Yeşilçamın Güzel İnsanları
Meslek yaşamımı neden satırlara dökmediğimi sordular hep. Neden bir kitap çıkarmadığımı da sorguladılar. ”Herkes o kadar güzel yazıyor ki, benim satırlarım çocuk hikayesi gibi kalır” dedim. Gerçeği kimse bilmedi. ARKA PENCERE yazılarımı karaladığım günlükleri aktaracağım bundan böyle. Umarım seversiniz. Merak edenler için kısa biyografimi de aşağıya bırakıyorum.
BİYOGRAFİ
Hacettepe Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü mezunu Nizam Eren, Toplum, Grup ve Kişisel Psikoloji eğitimi uzmanıdır.
Özen Film şirketinde 18 yıl çalışma hayatından sonra kendi iletişim ve pazarlama şirketini kurmuştur.
2012 Yılı Mayıs ayında başladığı Sinemada Yapım, Yapımcılık, Dağıtım, Pazarlama, Halkla İlişkiler alanlarında ki dersler halen ”Nizam Eren Sinema Atolyesi” adı altında ve Üniversite Atolye Çalışmaları ile devam etmektedir.
Köşe yazarlığı, Radyo-Tv program yapım ve sunuculuğu ise diğer uğraş alanlarıdır.
Mail : nizameren@gmail.com
BÖLÜM 1
Sinema ile doğdum sayılır. TV yayınının olmadığı o kısa yıllarda çocukluğum yazlık ve kışlık sinemalarda geçti. Küçücük kasabalarda bile sinema salonu vardı. Bayram demek sinema demekti. Kasabamızda ki 2 kışlık 3 yazlık salon, bu sevdamın başlangıç noktası oldu. Film izlemek için gazoz sattım o sıska bedenimle. Kçak girdim, yazlık sinemada duvar üzerinden izlerken yakalandım kaç kere.
Kışlık sinemaya delik tuvalet çatısından ”daldık”. Artiz ağabeyleri taklit ettik takla atarak. Bazılarımız Yavuz Selekman idi… Ben ise İrfan Atasoy oldum. Kimimiz kötü adam Killink, kimimiz Malkoçoğlu oldu pelerini ile. Bizanslı komutana çok kızardık ve küfrederdik örneğin. Ama o butu eliyle kavrayışı yok mu? O etleri yiyişi… ”Akşam eve gidince aynısını yapacağım” derdim ama hep tarhana çorbası bulurdum sofrada. Cüneyt Arkın‘ın bizanslı Elonora’yı ”götürüşünü” gururla alkışladığımız yıllardı.
Ankara’da üniversiteye başladığım ilk gün sinemaya gittim. Gittiğim filmi ve sinema adını günlüğüme not ettim. Akün sinemasında ”Kanlı Pazar’‘ isimli film. Çağdaş sahne de ki sinema günlerimi, Emek, Arı, Derya, Batı, Kızılırmak, Kavaklıdere, Talip gibi sinema mabedlerini anımsarım. Mezun olurken, hala gittiğim film adını ve sinema ismini de not etmeye devam ediyordum.
O yıllar her film öncesi tören gibiydi. Önce, 3 kere gong çalar, ardından ışıklar kapatılır sonra perde açılırdı. Perde çok önemliydi. Üzerinde genellikle reklam olurdu ama o perde ”düş yolculuğunun” başlangıcıydı. ”Pek Yakında” yazısı ve fragmanlar, sonra gelecek program fragmanı ve film…
Yaşı 20’nin altında olanlar, 10 dakika ara ya da filmin devamı yazılarını anımsamaz bile… Sanki hayat, birikimlerimizi kullanmak için bize şans verir gibi. Yaşamın adaleti var mıdır? Benim yaşamımda var. Sinema ile bunca tutkulu yıldan sonra yaşam adil davranmış ve bana ”hodri meydan” demişti.
1989 Yılı, 13 Eylül’ünde Özen Film ile yolumu kesiştirdi. İrfan Atasoy ile ilk tanıştığımda ki duygumu hep şöyle örnekledim : ”Futbolun Messi’si veya Ronaldo’su ile tanışmak ya da 15 yaşında ki bir çocuğun Justin Bieber ile tanışması gibi…”
Uzun zaman sonra Pagemaster filmimizde ki masal kahramanlarının birer birer gerçeğe dönüşmesi gibi akmaya başladı film şeridi. Tarık Akan, ”Karartma Geceleri” filmi için gelmişti ve karşımdaydı.
Yıl 1990. Zaten 1990 çok güzel bir yıldı. Atıf Yılmaz‘da, Yusuf Kurçenli‘de, Ali Özgentürk‘de, Cüneyt Arkın‘da o yıl gerçeğe dönüşmüş masal kahramanlarıydı. Kötü adamlar vardı birde. Behçet Nacar, Süheyl Eğriboz, Erol Taş, Bilal İnci, Kazım Kartal, İhsan Gedik gibi… Erol Dernek Sokak da ne çoktular bir zaman. Filmlerinizi izlerken içimden ”size çok küfür ettiğim için utanıyorum” diyemedim bazılarına. Örneğin; 2014 de kaybettiğimiz Süheyl Eğriboz‘a, heybetinden ürktüğüm Behçet Nacar‘a mesela. Ama İhsan Gedik ağabeye dedim bunu.Tanıdığım en çocuk yürekli adama dedim… ”Affet, beni bağışla” dedim. Minnetimi ve şükranlarımı sundum kendisine.
Ama bir dakika… Cem Karaca geliyordu bugün şirkete. Mehmet bey’in Apaşlar grubundan arkadaşı. O ne heybet, o ne ses… Ferdi Eğilmez bir çocukluk anısında, babası Ertem Eğilmez‘i ziyarete gelenleri saymıştı da içimden ”Dünya karması ile beraber olmuş adam’‘ demiştim.
Zamanla hepsini çok sevdim. Atıf Yılmaz‘ın Mütevazi ve insan sıcaklığını, Yusuf Kurçenli‘nin ağabeyliğini, Ali Özgentürk‘ün zekasını sevdim. Hürrem Erman, Kadri Yurdatap, Yılmaz Atadeniz, Memduh Ün, Osman Fahir Seden gibi dahiler ile öğle yemeklerimizi paylaştık Lades restaurantta.
Örneğin; Habib Bektaş‘ın ”Gölge Kokusu” isimli kitabını ben götürdüm Atıf ağabeye. Dışarıdan PR’nı yaptığım bir şirketti İnkilap Kitabevi. Roman ödülü 1.cisi oldu Habib Bektaş. O dönem İnkilap Kitapevinde çalışan eşime söz etmiş ve bende Atıf ağabeye çıtlatmıştım. Eylül Fırtınası adı ile 1999 yılında filmini çekti sonra. Güzel insanlardı eskiler. Saygılılardı, kimi gönderdiysem beni karşılar gibi karşılayıp ağırlamışlardı.
BÖLÜM 2
Yılmaz Köksal ve Sümer Tilmaç‘ın Kahpe Bizans filmi, çekilirken sete herkesten önce gelişlerini anımsarım. Ne büyük saygıydı sete, prodüksiyona. Birde aynı filmde rol alan yeni dönem isimlerin sete geç gelişlerini anımsarım. Ali Özgentürk‘ün ”Çıplak” filmi sürecini anımsarım örneğin. Kızmıştı piyasaya ve gazete ilanlarında ”ciddi olmayan kötü bir film yaptım” diye yaz demişti bana. ”Aman ağabey” dememe fırsat vermeden ” bir yönetmenin kötü film yapma hakkı da vardır” demişti sonrasında. Öylede yayınlamıştık ilanları.
Bu satırları kaleme aldığım günlerde, sinema gündemi, sinema zincirlerinin mısır + bilet promosyonu ile yapımcıların gelir kaybı tartışmasıydı. Mikrofon uzattıklarında kişisel görüşümü sundum. Ama burada da belirtmek isterim ki 30 yıl promosyon – parter üzerine kafa yoran biri olarak geçmişte 1 gün bile izleyiciyi daha fazla sömürmeyi aklıomdan bile geçirmedim. İzleyiciyi ödüllendirmeyi amaçladık hep… Sinemayı tercih ettiği için ödüllendirilmeyi de hak ediyor diye düşündük.
Anneler Gününde anneleri misafir ettik. Babalar Gününde baabalar konuğumuz oldu. Yeni evlenen çiftleri, balayı hediyesi olarak başımıza taç ettik. Öğrencilerin yarıyıl tatilinde uygun filmler gösterime girdik çocuklar için. Ve karnesi ile bize gelenleri ücretsiz film izleme imkanı sağlayıp ödüllendirerek, sevindirdik. Notlar mı ? Hiç çocuğa not sorulur mu? Amaç, sinemayı sevdirmek değil miydi?
İşe başladığınız ilk günü hatırlar mısınız? Kim unutur ki? Hele sık iş değiştirmeyip bir yere kök salmayı kafaya koyduysanız nasıl unutursunuz? Ben anımsıyorum. ”-Çıkar çeketini başla” demişti Can Yücel kılıklı muhteşem adam.
İlk eylemim eski telefon rehberindeki numaraları yeni deftere geçirmeye başlamak oldu. Google henüz çok uzaktı. Nisan 1990’da ABBYS filminin galası olacaktı ve ben henüz premature çocuk gibiydim. OP dönemin parası ile 59 milyon TL de reklam bütçesi vardı elimde. Harca harca bitmez dedikleri bir paraydı ki bugün geriye baktığımda 18 yıllık Özen Film – Fox işbirliğinde bütçeyi tüketemediğim tek filmdir. Site Sinemasında muhteşem bir gala oldu. O gece Müjde Ar ile tanıştım. O gece uyuyamadım…
Yıllar sonra ”Eğreti Gelin” filmine başlamadan önce Cemile Sultan korusunda ki Basın Lansmanında Efe‘yi, yani oğlumu kucağına aldığında o ilk gece geldi aklıma.
BÖLÜM 3
Salonlar tekrar açıldı. Tarihte hiç bu kadar, hem de tüm Dünyada salonlar aynı anda bu kadar uzun süreli kapalı kalmadı. Yeni bir umut ve heyecan var şimdi. Gösterime girememiş filmler tarih saptamaya çalışırken, kimileri motor demeye hazırlanıyor. Ama içimizde bir endişe. Ya önümüzdeki günlerde yeni bir varyant, mutasyon vs.(Maymun Çiçeği) gerekçesi ile tekrar kappatırlarsa ?
Solunum cihazına bağlı olan sinemamızın fişinin çekildiği andır. Güzel dileklerimizi Evren’e gönderelim ve sonu güzel olsun. Meslek anılarımı tarih sırasına göre yazmaya çalışacağım. Elbette, burada hepsini yazmam mümkün olmadığından, arada bir çok film atlanacak. Şimdiden özür dilerim.
30.07.1990 SHOCKER – ŞOK
İşe başladığımın henüz 10. ayı idi sektöre yavaş yavaş ısınmaya başladığım dönemdi. Filmlerde ki her unsuru çok önemseyip mutlaka karşılığını alabileceğime inancım tamdı. Elbette yanılıyorumdur. Örneğin; bu Wes Craven filmi sountrack’ini filmde görür görmez film ile sountack şirketini nasıl bir araya getiririm diye düşünüyordum. Bunu meslek hayatım boyunca hep ilişkilendirdim. 5 Kopya ile çıkan bir film için ne kadar büyük bir kampanya yapılabilirdi ki ? Soundtrack şirketinden konsinye kaset alıp gişelere bıraktım ve neredeyse çok az kaset iade ettim. Filme hizmet edeceğime kaset satışlarına hizmet etmiştim. ”No More Mr. Nice Gay” filminden kalan anıdır bana.
17.09.1990 THE FOVARİTE – GÖZDE
Sektöre başladığımın tam 1 yıl sonrasıydı. Ne çok acemi, ne tam usta olmadığım bir zaman dilimi. Murry Abraham‘ın rol aldığı bu filmin konusu bir romana dayanıyordu. Saray Geceleri… Cezayirli korsanlar tarafından Osmanlı Sarayına satılan Aimee adlı 16 yaşında ki Fransız kızın hayatını anlatıyordu roman. Kız, padişahın cariyesi sonra gözdesi olur ve sonra da NAKŞİDİL SULTAN. Fox filmiydi ama ucuz bir prodüksiyondu aslında. Filmi sıradışı kılan tek şey bazı sahnelerin Topkapı Sarayında çekilmiş oluşu ve Faruk Peker‘in yeniçeri kıyafeti giyerek rol aldığı filmdi.
Haftalar önce filmi patlatmak için elimde çok iyi materyal vardı. Harem, cinsellik, Osmanlı, Korsanlar, 1. Abdülhamid gibi. Öyle de yaptım. Filmden birkaç erotik fotoğrafı medya’ya ”tarihimize saldırı var” diyerek servis ettim. ”Bu film oynatılamaz” başlığı ile çıktı haber. İyi ama ben oynatılsın diye servis etmiştim. Eyvah ! Mehmet Soyarslan kaygılı. Çünkü, Fox ile yeni dağıtım sözleşmesi imzalanmış. Ne kadar az dert, o kadar iyi tabi. Çok kısa bir süre sonra dönemin Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek, konu hakkında bir açıklama yaparak görmediği film hakkında, sadece medya’da ki haberler üzerine gereğini yapacağını, yapılacağını söyledi. Öylede oldu.
O dönemler yaş sınırı yerine doğrudan sansür kurulu vardı ve filmleri izleyip gerekli gördükleri yerlerden kesme yetkileri vardı. Bir film kuşa çevrilebilirdi. Şimdi sıkı durun : ”koskoca Osmanlı Padişahını sevişirken terlediği, aziz ve yetersiz gösterildiği sahnelerin kesilmesine…” diyerek filmi makasladılar.
Bunu meslek yaşamım boyunca hep kullandım. Bir radyo programında ”koskoca yaşlı padişah 17 yaşında bir kızla sevişiyor. Gel de sen terleme” dediğimi bile anımsıyorum. (Eser İşletme Belgesinde kayıtlı)
Filmin başka bir sahnesi daha kesilmişti. Sultan Abdülhamit savaş dönüşü ölmüş, 3. Selim tahta geçmişti. Birgün Nakşidil Sultan ile çarşıda tebdili kıyafet gezerken pazarda hırsızlık yapan bir çocuk yakalanır ve eli kesilir. Bu sahne sansürlenir. GEREKÇE : El kesilmesine şeriata göre kadı karar verir yeniçeri ağası değil. Türkiye için kötü imaj. Peki ama Türkiye şeriatla yönetilmiyor ki ?
İşin aslı, film çok ama çok ucuz prodüksiyondu. O tarihte Özen Film ilk gösterimlerini Pazartesi günü yapardı. (Yeşilçam alışkanlığı) Film gösterime girdi ama kokusu hafta sonu gelmeden çıkmıştı. Meslek hayatımda çok konuşulup gişeye hiç katkısı olamayan işlerden biri olarak kaldı belleğimde.
BÖLÜM 4
Geçtiğimiz gün Ahmet ağabey ile (Ahmet Mekin) bahçe sohbeti yaparken her zamanki gibi konu yine Yeşilçam’a geldi. Vefa, özveri, sabır, az ile yetinme, bolca sömürü ve yokluklar ile yapılmaya çalışılan sanat. Bunların bazılarını izin verdiği kadarı ile yazacağım. Amacım belgeselini yapmak ancak henüz ikna edebilmiş değilim. Bu yazı tamamlanana dek, size mesleğim boyunca yaşadığım ve tekrarı olmayacak ”şeyleri” yazıyorum bir süredir.
HOT SHOTS
1991 ya da 1992 yılıydı. Hızımı almıştım artık. Denedim ve gördüm ki kovulmuyordum. Fox ile anlaşmamın ilk dönemleriydi. Kopyaların çok az basıldığı kaliteli salonların çok ender olduğu ama şifreli kanalların ve özel tv. lerin olmadığı bir dönemdi. Salonlar henüz bölünmemiş, multiplex, movieplex isimlerini almamıştı. Hafta sonları gişelerde kuyruk olur, bazen 1.000 kişilik salona bilet bulunmazdı. Hot Shots böyle bir dönemin filmiydi.
Marshall boyalarının Halkla İlişkiler Şirketi ve reklam ajansı TÜR TANITIM, Ender Merter ile dostluğum bu döneme rastlar. Ön yüzünde filmin afişi, arka yüzünde filmden fotolar ve özeti olan 100.000 (yüzbin) el ilanı basacak ve bende bunları Sirkeci Garı, Karaköy, Üsküdar ve Kadıköy iskelelerinde dağıtacaktım. Yüzbin el ilanı… Dağıtıcılar ile ben de 2 akşam boyunca saatlerce ve binlerce Avrupa yakasından Asya’ya, Asya yakasından Avrupa yakasına geçenlere flyer (broşür) dağıttık.
Bu arada Fuat Onan ile tanıştım. Palyaço olduğunu söyledi. (saygı ile anıyorum kendisini. Yerli yapımlarda figüran oyuncu ve kendine özgü bir duruşu olan keyifli bir insandır) Desteğe gereksinimi vardı ve nasıl yardım edeceğimi bulmuştum. İstiklal caddesinden başlayarak Osmanbey’de ki yanan ve sonra yapılıp şimdi katlı otopark olan o zaman ki Site Sineması‘na dek palyaço kıyafetleri ile peşine taktığı çoluk çocuk herkese el ilanı dağıta dağıta salona gelmiştik.
Büyük merak uyandırmıştı ama şimdi ki gibi online paylaşım yapabileceğimiz İnstagram, facebook, twitter, tik-tok gibi mecralarımız maalesef yoktu. Yoktu ama bizim de ”Word of mouth” yani ağızdan ağıza dolaşan gücümüz vardı. 11 (11) kopya gösterime giren film (9 salon İstanbul, 1 salon Ankara, 1 salon İzmir) hafta sonu tam 88.000 kişi alarak kopya başına 8.000 kişi tarafından izlendi. Şu an günümüzde bunu düşünmek bile inanılmaz geliyor bana.
TERMİNATÖR / 25. 10. 1991
Kapıya geleni hiç geriye çevirme alışkanlığım olmadı. Kış aylarında geleni sıcak bir çay ile, Yaz aylarında geleni soğuk bir bardak su ile ağırlamayı ilke edindim. Sonuçta kapı şirket kapısıydı ve gelenler şirket için geliyordu. Bir dönem Hamdi Alkan ve o dönem yeni evlendiği Canan Hoşgör ile ”Derinlik Sarhoşluğu” afişini istemeye gelmişler ve odama buyur etmiştim bu genç Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencilerini.
Sayelerinde yönetmen Ömer Uğur‘u, şimdi çok popüler olan Şoray Uzun‘u tanıdım ve sevdim bu sayede. Yine birgün danışmaya bir genç gelip, filmden bir poster istemiş. Prensip olarak her gelene poster (film afişi) vermiyorduk. Aksi halde alanlar bunları satıyor ve o dönem baya para eden afişlerde oluyordu. Fakat genç hergün gelmeye devam etmiş. Danışmadaki arkadaşım bana söylediğinde merak ettim ve odama davet ettim. ”Kardeşi için geldiğini, hasta olduğunu, vs. vs.” gerekçeleri sıraladı. Afişi verdim inanmasamda. Ya gerçekse ?
Genç, 3 gün sonra yine geldi, bu kez elinde pasta ile. ”Peki, Linda Hamilton’ın imzalı fotoğrafını istesem ne yapmam gerek ?” diye sordu. Filmin ana karakteriydi Linda Hamilton. Kendisine bu konuda yardımcı olamayacağımı, bizlerin film şirketi ile yazıştığını ve konunun oyuncunun menajeri, ajansını ilgilendirdiğini söyledim. ”ama” dedim… Çok farklı birşey olursa ancak o zaman devreye girebileceğimi kendisine belirttim. ”Nasıl yani ?” dedi. ”Yani…” dedim. ”filmi 50 kez izlemek gibi… O kadar hayransındır ki, filmi 50 kez izledi diye yazarım şirkete, belki o zaman gönderirler imzalı posteri”.
Çıktı. 3 Gün sonra Kadıköy Süreyya Sinemasından aradılar. ”Bir manyak var burada, Terminatör 2 filmine 10 adet bilet alıyor ama filmi izlemeden çıkıyor. 3 günde 30 bilet aldı”. Carolco şirketine yazdım bu durumu. Gerçekten fotoğrafı gönderdiler. Hem de imzalı. Verdim kendisine. Gazete haberi yaptım. Çocuğu bir daha görmedim. İşte böyle birikti anılar.
BÖLÜM 5
1992 BASİC INSTINCT – TEMEL İÇGÜDÜ
90’lı yılların başı çok özeldi. 1987 Yılında ki Amerikan majörleri dediğimiz ve UIP ile Warner Bross‘un ülkemizde büro açması. Özen Film‘in Fox ile sözleşme imzalaması salonların sayısını artırdığı gibi, modrnleşmesine de yol açmıştı. Neden-sonuç ilişkisine baktığımızda film kalitesi ile birlikte gösterime giren filmlerin Amerika ile senkron tutturmasıydı. Artık eş zamanlı oyuncuyduk biz de. Şirketler arası rekabet filmlere yansımış, kıran kırana bir savaş başlamıştı ve bu savaş seyirciye yarıyordu.
Ama burası Türkiye idi. Durun bir dakika… Bir kitaba konu olan filmlerden 5 tane say deseniz bu filmi mutlaka seçerdim. Özelliği olan bir filmdir ”Temel İçgüdü”. Daha senaryo aşamasında gürültüsünü Türkiye’ye duyurdu. Joe Eszterhas isimli senarist, filmin senaryosunu 3 milyon dolara Carolca şirketine satarak büyük yankı uyandırmıştı. 1990 Yılında bu rakam ne ifade ederdi şöyle söyleyeyim : 2000 yılında bile gösterime çıkan 8 yerli yapımın toplam maliyeti 3 milyon dolar etmiyordu. 1992 sinemada sansürün olduğu ama erotizmin medya da özgürce kullanıldığı, Tv. de ”Tutti Furutti” yıllarıydı.
Bir şekilde film makaslansa bile bunu medya kanalı ile kullanmak benim işimdi. Ancak, filmin toplatılacağını hiç birimiz hesap edemedik. Gösterime girdiğinde 13 kopya idi. Sadece 13 kopya. Taşımalı oynadığımız yerlerde vardı elbette. Site ve Süreyya sinemalarının kuyruğunu şu an ki gibi bir cep telefonu ile fotoğraflayabilseydim, ülkemiz sinemasının nereden nereye geldiğini 2 karede özetleyebilirdim belki.
Filmin 5. haftasıydı ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, o dönem koalisyon ortağı iktidar partisi Refah Partisi‘nin şikayeti üzerine toplatılma kararı aldırıyor ve bütün sinemalarda ki 13 kopyaya el konuyordu. Gerekçe : ”Filmde ki ah, oh seslerinden rahatsız olmak…” Yasama – Yürütme – Yargı birbirine girmişti.
9 Ay süren Yargıtay aşamasından sonra filmin gösterimine izin verildi. Yani Kültür Bakanlığının izin verdiği filmden Adalet Bakanlığı ”Tahrik” olmuştu. Filmin sonraki gösterimi elbette daha gösterişli oldu. 9 Ayda bayatlaması gereken film bütün tazeliği ve merakı ile seyircisiyle buluştu. 400 Bin kişi de kalan filmi, izin sonrası 500 bin kişi izlemişti. O dönem, o kadar çok radyo programına katılmış, o kadar çok gazete haberi için demeç vermiştim ki ”Birgün tarih bu günleri anacak” dediğimi bugün bile anımsarım.
Sheron Stone ve Michael Douglas ikilisinin başrolü paylaştığı ve Verhoeven gibi aykırı bir yönetmenin filmi tarihe geçmişti böylece ”Yargıtayca aklanan ilk ve tek film” olarak. Temel İçgüdü ile birlikte medya da adımı daha çok duyar olmuştu eş dost. Bu bana özgüven sağlıyordu. Büyük balığın küçük balığı yediği dönemlerdi ve ben henüz küçük balıktım.
BÖLÜM 6
1993 HOME ALONE 2 – EVDE TEK BAŞINA
Yapılan her güzel iş bir sonrakine referans oluyor şüphesiz. Hele sonuç yüzünüzü güldürürse kesinlikle motive ediyor sizi. Geriye dönüp baktığımda Özen Film de geçirdiğim 18 yıllık meslek hayatımın en güzel, en cesur birkaç işinden biri diye anımsarım bu kampanyayı.
O dönem Cağaloğlu’nda olan Hürriyet Gazetesi reklam müdürü Ayşe Sözeri idi. Randevu alıp gittim ve filmin afişini gösterdim. ”The New York Newspaper” okuyan bu çocuk neden Hürriyet okumasın ? ”dedim. Müthiş bir kadındı. İlan, outdoor ve afiş baskılarını Hürriyet üslenecek. Karşılığında her görselde Macaulay Culkin’in elinde Hürriyet Gazetesi olacaktı. Hürriyet çalışanları da özel bir gösterim hakkı kazanmıştı böylece. Film, Fox’un en çok gişe yapan filmlerinden biri oldu. Haftalarca gösterimde kaldı. Sadece 22 siinemada 800 bin bilet… Şu an hayal ötesi… Gişelerde metrelerce kuyruk oldu. Kampanya olmasa da film gişe yapardı diyebilirsiniz. Haklısınızda. Ancak bu tür kampanyaların en büyük artısı kısa zamanda hedeflenen rakama ulaşmaktır. Öyle de oldu.
Ülkemizde ki bu kampanya, Fox tarafından diğer ülkelere örnek gösterildi. Kapalı gişe oynarken salona gidip bilet bulamadığınızı düşünün. Bunca insanın büyük ilgi ile salonlara koştuğu filmi izlemek için içinizde özel bir güdü harekete geçer. Sizde izleyip mutlaka fikir sahibi olmak istersiniz. Ne var bu kadar insanın gittiği bu filmde dersiniz ? İlgi uyandırmak bir pazarlamacının önceliğidir. İlgisini Çekmek – Merak ettirmek – Araştırmak (Bilgilenmek) – Tüketmek için karar – Tüketim… Kampanyalarımın basit formülü ! İyi gidiyordum.
11. 02. 1993 JOHNY STOCCHİNO (Kürdan Joe)
Siz hiç sinemaya gittiğinizde ve bilet aldığınızda muz ikram ettiler mi ? Ben ettim. Hem de 3 gün boyunca. Mehmet Soyarslan bey, gazeteler için teaser kampanyası için taslağı çizince nereye varır bilemedim. Roberto Benigni usta ile ilk tanışmamdı. Filmde, birkaç sahnede çikita muz + Johny Stecchino ? kampanyası hazırladığında ” Çikita muzu Türkiye’ye kim getiriyorsa onlarla bir konuş belki kampanyaya katılırlar” demişti. Katıldılar… Hem de koliler dolusu.Biz çikita adını kullanacaktık onlar da bize muz verecekti.
O dönemler az kopya girdiğimiz için mekanik nispeten kolaydı. Sinemalara 1 gün önceden dağıtımlar yapılmış, personel çoktan tadına bakmıştı bile. Sempatik bir kampanyaydı. 1 Koli eve götürdüğümü, komşulara dağıttığımı ama bitmeyen muzları bir süre sonra kapı önüne koyduğumu anımsarım.
BÖLÜM 7
Farkında olmadan mı geçiyor koca bir yıl, yoksa her an farkında mıyız bilmiyorum ama bizim gibi gündemi yoğun olan ülkelerde zaman, tuzu kuru olanlar için hızlı, derdi-tasası, borcu-harcı olanlara ise acımasızdır. Zamanın kutsallığına inanan biri olarak, bize biçilen ”zaman bankamızda ki her anın değerini bilin” derim. Çünkü; ”o an” bir daha asla tekrarlanmayacak.
23 NİSAN 1993 TOYS – OYUNCAKLAR
”Sınav da bir öğrenme sürecidir” diyen hocamı, mesleğimi icra ederken hep andım. Film pazarlarken öğrenmeye devam ediyordum. Şubat ayı gibi Fox Türkiye’den sorumlu Lise Middleton ziyarete gelip boğazda balığımızı yemiş, fox filmleri için neler tasarladığımızı dinlemiş ve bizden neler beklediğini söyleyip ayrılmıştı. Bu sohbetlerin ana konusu Jimmy Hoffa ve Toys filmleri idi. Ne bir hazırlığım ne de bir fikrim yoktu. Ama olacaktı biliyorum. Baskı altında insanın olağanüstü şeyler ürettiğini okudum. Hacettepe’ de ki psikoloji derslerinden biliyordum. Bu nedenle paniklediğim hiçbir an yoktur. Zaman daraldığında filmi tekrar izledim ve oyuncak toplama kampanyası ile 23 Nisan Çocuk Bayramını birleştirmeye karar verdim. Mekaniği şöyle kurmuştum : Filme gelenler yanlarında getirdiği oyuncak ya da oyuncakları toplama kutularına bırakacaklar, burada toplanan oyuncaklar o şehirde ki K.M.Ç.Y. na bağışlanacaktı. (Korunmaya Muhtaç Çocuklar Yuvaları o dönem Çocuk Esirgeme Kurumuna bağlıydı) Bunun için de medya desteğine ihtiyaç vardı. Oyuncak getirmeyip sinemada kampanyaya katılmak isterlerse birde standı olması gerekiyordu. Elbette toplama kutuları da.
Saygı ile andığım Lazar Demişulam, İNTERTOY şirketinin başında ki isimdi ve konuyu benden dinleyince yaptığım işin kutsallığına inandı ve ne dilerse yapacağını söyledi. Kutuları üretti ve satış standı kurdu sinemalara. Medya desteği de o dönem İnter Star olan kanaldan geldi. Genel yayın yönetmeni Serpil Akıllıoğlu dinler dinlemez ”tamam” demişti zaten. VTR’ler, tanıtımlar derken beni 23 Nisan sabahı Defne Samyeli‘nin sunduğu ve Müge Turalı’nın program yapımcısı-yönetmeni olduğu sabah saatlerinde canlı yayınına aldılar. Bu benim ilk canlı yayınımdı.
150 Çuval oyuncak toplandı. Toplanan oyuncakları yuvalara dağıtmak, çocukları sevindirmek nasıl bir duygu anlatamam. (Robin Williams‘a o filmde birkez daha hayran olmuştum. Bu nedenle intiharına en çok üzülenlerden biriyimdir) Filme özel gösterimler yapıp, K.M.Ç. Yuvalarında kalan çocukları misafir ettiğim en güzel çalışmalardan birisiydi. Pizza Hut ile bu konuda eşsiz bir işbirliği içindeydik. Film öncesi çocuklara birer dilim pizza ve içecek ikram edip misafir etmek ruhu doyuran bir andı.
Film için yapılan bu çalışmaların bilinçaltında, çocukluğumun yattığını biliyordum. Bunu, hedef kitlesi çocuk olan hemen her filmde uyguladım. Sabah Gazetesi, bu çalışmadan dolayı beni, ”Günün İnsanı” seçmişti.
BÖLÜM 8
Zamanın kutsallığına inancım her geçen gün daha da pekişmekte. Yaş almanın doğal sonucu mu yoksa üretmenin dayanılmaz hafifliği mi bilinmez ama 21. yüzyılın bize bahsettiği ”Herşeyin hızlı ve kısa” olması dayatması sonucu zaman akıp geçiyor ve geride yaşanmadan tüketilen o kadar çok şey heba ediliyor ki…
1993 YEAR OF THE COMET
Muzdu, oyuncaktı derken her film için sanki birşey yapmak zorunda hissediyordum ama 52 hafta içinde o kadar yoğun film çıkıyorduk ki Eisenberg (*) kanununa karşı gelemiyordum doğal olarak. Düşünürken iş, iş yaparken düşünme paradoksu anlayacağınız. İnsan üreten bir varlık ve süreç devam ederken üretim bitmezdi. Comet kuyruklu yıldızı 1800’lü yıllarda dünyaya o kadar yakın geçmiş ki, o yıl bütün ürünler muazzam olmuş diyor filmde. Ancak, bu muazzam şaraplardan sadece 1 şişe kalmıştır ve değeri paha biçilemez.
Muz dağıtan şirket neden şarap dağıtmasın ki ? Mehmet beyin arkadaşı olan Nutuk Şarapları ile bağlantı kurup yine gazete ilanları ile anons edip plastik bardaklar alıp salonlara paylaştırmış ve hafta sonu filme ilgi çekmeyi başarmıştık. Dönemin en güzel yanı, sinema salonlarında kapıda şarap ikram ederken kimsenin protesto etmek, aleyhimizde yazı yazmak aklına gelmemişti. Şarabın sinema salonlarında galalarda ikramı ”normal” sayıldığı dönemlerdi.
(*) Eisenberg Kanunu : Bir cismin hızı ile yeri aynı anda saptanama
1993 JİMMY HOFFA
Bir sendika lideri Hollywood’un elinde nasıl bir film karakterine dönüşür ? 1975 yılında aniden ortadan kaybolursa ve cesedi hala ortaya çıkmamışsa… Jack Nicholson ve Danny De Vito yu bir araya getiren bu film, tıpkı Toys – Oyuncaklar sürecinden geçmiştir. Lise Middleton Türkiye’dedir ve filmi nasıl pazarlayacağımı sorar. Hiçbir fikrim olmadığını ve filmi tekrar izleyip neler yapabileceğimi rapor edeceğimi söyleyip zaman kazanmaya çalışmıştım. Sonra aklıma cesedinin henüz kayıp olduğunu ve ne yerini bilenin ne de akibeti hakkında bilgi sızdırılmadığı üzerine yoğunlaştım. Olsa olsa bu bir FBI ya da CIA operasyonu olmalıydı. Taşeron bir kişi ya da örgüte havale edilmişti ve Jimmy Hoffa sonsuza dek yoktu. O halde büyük oynamakta sakınca yoktu.
Aktüel Dergisi ile bir toplantı yapıp sansasyonel bir öneri sundum : Jimmy Hoffa’nın yerini bilene, bilgi verene, Özen Film tarafından 1 milyon dolar ödül… Mehmet Soyarslan, olağanüstü kültürlü ve işletme zekası olan biridir ama bazen böyle riskli işler kendisinin uykularını kaçırır. Bu kampanya da olduğu gibi. İlk günden son ana dek ”Biri çıkar bu bilgiyi verirse, Hoffa’yı buldum derse bu parayı nasıl öderiz ? ” diye günlerce kaygı ile yaşadı. (Kulakları çınlasın) Yıllar sonra gazetelerde ve sosyal medyada şöyle haberler çıktı.
http://www.hurriyet.com.tr/…/jimmy-hoffanin-cesedini…
http://www.bbc.co.uk/…/story/2006/05/060518_hoffa.shtml
https://www.haberturk.com/…/700360-unlu-sendikaci…
BÖLÜM 9
07. 10. 1994 SPEED – HIZ TUZAĞI
Şişli Site sinemasının yanmasına 1 yıl var. Salon, İstanbul Emniyeti mensupları ve yakınları ile dolu. Filmlerin içeriğine göre medyada tartışma yaratmak, promosyon, barter, kampanyalar düzenlemek benim işimdi artık.
Birçok genç sinema yazarı kardeşim ve yapım-dağıtım şirketlerinde ki arkadaşlarım hazır bulunmuştur ancak uzun zamandır ülkemizde halen devam eden sabahları Basın gösterimi uygulamasını da ilk başlatmamın üzerinden 3 yıl geçmişti. Sungu Çapan, Sevin Okyay, Ali Ulvi Uyanık, Mehmet Açar, Uğur Vardan, Viktor Apalaçi, Cumhur Cambazoğlu, Tunca Aslan, Atilla Dorsay, Nusret Şen en yakın tanıkları oldular, her zorluğa rağmen.
Salon Alkışlarla çınlarken kahraman polis, bombacı teröristin tuzağını boşa çıkarıyor ve onlarca can kurtuluyordu. Emniyet mensuplarının salonda bulunma nedeni benim o dönem İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’i makamında ziyaret etmem, filmden söz etmem ve gelirini Şehit Polis Ailelerine bırakmak istememdi. Davetiyeler basıldı ve tanesi kaç TL’den olduğunu hiç bilemediğimiz bir bedel ile İstanbul Emniyeti tarafından satıldı. Bize kalan biraz haber oldu o kadar.
18. 02. 1994 MRS DOUBTFIRE – MÜTHİŞ DADI MÜTHİŞ BABA
Yine Robin Williams ve yine eskilerin deyimiyle ”Kapı-pencere kıran bir film”. Medyayı kullanarak talihli göndermeyi en iyi bilen ben, 1 (bir) defa olsun bu galalara katılamadım maalesef. Ağaçlardan orman göremeyenlerdenim.
Alo Show – Özen Film işbirliği ile Londra galasına 2 kişi katılacaktı. O zamanlar 900’lü hatlar pek modaydı. Harika bir kampanya oldu ama maalesef Fox benim yol ve otel giderlerimi karşılamayınca talihliler gitti ben kaldım.
25. 11. 1994 BABY’S DAY OUT – BEBEK FİRARDA
YA-PA işbirliği ile okul öncesi ve okul çağında ki çocuklara kitap dağıtım kampanyası.
Bebek Firarda : Her seans bir talihliye kitap ve Litte Baby oyuncak dağıtımı. Söyler misiniz ? Şu an da bu kampanya için bir kaygı taşıyan film şirketi var mıdır acaba ?
16. 12. 1994 MIRACLE ON 34ST STREET – 34. CADDE DE MUCİZE
Her Yeni Yıl döneminde özellikle Amerikan şirketleri mutlaka bir Noel filmi gösterime hazır eder. Bu hiç şaşmaz. Nedeni uzun Christmas tatili, çocukların iyi birer masal tüketicisi ve bol harcama ile piyasa ekonomisini canlandırmak olmalı diye düşünüyorum.
Sir Richard Attenbrouaht filmi. 34. Caddede Mucize de böyle sıcak bir film. Londra Kraliyet Galası her film için yapılmaz. Ama yapılırsa da çok özel davetliler ile çok sıkı güvenlik önlemleri altında yapılır. Bazen de bizim gibi dağıtımcı ülkelere büyük yarışma ile 1 ya da en fazla 2 kişi konuk etme hakkı tanırlar. Atv’de yayınlanan Atv’de Sabah programını Savaş Karakaş ve Fulya Ergüneş sunuyordu ve kendileri ile temas kurup yapım ekibiyle pek çok görüşme ve toplantı yapıp talihlileri nasıl seçeceğimizi ve göndereceğimizi konuştuk. En büyük kaygıları tanıtım yapıp talihlilerin gönderilmesiydi. Haklılardı. Kraliyet gösterisi bu. Sıradan bir gala değildi. Ama herşey yolunda gitti ve 2 talihli Savaş Karakaş tarafından uğurlandı. Dönüşte hep birlikte stüdyoda konuk olduk. Unicef temsilcisi olan Sir Richard Attenbrough için Site Sinemalarında bir gala düzenledik ve gelirin tamamı UNICEF‘e bırakıldı.
Bu arada ”yalanlar söyleyerek insanları mutlu mu etmeli, doğruları söyleyerek üzmeli mi? ” paradoksunu bir tartışma programına taşıdım ve Tuna Serim – Nedim Saban ikilisinin moderatörlüğünde konuklar ve uzmanlar ile tartıştık. Film sonrası Finlandiya hava yolları ile Noel baba doğum yeri olan Lapland‘a bir çift talihli gönderildi ve Fınair havayolu sponsoru oldu. Ve ben yine gidemedim.
BÖLÜM 10
Geçtiğimiz ay sanırım 9 Basın gösterimi ve 2 de gala sıkıştırdım yoğun programıma. Sinemalar eski günlerine dönmeye başladı sanki. Bir süredir orta sahada top çeviren sektör, şimdilerde yavaş yavaş kanat atakları ile sinema salonlarına akın akın gelip ortakoltuk da ki yerlerini alıyorlar. Bergen, Dilberay, Batman triosu, siz bu satırları okurken 5 milyon bilet satışına ulaşmış olabilir. Geçerse de zaten sürpriz olmaz. Gelelim benim anılarıma…
20. 01. 1995 PAGEMASTER – MASALLAR PRENSİ
Oyuncakçıların yoğun ilgi gördüğü bir kampanyada kitapların nasıl ilgi göreceğini bilmek zor olmasa gerek. Tüyap Kitap Fuarının Tepebaşı’nda yapıldığı ve izdihamdan girilmediği yıllardı. Toys filminden 2 yıl sonrasına rast gelen bu film, konusu itibarı ile kütüphane de geçen ve masal kakramanlarının canlanması ile macera dolu bir hikayeyi anlatır. Kütüphane ve kitap fikri beni bu kez ”Kitap toplama kampanyası” na yöneltti.
O dönem İnkilap Kitapevi‘nin başında bulunan Nazar Fikri ve oğlu Arman Fikri, projelere açık sıcak insanlardı. Oğlu Arman, iyi eğitim almış ve vizyon sahibi değerli bir dosttu benim için. Mekanik ise Toys filminde ki gibi basitti.Medya duyurusu ile filme gelenler yanlarında bir kitap getirecek ya da fuayelerde ki kitap satış noktasından alacağı kitabı yine fuaye de bulunan kitap toplama kutusuna bırakacaktı. Toplanan kitaplar ise Korunmaya Muhtaç Çocuklar Yuvalarına bağışlanacaktı.
İnkilap Kitabevi, hem sinemalarda stand açtı, hem de stand görevlisi işini çözümledi. Medya desteği ise Kanal D’den geldi. Çeşitli programlara çıkarak kampanya duyurusu yapmama olanak sağladılar. (Bu kampanya haberlerini ve röportajlarını olurda merak ederseniz Youtube kanalıma yükledim) Toplanan kitaplar yine tarafımızdan tasnif edilip uygun olmayanlar ayrılıp yuvalara teslim edilmiştir.
02. 06. 1995 NOSTRADAMUS
Özel tv.lerin peş peşe yayın hayatına başladığı, radyoların kıyasıya bir rekabet içinde olduğu dönemlerdi. Medyaya haber gerekiyordu ya da medya beslenmek istiyordu. Bir Medyum Memiş gerçeği vardı medya da. Tv lerde her program kendisini konuk ediyor, tüm gazeteler mutlaka her hafta üzerinden bir konuyu kendisini bağlıyordu. Temas kurdum ve filmden söz ettim. Para kazanmanın tadını almış birine ücretsiz bir hizmet teklifi ne kadar irrite edici geliyorsa o kadar soğuk karşıladı. Ancak, ertesi günü arayıp filmi izleyip düşüncelerini paylaşacağını belirtti. Özen Fim de depo olarak kullandığımız üst katta bir de küçük sinema salonumuz vardı filmleri izlediğimiz. Depo dediysem aklınıza salaş bir yer gelmesin. 12 Koltuklu digital ses sistemli şık bir salondu.
O hafta içinde özel şoförlü bir Mercedes ile geldi filmi izledi ve çok kalmadan gitti. Yanılmıyorsam o dönem Flash tv de program yapıyordu. Nostradamus filmi hakkında o kadar berbat şeyler söyledi ki tanıtımı para ile yapsam bu kadar etkisi olmazdı. Nostradamus ona göre hiçbir şeyi bilmiyordu. Ama elbette inancı gereği Nostradamus ile islam inancını harmanlayıp adamın bir şarlatan olduğunu, Allah istemezse kuş uçmayacağını falan söylemişti.
Ben amacıma ulaşmıştım. Herkes Nostradamus filmini konuşmaya başlamıştı çoktan. Hatta, kitap satışlarına da etkisinin pozitif olduğunu not etmiştim. Bazen elinize Nostradamus değer bazen Rasputin… Rasputin Kim mi ? Yazılarımı takip ederseniz kısa zaman sonra sıra ona da gelecek…
BÖLÜM 11
Aylık dergide yazmanın güzel yanı, düşünecek pek çok zamanımın olması ve yazdıklarımın üzerinden defalarca geçme şansım… Kötü yanı, aydan aya beni takip edenlerin yazılarımı zamanla unutması, gündemin değişmesi ve yazımın yayınlandığı anda başka bir gündemin ilgi alanına girmesi.
Ne anılar biriktirmişim ama değil mi? Bu yazdıklarımı sinema – reklam – pazarlama alanında ki öğrencilere anlatmayı ya da paylaşmayı çok isterim. Çünkü, mesleğimin bu alanına ne ilgi duyan var, ne de bu beceriye sahip olan.
ANDRE – DENİZDEN GELEN SEVGİ
1995 Yılı… Küçükyalı, Kasımpaşa, Üsküdar, Eyüp Çocuk Yuvalarında ki 400 korunmaya muhtaç çocuğa ücretsiz gösterim, İnkilap Kitapevi çocuk kitaplarından, İntertoy’un Little Baby ürünlerinden, Coco Cola’nın Capy Sun ürünlerinden çocuklara ikram etmişti. Ne çok kitap dağıtıyorduk.
BRAVEHEART – CESUR YÜREK
1989 ve sonrası (ki çoğu sinema yazarı, araştırmacısı 1990 yılını rakamlar açısından milat kabul eder) günümüze kadar uzanan en kayda değer filmdir. Gösterime girdiği tarihten itibaren vizyondan hiç çıkmadan 5 yıl gösterimde kalmayı başaran, 17 kopya ile 1 milyon barajını geçmiş tek filmdir. 5 Yıllık korunma süresi bitip tv gösterimi serbest kalmasına karşın hem tv hem de sinemalarda gösterilen tek filmdir.
Gelin biraz öncesine götüreyim sizi. Kamera arkası dediğimiz E.P.K. (Elektro Press Kitt) lerin VHS formatında ya da Beta -C formatında gönderilmeye başlandığı dönemdi. Bir kural vardı sadece. Bazı versiyonları gösterim öncesi, TV için yapılanları ise gösterimden 10 gün sonra yayınlama izni vardı.
Kanal-6‘nın günümüzün en çok rayting alan kanalları kadar izlendiği dönemdi. Yarım saatlik kamera arkasını yayınlama konusunda anlaştık. Özel bant spotlar ve VTR hazırlandı, teaserlar dönmeye başladı. Aynı anda şirketin telefonları çalmaya başladı. ”Filmi kanala vermişsiniz, oysa daha sinemalarda oynamadı” diyen sinemacı ağabeylerimden tutun, ”filmde ki bütün sahneleri gösterecekler, seyirciye bişey bırakmayacaklar” diyen işletmeci ağabeylere dek birkaç gün boğuştuğumu ve Mehmet Soyarslan ile işi gücü bırakıp, bunun Fox’un talimatı olduğunu ve onların anlaştığını söyleyiverdik ve kurtulduk.
Film gösterime girdikten 3 yıl sonrasıydı. O zaman işlettiğimiz Kadıköy Hakan sinemasında, yine filmsiz hafta da imdadımıza yetişen Braveheart gösterirken genç bir kız ve arkadaşlarına rastladım gişede. Sordum ”sizi bunca zaman sonra bu filme getiren nedir ?” Kız : ”o kadar çok sevdim ki izlemeyen her arkadaşımı kolundan tutup üstelik bilet bedelini de ödeyerek paylaşıyorum” demişti.