak yerine göstermeyi tercih ederek hayatlarını gösterişle, sürdürürler. Korhan eşini sindirerek, onun “boş” heveslerini yüzüne vurarak, ona karşı psikolojik ve örtük bir şiddet uygularken Handan, kocasına kızgınlığını satın aldığı ürünler aracılığıyla ifade eder. Yüce, gündelik hayatın içine sirayet eden faşizan eğilimleri efendi/köle ilişkisi üzerinden ortaya çıkarır, kendisine benzemeyen, kendisi gibi hareket etmeyenler çemberin dışına itilir. Handan’ın arkadaşı Şermin bir kitap çıkardığında, kitap yazmanın çok kolay bir şey olduğunu, kendisinin de bir kitap yazabileceğini iddia eden ve nilüferin suda yetiştiğini ve rüzgârda salınamayacağını bilmeyen Handan kitabına “rüzgarda salınan nilüfer” adını verir…

RÜZGARDA SALINAN NİLÜFER

ÖZCAN ALPER

1975’de Artvin’in Hopa ilçesinde doğan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi mezunu Özcan Alper, yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Sonbahar” (2008) ile pek çok festivalden ödülle döner. Alper’in Türkçe, Hemşince ve Gürcüce dillerinde çektiği filmde 22 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak girdiği cezaevinde, 10 yıl sonra ölüm orucu yüzünden hastalanan ve yaşamının son birkaç ayını özgürce geçirebilmesi için salıverilen Yusuf’un çocukluk ve ilk gençlik yıllarının izini sürerek geçirdiği bu son iki ayın öyküsünü anlatılır. Politik sinemamızın başyapıtlarında “Sonbahar“ın ardından Özcan Alper, 2007 yılında düzenlenmiş bir yarışmada seçilen beş adet kısa metrajı bir araya getiren ”Kars Hikâyeleri” (2011) filminin “Moto Guzzi” bölümünü yazar ve yönetir. “Gelecek Uzun Sürer” (2011) ile Alper, , yüzleşmekten kaçındığımız, paspas altına süpürdüğümüz, görünce başımızı başka yöne çevirdiğimiz güneydoğu topraklarındaki sorunları yüzümüze çarpar. Müzik araştırmaları yapan Sumru’nun ağıtlar üzerine yaptığı tez çalışması için yola çıkması ve yolda tanıştığı insanlarla ilişkileri, yol filmi atmosferiyle işlenirken, Sumru’nun içinde sakladığı acılar da, tanıştığı insanların acılarıyla beraber yavaş yavaş ortaya çıkar. “Gelecek Uzun Sürer“, Türkiye’nin kısa ve acılı tarihinin sinemamızda görmeye hiç alışık olmadığımız tarafını bir sanatçı cesaretiyle irdeler.

Üçüncü uzun metrajı “Rüzgârın Hatıraları” (2015), çevirmenlik yapan Ermeni ressam Aram’ın II. Dünya Savaşı zamanında siyasi nedenlerle sürgün edilme hikâyesi üzerinden, geriye doğru akarak 1915’e kadar giden bir dönemde yine toplumsal travmalar ve geçmişle yüzleşme temalarını sorgular. Alper, Aram’ın yolculuğunda, Ermeni şair Aram Pehlivanyan’dan Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Walter Benjamin ve Stefan Zweig gibi sürgün deneyimleri yaşamış ve dönemine tanıklık etmiş önemli isimlere de referans referans vererek Aram’ın travmasını seyircinin anlamasını kolaylaştırırken, öte yanıyla da anlatısını bireysel hafızadan kolektif hafızaya uzanan bir noktaya taşır.

RÜZGARIN HATIRALARI

ASLI ÖZGE

1975’te İstanbul’da doğan Marmara Üniversitesi Sinema-TV Bölümü mezunu Aslı Özge, 2000’den beri Berlin ile İstanbul’da yaşayan bir sinemacı. 2009’da çektiği “Köprüdekiler “, birbirlerinden habersiz, her gün Boğaz Köprüsü üzerindeki sonsuz trafikte milyonlarca İstanbulluyla birlikte hayalleri ve kaderleri kesişen, şehrin varoşlarında yaşayan, şehrin merkezinde ise varoluş mücadelesi veren, filmde de kendilerini oynayan Fikret, Umut ve Murat’ın yaşamlarını belgeler.

İkinci filminde Özge, İstanbul’un yoksullarından orta sınıfına geçiş yaparak odağına “Beyaz Türkler” dediğimiz kesimi alır. “Hayatboyu” (2013), uzun yıllar boyunca örselenmiş, aslında bitmiş bir evliliğin, belki çocuk hatırına sürdürüldüğü, bildik ve ok işlenmiş öyküsünü anlatsa da, özellikle Defne Halman’ın oyunculuğu için izlenmeye değer.

Aslı Özge, tamamıyla Almanca çektiği ilk filmi olan “Auf Einmal / Ansızın”da (2016) insanoğlunun kötücül tarafları, gıybet ve sözlü linç olgusu üzerinden anlatır. 35. İstanbul Film Festivalinde gösterilen filmi neden Almanya’da çektiği sorulduğunda Özge, Münevver Karabulut cinayetine isim vermeden atıfta bulunarak olayın ardından yazılan ve söylenenlerden bir kadın olarak çok rahatsız olduğunu, ancak Türkiye’de konunun çok farklı yerlere çekilebileceğini düşünerek hissettiklerini tarafsız bir ortamda anlatmayı yeğlediğini belirtir.

BÜLENT ÖZTÜRK

1975 doğumlu Bülent Öztürk’ün ilk ve şimdilik tek uzun metrajı “Mavi Sessizlik” (2017) Doğu’da görev yapan bir askerin yaşadığı travma sonrası hastaneye kaldırılması ve tedavi sürecinden sonra geçmişiyle yüzleşmesi üzerinden, kişisel travmadan yola çıkarak kolektif bir travmayı anlatmayı hedefler. Ancak fazlasıyla şematik kalan öyküsüyle belki politik duruşu nedeniyle ilgi çekmeye çalışan, ama yapmak istediğini güçlü bir sinema diliyle ortaya koyamayan orta halli bir çaba.

MAVİ SESSİZLİK

SELİM EVCİ

1975’de İstanbul’da doğan Selim Evci, 2008’de, ,yazdığı yönettiği ve kurgusunu yaptığı ilk uzun metrajı “İki Çizgi”de, metropol yaşamında birbirine yabancılaşan, ama yabancılaşmanın farkında olmayan bir çiftin yaşamını ekrana taşır. Sorunlu bir ilişkiyi, tarafların kendi kendileriyle olan çatışmalarını unutmaksızın yansıtırken, insanın doğayla olan çatışmasını da vurgular. Film, çiftin yazın güneye doğru yola çıkmalarıyla bir yolculuk hikâyesine dönüşerek birbiriyle bir türlü birleşemeyen iki paralel çizginin öyküsüne evrilir. Evci’nin ikinci filmi “Rüzgârlar”, eski adı İmroz olan Gökçeada’ya, ortam seslerini kaydetmeye gelen bir sesçinin, ada sokaklarında dolaşırken tanıştığı yaşlı Madam Styliani ile arkadaşlığının ve Rum kadının kendi geçmişini anlatırken, adanın geçmişindeki trajik gerçekleri ortaya koymasının öyküsüdür. İkinci bölümünde iyice sarkmaya başlayan filmin tek önemli tarafı, İmroz’un kadim sahibi Rumların adadan ve aslında tüm ülkeden kovalayan iğrenç zihniyeti vurgulamasıdır.

Selim Evci, geleneklerine bağlı bir ailenin iki kızından birinin arkadaşının babasıyla yaşadığı saklı ilişkiyi anlattığı son filmi “Saklı” (2015) için: “İnsanın hayatta oluşturduğu saklı alanlarda doğasını arayışı, ruhunun derinliklerine yaptığı yolculuklar, utançları, gizlenme arzusu… Saklı, bu arayış ve davranış biçimleriyle birlikte ailede başlayan, toplum içerisinde deneyimlenerek öğrenilen ahlak kavramını algılamaya, bu bağlamda toplumun reflekslerine, doğru ya da yanlış değerlendirmesinin ötesinde ayna tutmaya çalışıyor” demektedir.

SAKLI

AHU ÖZTÜRK

1976 İstanbul Ahu Öztürk, daha önce de sözü geçen ”Kars Hikâyeleri” (2011) filminin bir bölümünü yazıp yönettikten sonra 2015’de 35. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini alan ilk (ve şimdilik tek) uzun metrajlı filmi “Toz Bezi”ni çeker. “Toz Bezi”, iki gündelikçi kadının, temizliğe gittikleri evlerdeki insanlarla kurdukları ilişki, gündelik çatışmalar, kendi arkadaşlık-kardeşlikleri ve bu yakın arkadaşlığın hiyerarşisi ve hayata tutunma çabaları üzerinden iki insanın hayatı anlamaya ve bir yol bulmaya çalışmalarının yalın ve çok başarılı öyküsüdür.

TOZ BEZİ

İNAN TEMELKURAN

1976 İzmir doğumlu, İnan Temelkuran, Hukuk Fakültesi’nin ardından TAI Görsel Sanatlar Okulu Sinema Yönetmenliği Bölümünden mezun olur. Temelkuran, Madrid, Paris ve Berlin’de yaşayan Türk göçmenler arasında bir gece boyunca geçen “Made in Europa” (2004-2007) ile bu insanların dünyasının şizofrenik doğasını oluşturan olguları açığa çıkaran ve göçmenlerin Avrupa için “Problemler” değil “Yaşayan İnsanlar” olduklarını hatırlatan bir ilk film yapar. 2009’da İzmir’de çektiği, yazdığı, yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği çok sayıda ödül alan,“Made in Europa” gibi bol diyaloglu ve karakterli “Bornova Bornova”, işsizlik, mesleksizlik ve onun yarattığı ruh hallerini ele alır. Yazdıkları öyküyü bir türlü sonlandıramayan pek çok yazar yönetmenin aksine, “Bornova Bornova”da öykünün gelişme ve finali çok başarılıdır. Ancak, ilk yarım saati çok sayıda karakterin arasında ne yapacağına karar verememişçesine dolaşan yönetmen asıl öyküye 35’inci dakikada girebildiğinden, izleyici, arada filmden kopmamışsa kalanını beğenerek izler.

BORNOVA BORNOVA

1976 İstanbul doğumlu Köken ErgünBayrak” (2007) ve “Ashura” (2013) adlı iki kısa belgeselin ardından Çanakkale’deki şehitlik turlarında, devlet kurumları tarafından düzenlenen vatansever tiyatro gösterilerinde iki yıl boyunca film çeker, seyircilerle, katılımcılarla, tur rehberleriyle röportajlar yapar. Bunlardan yola çıkarak 2019’da çektiği ve kurgusunu yaptığı “Şehitler” adlı uzun metrajlı belgeselle, milliyetçi duyguların “şehit turizmi” ile nasıl ayakta tutulduğunu gözler önüne serer.

ŞEHİTLER

ALİ KEMAL ÇINAR

1976 Diyarbakır doğumlu Dicle Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Bölümü mezunu Ali Kemal Çınar, yaşamını sürdürdüğü Diyarbakır’da kendi imkânlarıyla, ailesi ve arkadaşı olan oyuncu ve ekiplerle, neredeyse imece usulü çektiği filmlerde, kendine has müthiş yaratıcı bir sinema geliştirir. Kürtçe çektiği filmlerini yazan, yöneten, önemli karakterlerini oynayan, hemen hepsinin görüntü yönetmenliğini üstlenen Ali Kemal Çınar’ın çalışmaları kimi zaman kameranın arkasında görev yapacak birinin olmadığı, oyuncuların kamerayı çalıştırdıktan sonra karşısına geçip oynadığı düşük bütçeli prodüksiyonlardır. Buna karşın Ali Kemal Çınar’ın sineması, absürde göz kırpan çok zeki mizah duygusu, gerçeküstüne ve fantastiğe getirdiği alaycı ve “fırlama” bakış açısıyla, olağan, olağandışı ve olağanüstünün muzipçe birbirine karıştığı müthiş etkileyici bir yaratımdır. Politik sinemanın dışında Kürtçe filmler yapılabileceğini göstermiş olması da cabası.

On kısa filmin ardından Çınar, üç Diyarbakır öyküsünün üç farklı Kürt yönetmen tarafından üç orta metraj olarak çekildiği “Wenda / Kayıp”ın (2010) “Durak” adlı bölümünü yazıp yönetir. “Durak” nereli olduğunu bile bilmediği Aslı’ya duygular besleyen Kürt köy öğretmeni Kerem’in okul müdürünün desteklediği bir cinayete kurban gitmesinden habersiz olan genç kızın ilgi duyduğu Kerem’i, her zaman buluştukları durakta bekleyişinin öyküsüdür.

Senaryosuz olarak yola çıkarak bir buçuk yılda çektiği ilk uzun metrajı “Kurte Film / Kısa Film”, (2013), kısa film yapmak için yola çıkan bir sinemacının hayalini gerçekleştirme sürecini takip eden bir saatlik bir yarı belgesel çalışmadır. Ali Kemal’in canlandırdığı, 30’unu çoktan geride bıraktığı halde hala ailesiyle yaşayan, basur ameliyatı için para bulmaya çalışan amatör sinemacı ile oğlunun sinemacılık konusundaki motivasyonundan şüphe duyan baba (Çınar’ın gerçek babası) arasında gelişen bu son derece muzip film, ailenin baskıcı güvensizliğini mizaha dayalı yumuşak bir anlatımla yansıtır. Ali Kemal Çınar’ın da belirtmiş olduğu gibi aile, ancak film Antalya festivaline davet edildiğinde oğullarının sinemacı olabileceğine inanır ve babası oğlunun filmlerinde oyunculuk yapmayı sürdürür.

15. !f İstanbul’un SİYAD ödülünü kazanan ve Keş!f Yarışması ödülünü paylaşan ikinci filmi “Veşarti /Gizli” (2015), cinsel kimliklerin kültürel kodlarına işaret ederken kültürün ötesindeki doğasına dair sorular soran, kısmen cevaplarını da veren, beden-ruh ikiliği, aşk ve varoluş üzerine düşünürken gelenekleri yeni bir gözle ele almayı öneren bir filmdir. Diyarbakır’da bakkal dükkânı işleten, beş yıldır birlikte olduğu ama cinsel ilişkiye girmediği kız arkadaşıyla evlenmeyi planlayan, kendi halinde Ali Kemal’in dükkânına, hiç tanımadığı bir kadın gelerek, inanılmaz bir açıklamada bulunarak ona otuz yaşına geldiği gün, cinsiyet değiştireceğin söyler. Öykü absürdün sınırlarını zorlamaya başlarken, yazar yönetmenin canlandırdığı karakterin başlangıçta sendeleyen gündelik yaşamı bu tuhaflığı tartışmadan hazmetmeye başlar. Neredeyse tamamına yakını ikili diyaloglarla gelişen siyah-beyaz film boyunca daima dinleyenlerin yüzü izlenir, konuşan karakter görünmez, replikleri hep kadraj dışından gelir. Bu yabancılaştırıcı tercih, anlatının gerçeküstü atmosferini ustaca var eder.

2017 Ankara Film Festivali’nden En İyi Film Ödülü alan üçüncü uzun metrajı “Génco”da Ali Kemal Çınar, Diyarbakır’da vejetaryen kafe işleten, ailesiyle arkadaşlarının dırdırından ve mahalle entrikalarından kurtulamayan bir süper kahramanın, dünyayı değiştirecek, insanları kurtaracak yeterlikte değil de sınırlı ve kısmi güce sahip olması yüzünden yaşadığı bunalımları anlatır. Sürekli gelişen olaylar eşliğinde dünyayı değiştirecek gücün kimde olabileceğini tartışan filmde süper güç yanlışlıkla çok alakasız bir kişiye geçerek anlamsız yerlerde kullanılır.

Ali Kemal Çınar’ın yeni filmi “Di Nawberé De / Arada” (2018) anadili Kürtçeyi anlayan ancak Kürtçe konuşamayan, ikinci dili Türkçeyi konuşan ama Türkçe anlayamayan Osman’ın garip hikâyesi üzerinden dil konusuna yaratıcı bir bakış getirir. Osman, işinde ve özel hayatında sıkıntılar yaşar, iletişim kurmakta zorluk çeker ve zamanla iki işi aynı anda yapamaz hâle gelir. Çalışırken müşterilere cevap veremediği gibi biriyle kahve içerken aynı anda konuşmayı da beceremez. Evlenmek istemesine rağmen görüştüğü kadınlarla kalıcı bir ilişki kuramaz. Bir müşterisi, yarım bildiği anadilini öğrenerek kurtulabileceğini söyleyince Osman’ın hayatı değişmeye başlar… Bu müthiş zeki ve eğlenceli öykü, alt metin olarak ana dilde eğitim sorununa göndermeleriyle belki de yazar yönetmeninin en politik filmidir.

Ali Kemal Çınar, sosyal izolasyonun sağlanması için evlerine kapanmak zorunda kalındığı karantina sürecinde, ailesiyle birlikte “Dilop / Damla” (2020) adlı bir kısa film çeker. Mâli sorunlarla boğuşan bir çifte odaklanan 13 dakikalık “Dilop”un ardından öykünün sürdürüldüğü devam filmleri “Dilop 2” ve “Dilop 3”ü bitirir.

Ali Kemal Çınar,“Génco”, “Arada” ve “Dilop” filmlerini pandemi sebebiyle ücretsiz olarak çevrimiçine açtığı için, hâlen bütün uzun metrajlarıyla birçok kısa filmini YouTube”da izlemek mümkün.

ARADA

EMRE ŞAHİN

Gazeteci, yazar, TV programcısı, üniversite öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Şahin’in oğlu Emre Şahin, 1977’de doğmuş. “40”(2009), yazdığı ve yönettiği ödüllü kısa filmler, sinema ve TV için belgeseller yapan Şahin’in ilk filmi. “Diyelim önünüze pat diye bir çanta dolusu para düştü. Talih kuşu mu? Dualarınız kabul mü oldu? Bir çeşit yazgı mı? Yoksa hepsi birden mi? İstanbul’un dolambaçlı sokaklarında geçen “40”, işte bu soruların yanıtlarını arıyor. 12 milyon nüfuslu kentte birbirini tanımayan üç kişi kendilerine bir yol bulmaya çalışırlarken bir çantanın -ve birbirlerinin- peşine düşerler.” Şahin, halen ABD’de televizyon yapımcılığı ve yönetmenliği yapıyor.

40

RAMİN MATİN

1977 yılında Ankara’da dünyaya gelen Ramin Matin öğrenimine Fransa’da başlar, 1999’da ABD Loyola Marymount Üniversitesi Sinema Bölümü’nden mezun olur, ardından yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Sinema ve TV bölümünde yapar. Türk Sinemasının ilk distopya denemesi olan, ingilizce ve sinemaskop olarak çektiği ilk filmi “Canavarlar Sofrası”, ilginç konusu kadar, DOT’ dan Gizem Erdem, İbrahim Selim, Pınar Töre ve Tuğrul Tülek’in oyunculuklarıyla da etkileyici bir çalışmadır. İkinci filmi “Kusursuzlar”, aralarında kolayca kelimelere dökülemeyecek türden bir gerginlik olan iki kız kardeşin çıktıkları bir yolculukla başlar. İki kadından biri içine kapanık, çekingen ve sessiz, diğeri ise dışa dönük, baskın ve gürültülüdür. Zaman zaman dramatik bir “thrilller” gibi gelişen “Kusursuzlar”, bazı anlarda ise katıksız bir psikolojik gerilim filmine dönüşür.

İstanbul gibi insanı yutan, yutmakla kalmayıp posasını da tüküren devasa bir metropolde bunalan, konforlu yaşamını temim eden işine giderken ayaklar geri geri yürüyen bir “beyaz yakalı”nın kendisin bir türlü serbest bırakmayan metropolden kaçıp kurtulma çabasının traji-komik öyküsü “Son Çıkış” (2018), yazar yönrtmen Ramin Matin’in hem izleyicileri hem eleştirmenleri beğenisini kazanmış son çalışması.

SON ÇIKIŞ

SEYFİ TEOMAN

1977’de Kayseri’de doğan Seyfi Teoman, Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirdikten sonra Polonya Ulusal Sinema Okulu Lodz’da film yönetmenliği eğitimi alır. Ödüllü kısa filmi “Apartman”,(2004) pek çok festivalde gösterilir. Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenlerin, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatıldığı ilk uzun metrajı “Tatil Kitabı” 58. Berlin Film Festivali’nin Forum bölümüne kabul edilen tek Türk filmi olur. “Tatil Kitabı”, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film ve FIPRESCI Ödülleri’ni kazanır.

Barış Bıçakçı’nın aynı adlı romanından uyarladığı, lise yıllarından beri yakın arkadaş olan, 30’lu yaşlarının sonundaki Ender ve Çetin’in dostluğunu konu alan ikinci filmi “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”, 2011’de 61. Berlin Film Festivali’nin Yarışmalı bölümüne seçilir. 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü alan, Halk Jürisi’nin en iyi Türk Filmi seçtiği “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”, aynı gencecik kızla karşılıksız aşk yaşayan iki arkadaşın dostluğunun bu aşkla daha da pekişmesinin öyküsüdür.

Ne yazıktır ki, genç Türk sinemasının en büyük ümitlerinden Seyfi Teoman, üçüncü filmi “Evliya” üzerinde çalışırken, bir motosiklet kazası sonrası çok genç yaşta yaşama veda eder.

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

MİCHAEL ÖNDER

1977’de İngiltere’de doğan Michael Önder Galatasaray Lisesi’ni, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirir, yüksek lisansını Warwick Üniversitesi Film ve TV bölümünde yapar. Londra’da 12 yıl film endüstrisinde, kamera asistanlığından ışık şefliğine, görüntü yönetmenliğinden yönetmenliğe çeşitli görevler üstlenen Önder 2015 yılında Jozef Erçevik Amado, Tuvan Yalım, Kaan Yazgan ve Timur Çambol ile kurduğu yapım şirketi Bluff Film bünyesinde 2017’de, adını bir poker oyununu filmde oynanan versiyonu “Texas Hold’em”den alan ilk uzun metrajı “Taksim Hold’em”i, yazıp yönetir.

Arkadaşlarının liseden beri “odun” lakabıyla çağırdığı Alper’in, evlenmek üzere olduğu kız arkadaşı Defne’nin karşı çıkmasına rağmen, evlerinin dibindeki protestoya katılmayıp lise arkadaşlarıyla her Cumartesi gecesi yaptıkları gibi poker oynamasının öyküsü olan “Taksim Hold’em”, adı konmasa da Gezi sırasında geçen, ancak Gezi olaylarına değil, olayları geri plana çekerek, insanların kriz anındaki duygularına ve davranışlarına odaklanan evrensel bir çalışmadır. Tek mekânda çekilen bu ustalıklı “oda sineması” örneği, çok zeki diyaloglardan oluşan kara komedi tonundaki parlak senaryosu, hepsi de birbirinden iyi olan gençlerin müthiş sağlam toplu oyunculuklarıyla soluk soluğa izlenen bir filme dönüşüyor. Filmin kilit karakteri Fuat’ı büyük başarıyla canlandıran Berk Hakman, filmin final jeneriği boyunca akan tek müziğini, bestelediği “Texas” adlı şarkıyı çalar ve söyler.

BERKUN OYA

1977 Bursa doğumlu, tiyatro yazarı, tiyatro ve sinema yönetmeni Berkun Oya, 1998 yılında, Mimar Sinan Üniversitesi Tiyatro bölümünden mezun olur ve aynı yıl İstanbul’un öncü tiyatrolarından Krek Tiyatro Topluluğu’nu kurar. Hâlen Krek’de hemen hepsini yazıp yönettiği birbirinden ilginç oyunları farklı ve etkileyici bir yöntemle sahnelemeyi sürdüren Oya, 2007’de ilk ve şimdilik tek kurmaca filmi “İyi Seneler Londra”yı çeker. Tamamına yakını Londra’da çekilen, başrollerini Ülkü Duru, Ali Atay, Fransız oyuncu Denis Lavant ve Zuhal Olcay‘ın paylaştığı, müziğini Fazıl Say‘ın hazırladığı film, aralarında Strasbourg Uluslararası Festivali En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yönetmen de olan çok sayıda ulusal ve uluslararası ödül ve adaylık alır.

İYİ SENELER LONDRA

EYLEM KAFTAN

Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümünden 1998 yılında mezun olan 1977 İstanbul doğumlu Eylem Kaftan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ve Toronto York Üniversitesi’nde sinema alanında mastır yapmış. 1999 yılından beri belgeseller yapan Kaftan, belgesel projeleri dışında pek çok kısa filme yönetmen ve editör olarak imza atmış. Yönetmenliğin yanı sıra öykü, roman, senaryo ve şiir yazan Kaftan’ın ilk uzun metrajı “Kovan” (2019) eğitimli bir şehirli kadının arıcılığa başlamasıyla doğa ile mücadelesine ve önce karşısı durduğu doğa ile uyum içerisine girmesi anlatılıyor. Bu aşırı şık filmin klişelerle dolu öyküsü, filme yamanmış gibi duran folklorik öğelerle daha da yapaylaşıyor.

KOVAN

GÖRKEM YELTAN

1977 Nazilli doğumlu Görkem Yeltan başarılı ve ünlü oyunculuk kariyerini sürdürürken yönetmenliğe de el atmış durumda. Ancak bugüne kadar çektiği üç film de, sıradan ve pek yaratıcı olmayan çalışmalar.

YEMEKTEYDİK VE KARAR VERDİM

İLKSEN BAŞARIR

1978’de İstanbul’da doğan Saint-Benoît ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. İlksen Başarır, 2005’ten itibaren birçok reklam filmi ve uzun metraj projesinde çalışır. Başarır’ın, senaryosunu baş rollerden birini de oynayan Mert Fırat’la yazmış olduğu ilk filmi, “Başka Dilde Aşk ”(2009), işitme engelli bir genç ile, çağrı merkezinde çalışan bir kızın aşk hikayesini anlatır. İşitme engelli genç, insanlarla kolaylıkla iletişim kurarken, çağrı merkezinde çalışan kız, her gün sürekli konuşuyor olmasına karşın, doğru düzgün iletişim kuramamaktadır

2010’da ikil yine beraber çalışarak çok daha iddialı bir projeyi, bir babanın, biri kız, biri erkek iki çocuğuna uyguladığı cinsel tacizi konu alan “Atlıkarınca”yı (2010) çeker. 1980’de Ankarada doğan, liseyi bitirdikten sonra bir süre İsveç’te radyo televizyon eğitimi gören, Ankaraya döndükten sonra da DTCF’de tiyatro eğitimi alan Mert Fırat, “Atlıkarınca”nın tacizci babası olarak, üstüne üstlük son derece itici ve zavallı bir karakteri canlandırmasına karşın harikadır.

2013’de İlksen Başarır, beş yıldır tiyatroda kapalı gişe oynayan Andrzej Saramonowicz’in biraz belden aşağı, biraz da kadın düşmanı güldürüsü “Testosteron”u, “Erkek Tarafı” adıyla sahnedeki birkaç kadrosunun en başarılısıyla, Onur Ünsal, Mert Fırat, Emre Karayel, Timur Acar, Tuna Kırlı, Metin Coşkun, Cihan Ercan ile sinemaya uyarlar. Çok başarılı oyunculukları ile keyifle izlense de, “Testosteron”un biraz tiyatro kokan mizanseni ile tiyatro tarihimizin ilginç bir çalışmasını begeleyerek geleceğe kazandırmak dışında Başarır filmografisinde çok önemli bir yeri yoktur.

Değişmez ortak senaryo yazarı Mert Fırat ile kaleme aldığı “Bir Varmış Bir Yokmuş” (2015), beğendiği şarkıyı yapan müzisyenin peşine düşen genç bir kadınla şarkının sahibinin aşk hikâyesini anlatmaktadır. Pek yeni bir şey söylemese de, ikilini bu en şiirsel filmi, ilişkiye hem gerçekçi hem masalsı bakışı, Mert Fırat ile Melisa Sözen’in kusursuz performanslarıyla başarılı bir çalışmadır.

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

SAVAŞ BAYKAL

1978’de Diyarbakır’da doğan, yapmış olduğu kısa filmler yurtiçi ve yurtdışında ödül alan Savaş Baykal, ilk uzun metrajlı filmi “Kanatsız Taklalar”da (2010), ailesinin topladığı hurda yığınları arasında kırık bir gitar bulan bir gencin hayallerinin peşinde hayata tutunma çabasını konu alır. Bir sonraki filmi “Ön Görüye Ağıt” (2012), Yılmaz Güney’in bir öngörüsünden yola çıkarak “sahici sinemanın manifestosu” olduğu iddiasındadır. Çevresindeki gerçekliği sorgulamaya çalışan bir sinema tutkunu, Güney’in sözlerinden yola çıkarak objektifini, daha doğrusu gözlerini sokağa çevirir. Kamerasını gözü gibi kullanarak yaşadığı alanın ahlaki kurallarını ve kuralsızlığını irdelerken seyircide, bu “deneyden bir farkındalık bilinci” oluşturmaya çabalar. Baykal’ın senaryosunu, Kültür Bakanlığının senaryo geliştirme kategorisinden aldığı destekle yazdığı “Şiirin Tadı” (2013), Ankara varoşlarında yaşayan bir babanın, hayatta kalan tek çocuğunu okutma direnişini, trajikomik bir dille anlatır. Ayağı kırıldığı için okula uzun süre gidemeyen oğlunun derslerinden uzak kalmaması için baba derslere katılarak öğretmenin sınıfta anlattıklarını sonra evde oğluna öğretir.

ŞİİRİN TADI

SEYFETTİN TOKMAK

Çoklukla TV belgeselleri çeken, 1978 doğumlu Yeditepe Üniversitesi Sinema-TV Bölümü mezunu Seyfettin Tokmak, yüksek lisansını Bilgi Üniversitesi Sinema TV Yüksek Lisans bölümünde yapar. İlk kurmaca uzun metrajlı filmi, Mardin’in yoksul bir köyünden para kazanabilmek için İstanbul’a göç eden iki yakın arkadaşın, Hakim ile Faysal’ın, Boşnak bir çocukla kesişen yollarını merkezine alan “Kırık Midyeler”in senaryosu Arte-ZDF tarafından 2008’in en iyi proje ödülünü kazanır, film, Cannes Film Festivali eğitim platformu Cinefondation’da a ilk 10’a girer.

KIRIK MİDYELER

ORHAN ESKİKÖY – ÖZGÜR DOĞAN

İkisi de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu olan 1980 İstanbul doğumlu Orhan Eskiköy ile, 1978 Varto doğumlu Özgür Doğan, “İki Dil Bir Bavul” filminde üniversiteden mezun olur olmaz uzak bir Kürt köyüne atanan genç bir Türk öğretmenin bir yılını, ve onun okula yeni başlayan Türkçe bilmeyen çocuklarla yaşadıklarını belgelediler.

Aynı ekip, yeni projeleri ”Babamın Sesi” filminde, filmin Orhan Eskiköy’ le beraber ortak yönetmenliğini yapacak olan Zeynel Doğan’ın Maraş katliamı sonrası Elbistan’a göç etmek zorunda kalan ailesinin kişisel ses arşivinin üzerinden 1979-2009 yılları arasında yaşananları perdeye yansıtıyor. Filmin belgesel-kurmaca tadını ana-oğul yenilerde dünyamızdan ayrılan Basê Doğan ile Zeynel Doğan‘ın dozunda oyunculukları daha da pekiştirirken, gurbetteki babanın sesi gibi, ülkenin çözülmeyi, hesaplaşmayı bekleyen temel sorunlarından birine bir ailenin anıları üzerinden odaklanıyor.

Sinema yolculuğuna tek başına devam eden Orhan Eskiköy’ün, “Başgan” belgeselinden sonra çektiği siyah-beyaz ilk uzun metrajı “Taş” (2016), bir ailenin yaşadıkları üzerinden gizemli bir hikâye anlatır. Özünde kimlik, doğa ve inanç ekseninde varoluşu ve insanı ayrıştıran noktaları sorgulayan ve bunu mümkün olduğunca zamandan mekandan soyutlayarak yapan film öyküsünü olabildiğince muğlak bırakır… Anne, çocuğunun kaybını babaya bağlarken baba, kızı da evden kaçmasın diye yaşananları hasıraltı eder. Taş, ayrıştığı nokta açısından kendini bulma ve kendi olma hali üzerinden kutsal bir görev üstlenir.

İKİ DİL BİR BAVUL

DENİZ AKÇAY KATIKSIZ

1978 doğumlu Deniz Akçay Katıksız’ın ilk filmi “Köksüz” (2012), kocasının ölümünden sonra üç çocuğuyla birlikte ailesini ayakta tutmaya çalışan bir annenin ve aidiyet sorunu çeken çocukların hikâyesi. Psikolojik olarak tamamen dağılmış bir ailenin fertlerini filminin merkezine alan Katıksız, ayakta kalma mücadelesini anlattığı kadınların yaşamak için bir erkeğe bağımlı oluşlarını kadınların gözünden sorguluyor.

KÖKSÜZ

OZAN AÇIKTAN

1978 Eskişehir doğumlu Ozan Açıktan, senaryo ve oyunculuklarını BKM Mutfak ekibinin üstlendiği, “Çok Filim Hareketler Bunlar” (2012) ve Tolga Çevik‘in senaristliğini yaptığı ve başrolde olduğu “Sen Kimsin?” (2012) adlı iki orta halli güldürünün ardından 2014’de Karaköy ve çevresinde bir gecede olup biten, paranın ve aşk tutkusunu başrolü oynadığı “Silsile” ile “Film Noir” türünün dört dörtlük bir örneğini çeker. II. Dünya Savaşından sonra 1990”larda Avrupa’da yaşanan en kanlı süreç olan Balkanlardaki savaşa odaklanan “Annemin Yarası” (2016), on sekiz yaşına geldiği için kaldığı Balkan yetimhanesinden ayrılarak ailesini aramak üzere yola çıkan Salih’in yolunun Borislav ve güzel karısı Maria ile kesişmesini anlatır. Sinemamızda işlenmemiş bir konuyu başarıyla ele alan bu filmin ardından Açıktan, uyumsuz karakterlerin zekice bir araya bir araya getirildiği, kültürel çatışmalara dayanan, Gülse Birsel’in yazdığı başarılı komedi “Aile Arasında”yı (2018) çeker.

AİLE ARASINDA

DENİZ GAMZE ERGÜVEN

1978 Ankara doğumlu Deniz Gamze Ergüven ilk gösterimini Cannes’da “Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde gerçekleştirilen, Fransa adına Oscar için aday adayı olan ilk uzun metrajı “Mustang” (2015) adı belirsiz bir Karadeniz kasabasında geçen, erkek çocuklarla birlikte denize girip biraz da samimi olunca babaanne ile amcanın genç kızlık çağına gelmiş olan beş kardeşi bir tür hapishane hayatı yaşamaya zorlamasının ve zorla evlendirilmelerinin öyküsü. Kanımca, ülkemizin sosyal gerçekliğinden bihaber, hiçbir mantıksal tutarlılığı olmayan “Mustang” genelde Batı’nın ve özellikle ukala Fransızların Türkiye’yi bir üçüncü dünya ülkesi olarak gören bakış açısındaki Türkiye imajını besleyen ve görmek istediğini sunan, sinema açısından epey kusurlu bir film. Yaratıcı bir yetenek olarak göremediğim, Medya tarafından şişirilmiş olduğunu düşündüğüm Ergüven’in, ilk filmin başarısı sayesinde ABD’de yönetmek fırsatını yakalamış olduğu, hem izleyiciler hem eleştirmenlerce yerden yere vurulan “Kings” (2017), bu konuda yanılmamış olduğumu kanıtlar gibi…

MUSTANG

EMRE YALGIN

1978 Bursa doğumlu Emre Yalgın Üniversite lisans eğitimini ODTÜ Felsefe bölümünde, yüksek lisansını Bilkent Grafik ve Tasarım bölümünde tamamlamış. Yönetmen asistanlığı, kameraman, sanat yönetmeni asistanı ve post-prodüksiyon sorumlusu yapmış. İlk uzun metrajı “Teslimiyet” (2010) toplumumuzda fahişelikten başka bir mesleği yapmalarına olanak tanımadığı travestilerin ve transseksüellerin bıçak sırtındaki yaşam mücadelelerine başrollerin birinde gerçek bir transseksüelin oluşuyla bu insanların trajik dünyasına samimiyetle içeriden bakmaya çalışır. Ancak, toplumumuzun bu kanayan yarasını cesaretle irdelemesine karşın, bu acemice çekilmiş film amacına ulaşmakta zorlanır. Henüz oluşmamış bir sinema dilinin ürünü olan “Yol Ayırımı: Haydi Baba Gene Yap” (2013) ile, B Tipi Hollywood aksiyon filmlerine özenen orta halli “Emanet” (2016), iyi niyetli ama henüz çok ham sinema örnekleridir.

EMANET

FAYSAL SOYSAL

1979 Batman doğumlu Faysal Soysal, 2003 yılında eczacılık fakültesinden mezun olur ve. Van 100. Yıl Üniversitesi’nde “yeni türk edebiyatı” alanında yüksek lisansına başlar. 2003-2007 yılları arasında İran’da yaşayarak 2007’de Tahran Güzel Sanatlar Üniversitesi sinema ve tiyatro fakültesinde yüksek lisansını tamamlar. 2008 yılında New York Film Akademisi’nde kurs ve atölye faaliyetlerine katılır. Ilk kısa filmleri katıldıkları festivallerden ödüller alan Soysal, Bosna soykırımını ele alan 1 saatlik belgesel filmi “Mising Times”dan (2015) dört yıl sonra ilk kurmaca filmi filmi “Ceviz Ağacı”ı çeker. Film, Göynük’te lise öğretmeni olan, iki yıl önce evlendiği, aynı okulda eğitmen Yaprak’la evliliği çökerken yazma yeteneği de körelmeye başlayan Hayati’nin sıkıntıları üzerinden geçmişte yaşanan bir siyasal kırılma dönemiyle edebiyat üzerinden hesaplaşmaya çalışır. Ancak “Ceviz Ağacı”, senaryonun ayrıntılarına girildiğinde ortaya çıkan inandırıcılık sorunları ve tutarsızlıklar sebebiyle kuşaklarının en yetenekli oyuncuları olarak gördüğüm Serdar Orçin ve Sezin Akbaşoğulları’nın kusursuz yorumları, inandırıcı ve sevilesi bir Ahmet’i var eden Ali Mert Yavuzcan’ın ve sahneyle beyaz perdede oyunculuğu ve ışıltısıyla her göründüğü anı aydınlatan Kübra Kip’in çabalarının boşa gittiği kanımca başarısız bir filmdir.

CEVİZ AĞACI

HAŞİM AYDEMİR

1979 doğumlu Haşim Aydemir’in hazırlık ve çekim aşaması 3 yıl süren yarı belgesel kurmaca filmi “14 Tîrmeh / 14 Temmuz” (2017), Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’ndeki işkenceleri, vahşete karşı direnişleri ve 1982 yılındaki 14 Temmuz Büyük Ölüm Orucu’na odaklanır. Kürtçe çekilen film, kimi zaman aşırı slogancı ve taraflı duruşuyla izleyiciyi epey rahatsız eden ancak özenli sinema diliyle ilgi çekebilen bir çalışmadır.

10 yıl boyunca BEKSAV yönetim kurulu başkanlığı ile Sanat ve Hayat dergisinin genel yayın yönetmenliğini birlikte yürüten, görme engelliler için Türkiye’de yayımlanan ilk kültür sanat dergisi Konuşan Dergi’nin kurucu yayın yönetmenliğini yapan Hacı Orman, Harold Pinter’in ”Dağ Dili” oyununun Kürtçe prodüksiyonunda da yer almıştır. 2010’dan itibaren kurumlardaki bütün idari görevlerinden ayrılarak sinemayla ilgilenmeye karar vermiş, Hüseyin Kuzu’dan senaryo, Zeynep Özbatur Atakan’dan yapım dersleri almış, çeşitli belgesel filmlerde sanat yönetmeni ve yardımcı yönetmen olarak bulunmuştur. Siyasi nedenlerle iki kez hapse girip çıkan Hacı Orman’ın tek mekânda geçen ilk kurmaca çalışması “Homo Politicus”, (2015), 1915 yılında, Enver Paşa’nın İstanbul’daki karargâhında, kendisini Ermeni tehcirini yapmamaya ikna etmeye çalışan teolog ve şarkiyatçı Johannes Lepsius’la yaptığı tarihi görüşmeyi ele alır. Yetkililerle epey sorun yaşamış olduğu bu 25 dakikalık kısa filmin ardından gelen ilk uzun metrajı “Körleşme”de Orman politikadan olabildiğince uzak kalarak yakından bildiği bir ortamı, görme engellilerin dünyasını ele alır. Genelde izlenebilir düzgünlükte bir sinema diliyle anlatılan bu film, bazı sinemasal klişeleri zekice yıkarak başlayıp, başka klişelerin tuzağına düşen, karakterlerin hemen hepsi derinlikten yoksun kaldığı için oyunculukları ancak ortalamanın biraz üstüne çıkabilen, beklentileri karşılayamayan bir çalışmadır.

Sinemamızın yaşları kırk ve kırkın altında olan en genç kuşağını gelecek yazımızda ele alacağız.

KÖRLEŞME
OrtaKoltuk Puanı:

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz