High Life
İstanbul Film Festivali’nde izlediğim ‘High Life’ beklentilerime cevap vermeyen filmlerin ilk sırasında yer aldı.
Festival programının ilan edildiği basın konferansında, Claire Denis’in ‘High Life’ını en çok merak ettiğim filmler listesinin en tepesine koymuştum.
Yetenekli Fransız yönetmenin İngilizce çektiği ilk film ve bilim kurgu türünü denediği ilk film olan ‘High Life’, prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivalinde çok iyi karşılanmıştı.
Bir uzay gemisinde bir bebekle birlikte bir kara deliğe doğru ilerleyişi anlatan filmi, Monte adlı bu erkeğin olayları hatırlama biçimiyle izliyoruz.
Claire Denis’in “Umutsuzluk ve insanın hassasiyeti hakkında bir film bu; her şeye karşın sevgi hakkında” sözleriyle özetlediği ‘High Life’ festivalde izlediğim 40 film arasında bende en büyük düş kırıklığı yaşatanıydı.
Başroldeki Robert Pattinson’un mükemmel performansına ve Claire Denis’in fetiş oyuncusu Juliette Binoche’un varlığına rağmen, bu özgün olduğunu iddia eden bilimkurgu filmine bir türlü ısınamadım.
Bir kara deliğe doğru, geri dönüşü olmayan umutsuz bir yolculuğa çıkan filmde, iyisiyle, kötüsüyle yolcu grubundan sadece Monte ile bebeğin hayatta kaldığını öğreniyoruz. Yolcuların uzaya gönderilmiş eğitimli astronotlar değil, suçlulardan seçilen kobayların oluşu ‘High Life’ı özgün bir bilimkurgu yapmıyor.
Hayatımda gördüğüm en kötü filmdi. Bunu yapanın 7 sülalesini dinazolara yedirmek lazım.
Abi %100 katılıyorum yeminle ya, bu filmi çekenin canı cehenneme psikolojim mahvoldu.