LEYLA GENCER: LA DİVA TURCA BELGESELİ
Kusursuzluğun Simgesi
Yağmur şiddetini gittikçe arttırıyordu, sorduğum kişilerden yol tarifinin uygunluğundan emindim, bilenler bilir Milano çok karmaşık da değildir. İşte tam da karşımda Milano’nun simgesi o ikonik devasa yapı “Doumo Katedrali“, insanlar önünde yağmura aldırmaksızın fotoğraf çektirme uğraşısındalar. Hemen yanında şaşaalı “Galleria Vittoria Emanuele II” Cadde boyu hep moda ile özdeşleşmiş o elegant, barok mimari stilli yapılar. Tariflere uygun gidiyordum. Galerinin sonuna vardığımda, birden önüme çıktı Leonarda da Vinci Heykeli. Evet tariflere göre daha çok yakındım artık, yolun diğer kenarında olmalı aradığım bina diyordum. La Scala, yani opera ve tiyatronun mabedi olan binayı arıyordum. Önümde şimdi bir bina var, tarihi, ama pek ihtişamsız görünümlü. Bu mu? diye içimden geçiriyorum, yanına vardığımda temsil afişlerini görüyorum. Burası olmalı diyorum içimden tekrar. Gioacchino Rossini‘nin temsiline daha çok var, önce tarihi binanın müzesini geziyorum.
Sergiyi gezdiğimde iki Türk’ün ismine tesadüf ediyorum afişlerde, kitaplarda, geçmiş temsillere dair fotoğraflarda. Biri Fazıl Say, öteki Leyla Gencer bunlar. Bizden birilerini uzaktan görünce, gururlandıran anlara daha önce de şahit olmuştum. Örneğin, Sofya’da gittiğim Edebiyat Müzesi’nde Nazım Hikmet‘in eserleri ile karşılaşmak ya da Bükreş’te Odeon Tiyatro binasının önünde heykelini, Yeni Delhi’de ise caddesinin ismini görmek Atatürk’ün. Nereden geldiğimi soran opera bina sorumlusuna “Türkiye’den” cevabını verince ağzından Leyla Gencer ismi dökülüyor bir anda o vurgulu İtalyan aksanıyla. O zaman anlıyorsunuz ki, bir ülkenin en değerli zenginliği kültürel değerlerin büyüklüğü olarak gözüküyor. Milano, o andan itibaren benim için La Scala‘nın iç atmosferinin de etkisiyle tamamen Leyla Gencer olarak simgelenir hale geliyor.
Tüm Yönleri ile Gerçek Diva’yı Tanıma İmkanı
Tam da insanların evlerine kapandığı bu zor günlerde, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) yapımı, daha önce çeşitli festivallerde yayımlanmış “La Diva Turca” belgeselinin, vakfın YouTube kanalında erişime ücretsiz açılması değeri tam olarak anlaşılamamış sopranoyu tanımak için ne de büyük fırsat veriyor bize. Yönetmenliğini Selçuk Metin‘in, metin hazırlığı ve senaryosunu gazeteci yazar Zeynep Oral‘ın yaptığı, sesi ile Halit Ergenç ile Selçuk Yöntem‘in güç verdikleri belgesel, özellikle yazarı daha önce “Tutkunun Romanı-Leyla Gencer” isimli kitabı ile en iyi bilen ve tanıtan kişi ünvanlı Zeynep Oral‘ın katkısı ile ünlü müzik kadınını en doğru tanımaya imkan veriyor. Hikayemiz Boğaz’ın o mavi ve etkileyici sularının atmosferi ile başlıyor. Tarihler 10 Mayıs 2008 tarihini göstermektedir.
O akşam, Milano La Scala Tiyatrosu’nda, şef Lorin Maazel‘in yönetiminde, George Orwell‘ın romanından uyarlanma “1984” operasının temsili vardır. Oyun başlamadan önce seyircileri beklenmedik bir olay karşılar. Maazel, ağır ağır sahneye çıkar ve “burası onun evi, yuvasıydı” dediği Leyla Gencer‘in ölüm haberini verir. Orkestra ve tüm dinleyiciler ayakta alkışlarlar hatırasını. Akabinde maestro sahneden iner ve orkestra çukurunda yeniden yerini alır. İşareti ile müzik başlar. Milano’dan İstanbul boğazına geçiş nedenimiz Leyla Gencer‘in vasiyetinin gereğidir. Zira, La Scala‘nın hemen yanında bulunan “San Bibila Kilisesi“nde Heandel Ağıtı eşliğinde yapılan tören sonrasında krematoryuma götürülen bedeni, vasiyet gereği yakılır, külleri Boğaz’a serpilir. İçinde Gencer‘in dostlarını taşıyan Süreya teknesine, rüzgar, alkışlar, el sallamalı uğurlamalarla, Rengin Gökmen yönetimindeki İstanbul Devlet Opera ve Balesi‘nin çaldığı Mozart‘ın Requiemi ve Ahmed Adnan Saygun‘un Yunus Emre müzikleri eşlik eder ve küller, yani La Diva Turca, boğazı ile buluşur, boğazın kızı olarak…
Sonra çok gerilere döner projeksiyon, 1928 yılları İstanbul’una gideriz. Babası Safranbolulu bektaşi kökenli İbrahim Bey‘dir. Annesi ise sonradan Müslüman olan Polonyalı aristokrat bir aileden gelen Alexandra Angela Minakovska ya da sonraki ismiyle Atiye‘dir. Anne ve babasından bazı huylar tevarüs eder kendisine. Annesinden müzik tutkusunu, saygı uyandıran edaları, başını hep dik tutuşunu, hırslarını, çalışma gayretini alır, başarısının kaynaklarından olan inatçılığını bir de. Babasından ise bektaşi hoşgörüsünü, insan tanıma sanatını, her an patlamaya hazır, volkan gibi kişiliği geçer. Ancak birisi daha vardır çocukluk döneminde hayatını şekillendiren: o da biricik dadısı Madam Lejeune‘dur. Rusya’dan gelen bir Fransız kontesti olan dadısından, erken yaşlarda nerede ise tüm İtalyan ve Fransız edebiyat klasiklerini bitirecek denli okuma aşkını, tiyatro zevkini kazanır. Birlikte yüksek tepelere giderler. Dadı, çocuk Leyla’yı havalara fırlatır. Tam düşerken tutar, yukarıya zıplama, sonra tam düşme anında tutulma yani hayata tutunma, aslında daha sonra opera salonlarında göreceği o heyecanı, sesinin gelgitli, o lirik tarzının birer önhabercisi eylemleridir aslında.
Yıllar sonra Napoli’de Arena konser salonuna girdiğinde çocukluk hatıraları gelir aklına. Tiyatro ilk başta oyun alanı gibi gelir kendisine. Evlerinin yakınında bulunan kiliseye gittiğinde dadısı ile, burayı bir mabet alanından ziyade bir tiyatro mekanı olarak tahayyül eder. Tüm o mum yakmalar, papaz ve rahibe hareketleri, koro ve piyano sesleri, onun için teatral bir kimliğin ilk işaretleridir. Sonra babasını kaybeder. İtalyan Lisesini bitirir. Erken sayılabilecek yaşlarda varsıl bir aileden gelen bankacı İbrahim Gencer ile tanışır ve evlenir. İbrahim Gencer çok fedakâr bir eştir, tüm o temsillerde ya da yurtdışı gösterimlerde eşinin yardımına hep koşar. 3 Ocak 1993 yılında vefatına değin hiç kopmazlar. Leyla Gencer‘in içindeki müzik ve tiyatro tutkusu kendisini İstanbul Konservatuvarına 1946 yılında kayıt olarak gösterir. Çok iyi hocalardan ilk eğitimini alır: Reine Gelenbevi, Muhittin Sadak ve Cemal Reşit Rey bunlar arasındadır.
Belgeselde ayrıntılı olarak yansıdığı üzere 1949 yılında daha dersler başlamadan hocaların hocası namlı 1920 ve 30’ların ünlü İtalyan sopranosu Arangi Lombardi (1831-1951) İstanbul’a gelir. Bunu haber alan Leyla, arkadaşı Jirayir Arslan‘ı da alarak hocayı evinde ziyaret eder. İlk başta kendisine kayıtsız davranan Lombardi, sonrasında genç kızda müzik tutkusunu görür. Özellikle kızın Aida’nın aryalarını anlatırkenki heyecanına tanıklık eder. Kendisine İstanbul rehberliği de yapan Leyla’daki sanat ışığını görerek ve ona güvenerek şayet Ankara’ya kendisi ile birlikte çalışırsa La Scala‘nın büyük kapısından içeri girebileceği ümidini verir. Tam bir ikilem içinde kalan Leyla, o hep kararlı halinin tezahürü olarak gelir Ankara’ya. Ancak Leyla çok şanslıdır, çünkü o dönemlerde Ankara Devlet Tiyatrosu’nun başında, hiç kopmayacağı Muhsin Ertuğrul bulunur. Önce korist olarak girer, sonrasında ise konservatuvarda bir çok hoca ile çalışarak temsillere başlar.
Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ilk profesyonel sahneye çıkış 1950 yılında gerçekçi opera stilinin ünlü örneği “Cavelleria Rusticana” operasında “Santuzza” rolü ile olur. Sonrasında “Tosca”, “Cosi Fan Tutte”, “Kerem ile Aslı” oyunlarındaki performansı ve Aydın Gün ile uyumlu halleri ile Ankara’da ismi o kadar duyulur ki, bir çok yabancı devlet başkanının huzurunda yapılan temsillerde hep onun sahnelediği oyunlar seçilir. Kimler yoktur ki oyununu izleyen devlet erkanı arasında? ABD Devlet Başkanı Eisenhower, Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Tito, Adenauer, Harry Truman, Şah Rıza Pehlevi, Prenses Süreyya, Kral Faysal, Yunanistan Kralı Paulo bunlar arasında sayılabileceklerdir. Artık rüştünü ülke sathında ispatlayan Gencer için yurtdışı açılımı ise tam da bu sıralarda gelir: 1953 yılında Türkiye ile İtalya arasında Kültür Andlaşması imzalanır, buna göre Leyla Gencer, İtalyan RAİ Televizyonunda bir konser verir. Ondan sonra başlar teklifler. Hiç bir Türk sanatçısına nasip olmayan ne ihtişamlı salonlarda konser verir peşisıra.
Napoli’de üçyüz yıllık geçmişi olan San Carlo Operası‘nda 1954 yılında “Madam Butterfly” oyunu sonrasında yanına herkesin sevgilisi Ingrid Bergman gelir gözyaşları arasında. Romantik operanın bu müthiş temsilinde seyirciler çok etkilenir. Daha sonra literatürde “Genceratte” denilecek yeni bir tarzı vardır bu Türk kızının. Neydi Genceratte? Zeynep Oral bunu, patetik bir vurgu olarak olarak görür, bu çırpınan kalbin ifadesidir. Kalbin tam dorukta duracakmış gibi olduğu andır, ağlayan bir sesin hıçkırığa dönüşecekmiş gibi olmasıdır ve ses çığlığa dönüşür, kalbin çarpması ile sese gözyaşı karışır. Annesinin öldüğünde hemen konser vermek durumunda kalır. Napoli’de, Genceratte‘nin izleyiciye ağıt olarak döndüğü anlar yansır belgeselden bize. Sonra San Francisco’dan gelen telefon ile bir başka deneyim daha yaşanır. Francesca rolünü oynayacak Tebaldi, son anda hastalanır, yerine Leyla, kısa bir süre içinde, oyun repliklerini ezberleyerek çıkar. Hırsı galebe çalmıştır ve oyunu başarı ile temsil eder.
1957 yılında ise bu kez “La Traviata“nın “Lucia“sı Maria Callas vazgeçer oynamaktan. Bu zor rolün altından da kalkar yine kısa süre öncesindeki ön hazırlıklarıyla. Canını dişine takar, sürekli çalışır ve bunu da başarır. Beş günde oyunları ezberler. Sonra La Scala primadonnalığa giden süreç başlar. İlk kez bir Türk, La Scala Tiyatrosunda, temsilde bulunacaktır. İlk kutlayan yine Muhsin Ertuğrul olur, gelemez ancak mektubunu gönderir “…beni kulis arasında yaşlı gözlerle seni alkışlarken göreceksin, buna emin ol, o kadar senin yakınındayım ve seninle beraber yaşayacağım o geceyi, seni Allah’a emanet eder, binlerce defa öperim, sevgili Leyla’cığım, benim biricim öncüm!” Öncü’dür gerçekten, yalnızca La Scala’ya çıkan ilk Türk değildir, aynı zamanda Donizetti‘nin unutulmuş operalarını gün yüzüne çıkarır, bunları yeniden uyarlayıp yorumlayarak kaynaklarda Donizetti Rönesansı olarak geçen akımın gelişimine çok ciddi katkı sunar.
1957 yılından 1980’e değin La Scala Tiyatrosunda primadonna olan Gencer, Vittoria Gui, Tuillo Serafin, Gianandrea Gavazzeni ve Ricardo Muti gibi opera tarihinin seçkin şefleri ile tanışır. Ne var ki; kendisinin bu başarısı hiç de olumlu karşılanmaz Ankara’da kimilerince. Hemen ülkeye dönmesi istenir, gelemez, bu nedenle kısa süre içinde gelmemesi durumunda sözleşmesinin feshedileceği tehditini görmezden gelir ve istifa eder. Bir başka yönden ise kendisine sürekli başka ülke vatandaşlığı ya da başka yer pasaportu çıkartma teklifleri gelir. Bunları da kabul etmez, ne isminden vazgeçer ne de tek ülke, yani milli pasaportu taşımaktan. Ne zaman ülkesinde sanata katkı sunması gerekse bunu katkı vermekten çekinmez. Muhsin Ertuğrul, Bursa’da yeni açılacak Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nda konser vermesini istediğinde kabul eder yahut İstanbul Şehir Tiyatrolarının kuruluş döneminde kendisine gelen bir çok teklifi reddetmek pahasına İstanbul’a gelip Tosca‘da oynar. Her ne kadar Maria Callas ile hep rekabet halinde bir görüntü sergilense de, Leyla’yı tebrik edenlerden birisi de Callas‘tır.
Leyla Gencer Milano’daki Duomo‘da, Verdi‘nin Requiem‘ini seslendirir. Ünlü maestro Gavazzeni‘nin anlatımına göre iki sıra önünde bulunan Maria Callas arkasına dönerek “mamma mia, bu ne ses” der. Ancak yine de Callas‘ın özellikle plaklarının elden ele dolaşması, La Scala’daki pozisyonu gözönüne alındığında Gencer ile Callas rekabetinin ne boyutlarda olduğunu tahmin etmek de zor. Leyla Gencer uzun süreli sürdürür sahne yaşamını, 1985 yılına kadar devam eder aktif sanat hayatı. Ancak zirvede bırakmak ister, son temsili kendisini de bir bakıma tüm o müşkülpesent halleri ile yansıtan “Ciddi Bir Opera Provası” isimli opera-buffa tarzı komedidir. “Norma“da, “Aida“da, “Macbeth“te, “Medea“da hep dramatik rollerde gördüğümüz Gencer, bu kez farklı bir deneyim ile çıkar seyircisinin önüne.
Ölümünden sonra da devam eden Uluslararası Leyla Gencer Yarışmalarında bulunur, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının onursal başkanlığını yürütür. La Scala’nın Lirik Akademisi olan As.Li. Co diye tanınan kurumun hem artistik direktörü hem de eğitmeni olarak uzun süre çalışır ve yeni oyuncular kazandırır. Belgesel özellikle Nebil Özgentürk‘e ait daha önce “Rüzgara Karşı Yürüyenler” belgeselinde yayınlanan Leyla Gencer görüntülerini, anlatıma uygun bir sunumla önünüze seriyor. Ayrıca Leyla Gencer temsillerindeki görüntülerin stüdyo çekimi olarak değil, bizzat sahne performanslarından sunulması da belgeselin takibini daha zevkli hale getiriyor. Zeynep Oral‘ın sunumları ile bizzat tiyatro ve opera binalarında yapılan çekimler de belgesel yapımının zorlukları dikkate alındığında çok değerli. Ayrıca Halit Ergenç‘in tüm ruhunu vererek sesini yerli kullanması da belgeselin artılarından.
Belgeselde Yekta Kara, Melehat Behil, Franca Cella, Francesco Cannessa, Donatella Brunazzi, Görgün Taner gibi Gencer’i bizzat tanımış kişilerin anlatımları da yine doyurucu bilgi edinmek bakımından faydalı. Belgeselin sonlarında Norma oyunu için İstanbul’daki bir seminerde, aryadaki sesini duyan Leyla Gencer‘in önce gözlerinin yaşarması, ardından ise gözlüğünü takarak gözyaşlarını sakladığı anlar, hem izleyenlere duygusal anlar yaşatıyor, hem de onun kişiliğinin yansımaları olan başarıları, mükemmeliyetçiği, hocaları ile bile neredeyse didişen o mücadeleci yanı bir bir jenerikle birlikte önümüze seriliyor. Leyla Gencer hakkında Zeynep Oral‘ın kitabı dışında Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan oylumlu bir kaynak kitap ile Evin İlyasoğlu‘nun “Ben Leyla Gencer” kitaplarından da tafsilatlı bilgi edinilebilir. Ben belgeseli ilk kez Ankara Film Festivali’nde izlemiştim. Daha önce sinema salonunda seyirciler tarafından filmin alkışlanmasına bir kaç kez şahit olmuştum. Yılmaz Güney‘in “Yol” filminin yeniden sinemalarda gösterildiğinde, Paolo Sorrentino‘nun müthiş filmi olan “Muhteşem Güzellik” sonrasında kopan alkışlarda ve bir de bu belgeselde. Yapım, Türkiye’nin gururlarından bir sanatçıyı, gerçek bir divayı tanımak için eşsiz bir fırsat, kaçırmayın derim…