BAŞKA BİR OCAK
BAŞKA BİR SİNEMA’nın 10 filmlik mini festivali bu yıl pandemi koşulları doğrultusunda seyircileriyle çevrimiçi olarak buluştu. Bu yazımda seçkinin öne çıkan 4 filminden bahsedeceğim.
BAŞKA SİNEMA’nın 3 yıldır gerçekleştirdiği mini festival BAŞKA BİR OCAK, bu yıl pandemi koşulları doğrultusunda seyircileriyle çevrimiçi olarak buluştu. 10 filmden oluşan seçki için kombine bilet alanlara 2 klasik başyapıt hediye edildi: Andrei Tarkovsky’nin Venedik Film Festivalinden Altın Aslan Ödüllü bilimkurgu filmi “Solaris” (1971) ile Charlie Chaplin’in 100. Yılını kutlayan efsanevi filmi “Yumurcak / The Kid” (1921).
Son Venedik Film Festivalinin tek yerli filmi olan “Hayaletler” Eleştirmenlerin Haftası Bölümünde Büyük Ödüle layik görülmüştü. Edebiyat ile sinemayı birleştiren filmler kervanına katılan, Josephine Decker’in “Shirley”i korku romanları yazarı Shirley Jackson ile edebiyat eleştirmeni kocası Stanley Hyman’ın evine misafir olan genç bir çiftle yaşadıklarına odaklanıyor. Bu 2 kurmaca karakter sayesinde, esin kaynağını yitirdiği için depresyon geçiren ünlü yazarın yeni romanını yaratma sürecini izliyoruz. Bu roldeki Elisabeth Moss Oscar’ın favorisi.
Yılın en iyi filmleri arasında gösterilen, Jude Law’un performansıyla filmin ruhunu yansıttığı bir hırs ve aile hikayesi olan “Yuva / The Nest” seçkinin öne çıkan yapıtıydı. Massoud Bakhashi’nin gerçek bir televizyon programından esinlendiği, günümüz İran’ında adeta distopik bir dünya modeli kuran, kocasını öldürmekle suçlanan bir kadının affedilip affedilmeyeceğini izlediğimiz “Yelda, En Uzun Gün / Yalda, A Nigth For Forgiviness” Sundance’ta Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmıştı. Seçkinin en ilginç filmlerinden biri olan, 35 yaşındaki Janette Nordahl’ın ilk yönetmenlik denemesi “Vahşi Bölge / Wildland” BİR BAŞKA OCAK’ın en hoş sürpriziydi.
HAYALETLER
“Hayaletler” 1983 İstanbul doğumlu, sinema tahsilini Paris’te Sorbonne-Nouvelle’de gören Azra Deniz Okyay’ın ilk uzun metrajlı filmi. Daha önce “Sulukule Mon Amour” ve “Küçük Kara Balıklar” gibi kısa filmleriyle adından söz ettiren Okyay’ın ilk uzun metrajlı filmi, İstanbul genelinde elektrik kesintisi yaşanan bir günde, farklı karakterlerin kesişen hikayelerine odaklanıyor. Sucular semtinde yaşayan 4 insanın birbirinden farklı hayatlarının iç içe geçmesini anlatan film, toplumsal hayatımızın bazı acı gerçeklerine ayna tutuyor. Venedik’te ödül alan ilk Türk kadın yönetmen olan A. D. Okyay, deneyimli bir sosyoloğa yakışan tespitleriyle son derece gerçekçi ve çarpıcı bir senaryo yazmış. Filmin senaryosunu çok umutsuz bir anda yazmaya başladığını söyleyen Okyay: “Ben yaşadığım ülkede ve ortamda insanlarla yaşadığımı hissedebilmek için bu filmi yazdım. Bu şekilde kendi jenerasyonumu arşivlemek istedim.” diyor.
Genç yönetmen çizgi dışı bir mizansen ve yenilikçi bir kurgu anlayışıyla sinemamız için umut vaad ediyor. Filmi zıt uçlar, isyan ve şiddetle parçalanmış bir toplumu ustalıkla gözlere seriyor. Film kentsel dönüşüm, kadın cinayetleri, Suriyeli göçmenler gibi günümüz meselelerini, İstanbuldaki abluka ve isyanı dinamik bir kurgu ve renkli bir görsel uslupla anlatıyor. Okyay’ın başarısına müthiş kurgusuyla filme damgasını vuran Ayris Alptekin’i ortak etmek lazım.
Film aynı mahallede oturup, zor şartlar altında yaşayan, toplumun baskıcı koşullarına cesaretle direnen 3 kadın karakterin bir günde yaşadıklarını ilginç tespitler eşliğinde anlatıyor: Her türlü engele rağmen dansçı olmak isteyen ve bunun için çabalayan bir genç kız olan Dilem. Hapisteki oğlunun canını korumak için acil para bulmak zorunda olan Belediye temizlik görevlisi İffet. Farklı konularda çalışan ,mahalledeki çocuklara gönüllü film dersi veren aktivist bir genç kız olan Ela. Kentsel dönüşüm mafyası gibi çalışan, eski binaların kolonlarına zarar vererek çökmelerini sağlayan, kirli inşaatçılarla işbirliği içinde olan Raşit.
İstanbul’un bir parçası olan konuları kendine has bir kurgu diliyle anlatan “Hayaletler” Venedik’teki ödülünden sonra Antalya’da Altın Portokal dahil 5 ödül kazandı. Dünya festivallerinde ülkemizi başarıyla temsil ederek dolaşan filmi, sinemaların kapalı olduğu bu dönemde BAŞKA SİNEMA aracılığı ile izlemek sinefiller için keyifli oldu.
VAHŞİ BÖLGE
Carl Theodor Dreyer, Lars Von Trier, Bille August gibi dahi sinema adamları yetiştiren Danimarka’da son yıllarda Thomas Winterberg, Susan Bier, Nicholas Widing Refn gibi yönetmenler uluslararası başarılar kazanıyorlar. Danimarka sinemasından gelen “Vahşi Bölge / Wildland”, 35 yaşındaki genç bir yönetmen olan Jeanette Nordahl’ı ilk uzun metrajlı filmiyle umut vaat eden isimlerin arasına katıyor. 2 kısa ve bir TV serisinin 2 bölümünü yöneten Nordahl, henüz ilk uzun metrajını yapan bir yönetmenden beklenmedik bir ustalık gösterisiyle hayranlığımızı kazanıyor.
Bu polisiye- gerilim filminin 17 yaşındaki kahramanı İda, annesini bir trafik kazasında kaybettikten sonra onun dargın olduğu teyzesinin yanına taşınır. Teyzesi Bodil kocası ve iki yetişkin oğluyla, şehir dışındaki lüks bir villada yaşamaktadır. İda tanımadığı bu insanlara tedirginlikle yaklaşır ancak gördüğü sıcak ilgiden sonra onlarla yakınlaşır. Yeni yaşamında tattığı yakınlık ve birlik duyguları ilk zamanlar ona huzur verir. Ancak aile bireylerinin suça yatkınlığı ve istismara dayalı yaşam tarzları yüzünden şiddeti, bağımlılığı olağan karşılamaya başlar.
Bir gece kulübü işleten ailenin karanlık işlere bulaştığını öğrenen İda, annesinin bu aileyle dargınlığının sebebini bulmuş olur. Ev sevgi dolu olmasına rağmen dışarı adım atılmasıyla, aile şiddet dolu ve suça gömülü bir hayat sürmektedir. Bir mafya çetesini andıran ailenin 3 erkeği bir tahsilat için gittikleri eve İda’yı da götürürler. İşler beklendiği gibi gitmeyince İda bir cinayetin görgü tanığı olur. Polisin tanıklık etmesi için sıkıştırdığı İda, ailenin konuşursa öldürüleceği tehditi ile karşı karşıya kalır. Müthiş bir gerilim temposu ile anlatılan filmin sürprizli finalinde taşlar yerine oturur. Filmi izledikten sonra İda’nın karşılaştığı sorun aklıma takıldı. Bir zamanlar annesinin cevap aradığı soruyu şimdi kendisine sorması gerekir: Ailen için ne kadar ileri gidebilirsin ?
UNDİNE
Modern Alman sinemasının ve Berlin Okulu’nun önde giden yönetmenlerinden biri olan 1960 doğumlu Cristian Petzold filmlerinde Almanya ve Avrupa tarihini, politik bellek ve mekanı araştırma konusu etti. En önemli filmleri arasındaki “Barbara” (2012) Doğu Almanya’dan Batıya kaçmaya çalışan taşraya sürülmüş bir doktorun hikayesini anlatır. “Yüzündeki Sır / Phoenix” (2014) Soykırımdan sağ kurtulan bir kadının dramatik öyküsüne odaklanır. “Transit” (2018) 2. Dünya Savaşının son günlerinde Nazi rejiminden kaçmak için Marsilya’da gemi bekleyen insanları anlatır.
Cristian Petzold’un bir sonraki filmi “Undine” dünya prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivalinde FİPRESCİ Ödülünü alıp Paula Beer’e En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandırdı. Petzold’un “Transit”teki iki başrol oyuncusuyla çektiği “Undine” mitolojik soslu bir peri masalı. Yönetmenin yine tarih ve bellek temalarına değindiği “Undine” romantik ve şiirsel bir aşk öyküsü. Modern masal niteliğindeki film, mitolojideki su perisi kahramanını günümüz Berlin’ine taşıyarak onu duygusal bir aşk öyküsünün merkezine taşıyor.
Undine (Paula Beer) Berlin’in kentsel gelişimi hakkında konferanslar veren bir tarihçidir. Sevdiği adam (Jacob Matschenz) başka bir kadına aşık olduğu için kendisini terkettiğinde antik bir efsane onu ele geçirir. İnandığı mite göre Undine kendisine ihanet eden adamı öldürmek veya suya geri dönmek zorundadır. Tam bu sırada karşısına Christophe (Franz Rogowski) adında bir adam çıkar. Dalgıçlık yapan bu erkeğe ilk görüşte aşık olan Undine, yaşadığı ilişki yolunda giderken, Christophe’un kendisinden bir şey sakladığı düşüncesine kapılır. Kendisini ihanete uğramış gibi hisseden Undine yeniden bir karar vermek durumunda kalır.
İKİMİZ
Yılın en kaliteli duygusal filmleri arasında gösterilen “İkimiz / Deux”, bir yalanı sürdürmenin bedelini, melodramın tuzaklarına düşmeden, sevginin gerçek kudretini vurgulayarak gösteriyor. Filippo Meneghetti bu ilk uzun metrajlı filminde sevgi, sadakat ve hastalık gibi temaların hakkını veren duygu yüklü bir melodram yapmış. Karşılıklı iki dairede oturan iki emekli kadın, Nina ile Madeleine’i herkes sadece komşu olarak görürken, onlar yıllardır derin bir aşk yaşamaktadır. Birbirlerine gidip gelir, birlikte hayatı paylaşırlar. Bir gün beklenmedik bir olay ikisinin de hayatını değiştirir. Bu olay aynı zamanda Madeleine’in kızının Nina hakkındaki gerçekleri öğrenmesine sebep olacaktır.
70’li yaşlarını sürdüren iki kadının aşkını samimi, yüreklere seslenen bir dille anlatan film, konunun merkezindeki iki eşcinsel kadının değil, onların aileleriyle ilişkilerini incelemeye odaklanıyor. Benzersiz ve çok özel bir aşkın nasıl sarsıldığını duygu yüklü bir dille anlatan film, eşcinselliği yaşamanın kimi insanlar için zorluğunun altını çiziyor. Bir aşkın iki kadın arasında yaşanması, aşkın kutsallığı konusundaki önemini değiştirmiyor. Her ikisi tiyatro kökenli iki dev aktris, Alman Barbara Sukowa ile Comédie Française oyuncusu Martine Chevallier karşılıklı döktürüyorlar. İlk filmini gerçekleştiren bir yönetmenden beklenmedik bir beceriyle, Filippo Meneghetti hassas bir konuyu basit ama şiirsel bir dille anlatıyor.