Cüneyt Arkın

Kaybolan Bizlere Yeni Bir Ağıt…

Fransız oyun yazarı ve Camille Claudel‘in aynı zamanda kardeşi olan Paul Claudel‘un (1868-1955) zamana ilişkin şu düşüncesi bende ne çok şeyler anımsatır: “Zaman hiç kaybolmaz. Kaybolan Biziz.” Evet, bu sözü yitip gidenler ardından kullanmak acı verici ama bir o kadar da doğru maalesef. Düş gibi zamanlar yaşanır. Hele çocuksanız ve yitenlerin yanında güvenli alanlardaysanız. Şimdi ise o kadar da kirliyse. Artık hüzün yakanızı bırakmaz. Marcel Proust‘un “Kayıp Zamanın İzinde”sinde olduğu gibi artık onları anımsamak için gayret ederiz. Bir koku, bir ses, arar dururuz. Yaşanmıştır fakat yaşananlar artık acılı olmaya başlar.

60 ve 70’li yılların her kuşağa hitap eden film kahramanlarının artık çoğu yok. Elinize sevdiğiniz bir Yeşilçam klasiğine ait kartpostalı alın ve bakın. Belki bir ya da ikisi ile halen aynı havayı soluyorsunuz. Yeşilçam bir sihirdir. Belki evet gerçeklikten uzak yönleri vardı. Ama biz o filmlerle en çok içe dönüp o kahramanlara özenerek büyürdük. Ve onların en önemlisi, Türkiye Sineması’nın erken dönem kuşağı sonrası tiyatrodan kopan sinemamızın ilk önemli temsilcileri birer birer artık dünyadan göçüp sessiz geminin yolcusu oluyorlar. Kara Murat gibi davrandığımız, Malkoçoğlu olduğumuz Cüneyt Arkın da artık yok…

Ayağı Hep Yurdunda…

Cüneyt Arkın son kitabına “Benim Kahramanım Türk Halkıdır” ismini vermişti. Kırmızı Kedi Yayınlarından bu sene çıkan ve oldukça kolay okunan kitap bize Cüneyt Arkın‘ın fragman benzeri yaşadığı olaylara dair kısa gözlemlerini sunarken öte yandan aslında Arkın‘ın neden ölümünün toplum üzerinde bu derece tesir bıraktığını da gösteriyor. Çünkü Arkın kitabında belirttiği gibi ayağını bastığı toprağın insanına çok güvendi. Yeşilçamı da çok sevdi, o nedenledir ki Avrupa’dan gelen iş tekliflerine, hatta James Bond önerisine bile çok sıcak bakmadı. Hayatı acılarla başladı ve onun izlerini filmlerinde de görmek mümkündü…

Yakıcı Fakirlik Dönemi…

Gerçek ismi Fahrettin Cüreklibatır olan “Cüneyt Arkın“, 1937 yılında Eskişehir’in Karaçay Köyü’nde doğar. Aile kökleri Tatarlara dayanır. Babası Kurtuluş Savaşı gazilerinden Hacı Yakup Cüreklibatır çiftçilik yaparak hayatta kalmaya çalışır. Savaştaki kahramanlıklarını her daim anlatmayı sevmez. Savaş olmuş, görevini yapmış ve tekrar köyüne dönmüştür, o kadar. Fakirdirler, toplamda on üç kardeşinden sadece üçü yaşar. En çok kendisinin bakımında tesiri bulunan ablası Saadet’in ölümüyle sarsılır. Yoksulluk, sağlık hizmetinden tam yararlanamama artık can almıştır ve o kitabındaki bu satırlarla yıllar sonra vedalaşırken acıyı seneler sonra bile içinde taşımaya devam eder. “…Ablamı gerilerde bir yerlerde, yapayalnız bırakıp döndüm…

Cüneyt Arkın‘ın ileride Malkoçoğlu filmleri ile adının anılması tesadüf değildir. Çünkü babası her daim ona kahramanlık öykülerini, menkıbelerini anlatmaktan geri durmaz. Bazen kafasını o soğuk buğulu cama yasladığında ne çok dünyalar kurtarır. “Dünyayı Kurtaran Adam” bu çocukluk düşlerinden çıkar ve yıllar sonra onun kült filmi haline gelir. Eskişehir Atatürk Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Tıp Fakültesini kazanır. Artık o ailesinin fertlerini yetersiz sağlık hizmeti nedeniyle yitiren insanlara hayatlar sunacaktır. Hedefi doktor olmaktır. Kendi anlatımı ile İstanbul’a gelişini şöyle anlatır : “…1958 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanıp İstanbul’a geldim. Yorganımla, yatağımla ve tahta valizimle. Haydarpaşa’dan şehre adımımı attım. Tıpkı ilk filmim Gurbet Kuşları’ndaki gibi. Meğer o ilk gelişim, sinemadaki o rolümün de provasıymış…” Ancak aklı bir taraftan da sanattadır. Ama sanıldığı gibi ilkin sinema ile ilgilenmez. “Erek” adlı bir edebiyat dergisi çıkartır. Edebi çevrelerle tanışır. Yakın arkadaşları arasında Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer gibi isimler de vardır.

Tıp Fakültesini okurken ve mezunluk sonrası da fukaralık peşini bırakmaz. Hocası Cihan Abanoğlu onu biraz para kazansın diye evlere hastabakıcı olarak gönderir. O günleri kitabında şöyle anlatır. “…Tıp Fakültesini bitirmiştim. Anadolu’da kısa süreli görev aldım. Yeni kadro açılmasını bekliyordum. Parasızdım, sürünüyordum… İki gündür açtım.

Halen ismi Fahrettin olan Cüneyt için dönüm noktası 1964 yılında etkili dergilerden “Artist“in açtığı yarışmada birinci olmasıdır. Öte yandan da Eskişehir’de yedek subaylık yaptığı dönemde tesadüfen önemli rejisörlerden Halit Refiğ, dönemin jönlerinden Göksel Arsoy‘un kült filmi “Şafak Bekçileri” için kenttedir. Halit Refiğ bu yakışıklı gencin duruşunu çok beğenir. Bu filmde rol vermese de, Cüneyt Arkın‘ın ilk yapımı olan “Gurbet Kuşları“nda bu genci etkili bir rolde oynatır. Ve o andan sonra bu yakışıklı genç herkesin dikkatini çeker. Artık Adana ve civarında doktorluk yapan bu utangaç yapılı kişi romantik, duygusal filmlerin aranan yıldızı olur. Ancak o kendisini birçok sanatçı gibi bu kalıpla sınırlamaz. Dedik ya kahramanlık öyküleri ile büyümüştür.

Natuk Baytan‘lı Battal Gazi, Malkaçoğlu, Kara Murat gibi filmlerde üstelik de çoğu kez dublörsüz olarak filmler çeker. Sonra karate kurslarına yazılır ve karşımıza aksiyon yıldızı olarak çıkar. Cüneyt Arkın, Alain Delon‘a fiziken benzetilip onla özdeşleştirilse de, onun sinemada çeşitli rollere kendisini uyarlaması belki de Delon‘un önündedir. Avantür ve mizahi filmlerde bile oynar. “Gırgır Ali“, “Dünyayı Kurtaran Adam” gibi yapımlarla kendi mizahını kurar. Günde on beş saat çalışan, aynı anda birden fazla filmde rol alan Arkın artık yorgundur. Üstelik bazı kişilerce haksızlıklara uğrar. Onun için kitabı “insanları sevmekle yaralandım, teselliyi hayvanları sevmekte buldum” cümlesi ile başlar. Tüm bunları aşmak için kimi zaman mizah yönü güçlü filmlere sığınır, bazen hayvanlara ama bir dönem en çok da alkole. Alkolle çok mücadale eder. Eşi Betül’ün de desteği ile onu yener ve seri konferanslarla alkolün kötü yönünü kitlelere anlatır…

Betül, En Güvenli Sığınağı…

Betül, ikinci eşidir ve çocukları olan Kaan ve Murat‘ın annesidir. Betül’ü çok sever. Kitabında “Bebeğim Betül” başlığıyla şu satırları kaleme alır. “…Kocaman gözlerindeki ılık, hüzünlü mavilik içime aktı. Kendimi çocuk gibi hür hissettim. Ben Dr. Fahrettin dedim. O, Betül dedi. Sonra hiç konuşmadık. Kısa bir süre sonra da evlendik. Bebeğim Betül cennetim oldu. Artık yalnız değildim.”  Betül ile ilgili bir isteği gerçekleşir. “Ölümden korkmuyorum. Sadece Betül’den evvel ölmek isterim.

Cüneyt Arkın üç yüze yakın filmde oynar. Özellikle Maden (1978) ve eşi ile büyük oğlu Murat’ın da rol aldıkları 1979 yapımı “Vatandaş Rıza” kariyerinin en önemli filmleri olarak görülür. İnsanlar Yaşadıkça (1969), Yaralı Kurt (1972) ve Mağlup Edilemeyenler (1976) yapımları ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde üç kez en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanır.

Sinemada birçok siyasal görüşün kendisini bulacağı farklı filmlerde oynar, gelen senaryolara çok itiraz etmez. Örneğin “Güneş Ne Zaman Doğacak” filminde siyasetin oldukça sağındadır. Tersi de mümkündür. “Yarınsız Adam” filminden dolayı yargılanır. 1 Mayıs yürüyüşlerinde ön sıralardadır. “Maden” filmi sosyalizan yönü güçlü, dönemin sendikalarına da eleştirel gözle bakabilen cesur bir filmdir.

1972 yılında Yılmaz Güney‘in elinden alınan Adana Altın Koza ödülü kendisine verilirken bunu kabul etmez. Çünkü o filmlerindeki gibi bir kahramandır ve kahramanlar hayal kırıklığı yaratmazlar. Ancak onların ölümleri diğer fanilerinkinden daha da sarsıcı olur. Cüneyt Arkın‘ın ölümünün kitlelerde yarattığı hüzün halesinin nedeni tam da budur… Anısı önünde saygıyla…

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz